Grimm Masalları

Grimm Kardeşler tarafından derlenen Grimm Masalları, yüzyıllardır okuyucuları büyüleyen zamansız halk masallarının bir derlemesidir. Bu masallar, nesiller boyu yankılanan cesaret, sihir ve ahlaki değerleri içeren bir folklor hazinesidir. ”Külkedisi,” ”Pamuk Prenses” ve ”Hansel ile Gretel” gibi klasiklerden, ”Balıkçı ve Karısı” ve ”Rumpelstiltskin” gibi daha az bilinen mücevherlere kadar her hikaye, Avrupa ağız geleneğinin zengin dokusuna bir pencere açar. Grimm Masalları, canlı karakterleri, ahlaki dersleri ve genellikle karanlık alt tonlarıyla, tarihsel bağlamlarının sert gerçeklerini ve fantastik unsurlarını yansıtır. Kalıcı çekiciliği, eğlendirme, öğretme ve hayranlık uyandırma yeteneğinde yatmaktadır. Bu nedenle çocuk edebiyatının temel taşlarından biri ve halk bilimi ve hikaye anlatımı alanında araştırmacılar için bir ilgi kaynağıdır.

Listen on:

  • Podbean App

Episodes

Cesur Prens

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir prens vardı; ama babasının yanında daha fazla kalmak istemiyordu. Korku nedir bilmez biriydi. Bu yüzden hep, dünyayı dolaşmak isterim; o zaman canım sıkılmaz, sıradışı şeyler görürüm diye aklından geçiriyordu.Ve bir gün ailesiyle vedalaşarak yola çıktı; sabahtan akşama kadar yürüyüp durdu. Derken bir devin barındığı evin önüne geldi.Çok yorgun olduğu için kapı eşiğine çöküp dinlendi. Bakışlarını etrafta dolaştırırken evin avlusunda birkaç oyuncak gördü. Bunlar misket ve koni şeklindeydi, ama her biri bir insan büyüklüğündeydi. İçinden onlarla oynamak geldi; koniyi dikerek misketi ona doğru yuvarladı; koninin her devrilişinde haykırdı...Bu hoş bir şeydi. Ama dev bu şamatayı işitti, başını pencereden çıkardı ve kendi oyuncaklarıyla aynı boydaki bir insanın toplarla oynadığını gördü."Heey, solucan!" diye seslendi. "Ne yapıyorsun benim misketlerimle sen? Kimden aldın bu cesareti?"Prens deve bakarak şöyle dedi: "Heey, çam yarması! Sadece senin kolların mı güçlü yani? Canım ne isterse onu yaparım ben!"Dev onun yanına vararak, "Öyleyse bana hayat ağacından bir elma koparıp getir" dedi."Ne yapacaksın onu?" diye sordu prens."Kendim için istemiyorum; bir nişanlım var, o istiyor. Ben bütün dünyayı dolaştım, ama ağacı bulamadım" dedi dev."Ben bulurum!" dedi oğlan. "Kimse de beni bundan alıkoyamaz!""Yani bu iş kolay mı diyorsun?" diye sordu dev ve "Ağacın bulunduğu bahçe demir parmaklıklarla çevrili; o parmaklıkların önünde de vahşi hayvanlar var; her biri nöbet tutuyor ve kimseyi içeri bırakmıyor" dedi."Beni bırakırlar" dedi prens."Peki, o bahçeyi bulursan ağaçta asılı olan elmayı göreceksin. Ama ona öyle çabuk ulaşamazsın; onun önünde bir halka vardır; uzanıp elmayı koparmak için elini bu halkadan geçirmen gerek. Bunu şimdiye kadar hiç kimse başaramadı" diye karşılık verdi dev."Ben başarırım" dedi prens. Sonra devle vedalaştı.Dağlardan, vadilerden, tarlalardan ve ormanlardan geçerek sonunda sihirli bahçeyi buldu.Her yanda vahşi hayvanlar başları öne eğik uyumaktaydı.Prens onlara yaklaştığında başlarını bile kaldırmadılar. Oğlan üzerlerinden atlayarak geçti. Demir parmaklıkları da aşarak sağ salim bahçeye daldı.Hayat ağacı bahçenin ortasındaydı; dalları kıpkırmızı elmalarla doluydu.Prens ağacın gövdesine sarılarak tırmanmaya başladı; elmalardan birine ulaşmak istediğinde önüne bir halka çıktı.Elini zahmetsizce o halkadan geçirerek elmayı kopardı.Ama halka birden bire kolunu sıkıverdi; öyle ki gücünü damarlarında bile hissetti. Elmayla birlikte ağaçtan indiğinde parmaklık üzerinden atlamak istemedi, onun yerine kapıya tutundu; ama onu sallar sallamaz çıkan gürültü yatmakta olan aslanı uyandırdı; hayvan ona saldırır gibi olduysa da hiç kızmadan tıpış tıpış efendisinin ardından yürüdü.Prens deve söz verdiği elmayı getirerek, "Gördün mü, onu zahmetsizce kopardım" dedi.Dev isteğinin yerine gelmiş olmasına sevindi, hemen nişanlısına koşarak elmayı ona verdi. Nişanlısı güzel ve akıllı bir kızdı; devin kolunda demir halkanın olmadığını fark edince, "Kolunda demir halka görmedikçe elmayı senin kopardığına inanmayacağım" dedi.Dev "Oraya gidip kopardım, hiç de zor olmadı" diye cevap verdi; zayıf birinden halkayı -kendi isteğiyle vermezse- zorla almanın kolay bir şey olacağını düşünerek oğlandan istedi. Ama prens karşı çıktı.Dev, "Elma neredeyse halka da onun yanında olacak. Ya onu kendi rızanla verirsin ya da benimle güreşirsin" dedi.Ve güreşmeye başladılar; ama dev, kolunda ona güç veren halkayı taşıyan prensi bir türlü yenemedi. Bu kez aklına bir kurnazlık geldi:"Ben çok terledim, sen de öyle. Nehre gidip biraz yüzelim, serinleriz; sonra yine güreşiriz" dedi.Prens onun kalleşlik edeceğini hiç düşünmedi; birlikte nehre gittiler. Prens giysilerini halkayla birlikte çıkardıktan sonra suya atladı. Ama dev halkayı aldığı gibi oradan ayrılarak koşmaya başladı; bu kez hırsızlığın farkına varan aslan devin peşine takıldı; onun elinden halkayı zorla alarak efendişine geri getirdi.Ama dev bir meşe ağacının arkasına saklandı ve birden, elbiselerini giymeye çalışan prense saldırarak iki gözüne bıçak soktu.Zavallı prens kör oldu ve ne yapacağını bilemedi. Dev yanına gelerek elinden yakaladı, sanki yardım edercesine onu yüksek bir kayalığın en tepesine çıkardı ve orada bıraktı. Birkaç adım atarsa aşağıya düşüp ölür; ben de halkayı ondan alırım diye düşündü. Ama sadık aslan efendisinin yanından hiç ayrılmadı ve giysisinden tutarak yavaş yavaş aşağı indirdi.Dev geri dönüp de ölüyü soymaya kalkışınca kurnazlığının boşa çıktığını gördü. "Nasıl olur da böyle zayıf bir insan ölmez!" diye söylenerek prensi tuttuğu gibi bu kez bir uçurumun başına getirdi. Ama onun kötü niyetini sezen aslan bu kez de efendisini tehlikeden kurtardı.Uçurumun başına vardıklarında dev elini oğlanın elinden çekerek onu yalnız bıraktı, Ancak aynı anda aslan bir omuz attığı gibi onu uçurumdan yuvarladı; dev ta aşağıya düşerek pestile döndü.Sadık hayvan efendisini uçurumun başından uzaklaştırdıktan sonra yanından berrak sulu bir derenin aktığı bir ağacın altına oturttu. Oğlan ağaca yaslandı; aslan da onun yanına yattıktan sonra kuyruğuyla efendisinin yüzüne su sıçrattı. Gözlerine birkaç damla su girer girmez prens görmeye başladı. Aynı anda küçücük bir kuş önünden uçarak ağacın gövdesine kondu; sonra kendisini suya bırakarak biraz yıkandı; daha sonra da hiçbir dala çarpmaksızın kanat çırparak uçup gitti. Prens bunu Tanrı'nın bir selamı sayarak suya girip yıkandı ve özellikle de yüzünü yıkadı. Sudan tekrar çıktığında gözleri eskisinden çok daha iyi görüyordu.Prens Tanrı'ya şükrettikten sonra aslanla birlikte yoluna devam etti.Derken lanetli bir şatoya vardı. Kapısında genç ve güzel bir kız durmaktaydı, ama karalar giyinmişti. Delikanlıyı görünce ona:"Ahh, beni elinde tutan kötü niyetli büyücüden kurtarabilir misin?" diye sordu."Ne yapmam gerekir ki?" dedi prens.Genç kız, "Uğursuz şatonun büyük salonunda üç gece geçireceksin, ama hiç korkmayacaksın! Sana ne kadar işkence ederlerse etsinler, bağırmayacaksın! O zaman ben büyüden kurtulmuş olurum. Ama seni öldüremezler" diye cevap verdi.Prens, "Ben korkmuyorum; Tanrının yardımıyla bu işin altından kalkarım" dedi ve şatoya girdi.Karanlık basınca büyük salona geçerek orada oturup bekledi. Gece yarısına kadar her yer sessizdi; ama birden büyük bir gürültü başladı ve her köşeden ufacık şeytanlar çıkmaya başladı. Hepsi oğlanı görmezlikten gelerek ateş yakıp oyun oynamaya başladı. İçlerinden biri kaybedince:"Zarar yok! Şurda bizden olmayan biri var, ben onun yüzünden kaybettim" dedi.Bir başkası, "Dur hele, şimdi geliyorum yanına!" diye haykırdı.Öyle çığlıklar atıldı ki, bunları korkmadan dinlemek imkânsızdı.Ama prens gayet sakin kaldı ve hiç korkmadı.Derken şeytanlar onun üzerine saldırdı; sayıları o kadar çoktu ki, hepsini kovamadı. Şeytanlar onu yere fırlattı; çimdikledi, şişledi, dövdü. Canını o kadar yaktılar, ama oğlan gık bile demedi. Sabah olunca hepsi kaybolup gitti. Prens o kadar bitkindi ki, hiçbir yerini kıpırdatamadı. Gün ağarınca karalara bürünmüş genç kız çıkageldi. Elinde bir şişe vardı; bu şişenin içinde de hayat suyu bulunuyordu. Bu suyla oğlanı yıkadı. Prens az sonra tüm acılarının kaybolduğunu ve eski gücünü yeniden kazandığını damarlarında bile hissetti.Genç kız ona, "Bu gece şansın yaver gitti; ama iki gecen daha var!" dedikten sonra oradan ayrıldı. Ama oğlan giderken onun ayaklarının bembeyaz kesildiğini gördü.Ertesi gece şeytanlar yine geldi ve yeniden oyuna başladı; bu kez oğlanı daha beter dövdüler; öyle ki vücudu yara bere içinde kaldı.Yine de prens dişini sıktı ve onlar ne yaptıysa sesini çıkarmadı.Ertesi sabah genç kız gelerek onu hayat suyuyla iyileştirdi. Ve dönüp giderken oğlan bu kez onun parmaklarının ucuna kadar bembeyaz kesildiğini fark edince çok sevindi. Ama şimdi bir gece daha dişini sıkacacaktı ve bu en zoru olacaktı.Şeytanlar yine çıkageldi. "Hâlâ burda mısın sen?" diye haykırdılar. "Sana işkence edelim de nefes alamayasın."Ve oğlanın orasını burasını deldiler, iyice dövdüler, oraya buraya savurdular; kollarını bacaklarını yutacakmış gibi çekiştirdiler. Ama prens sabretti ve gık demedi. Sonunda şeytanlar çekip gitti.Prens bayılmıştı, hiç kımıldayamıyordu; gözlerini bile açamıyordu.Derken genç kız çıkageldi ve hayat suyuyla onu önce ıslattı, sonra da baştan aşağı yıkadı. Prens bir anda acılarından kurtuldu, kendisini yine taptaze ve sağlıklı hissetti. Sanki bir uykudan uyanmıştı. Gözlerini açıp kapayınca yanında duran kar gibi bembeyaz ve gün gibi parlayan genç kızı gördü.Kız ona, "Ayağa kalk ve kılcını merdivenin üzerinden üç kere salla, büyü bozulur o zaman" dedi.Oğlan bunu yapınca tüm şato büyüden kurtuldu.Ve genç kız zengin bir prenses oluverdi.Derken hizmetçiler çıkagelerek büyük salonda sofrayı kurup yemekleri taşımaya başladılar.Hep birlikte sofraya oturuldu; yenildi, içildi ve akşam olunca büyük bir şenlikle düğün yapıldı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Üç Zanaatkâr Oğlan

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Üç tane zanaatkâr oğlan vardı; yola çıktıklarında aralarında kararlaştırdılar. Hep bir arada olacaklar ve hep aynı şehirde iş bulup çalışacaklardı. Ama öyle bir gün geldi ki, artık ustalarının yanında iş bulamadılar; geçinecek paraları da yoktu.
İçlerinden biri, "Ne yapsak?" dedi. "Burada daha fazla kalamayız, yine yola çıkalım. Varacağımız şehirde iş bulamazsak, hep kalabileceğimiz ve haberleşebileceğimiz bir hancıyla anlaşıp orada kalalım, sonra da yollarımızı ayıralım" dedi. Öbür ikisi de bunu uygun buldu.
Ve yola çıktılar. Bir süre sonra karşılarına pahalı giysiler giyinmiş bir adam çıktı. Adam onlara kim olduklarını sordu.
"Bizler zanaatkârız, iş arıyoruz; şimdiye kadar hep beraber çalıştık. Ama iş bulamazsak ayrılacağız" dediler.
"Buna gerek yok" dedi adam, "Söylediklerimi yaparsanız paranız da olur, işiniz de. Siz de soylu ve zengin birer kişi olursunuz, altınızdan fayton eksik olmaz" dedi.
Oğlanlardan biri, "Yaparız, dinimizden imanımızdan olmayalım da" dedi.
"Hayır" dedi adam. "Bununla işim olmaz benim."
Ama birinci oğlan adamın ayaklarına baktı. Birinin insan ayağı, ötekinin at ayağı olduğunu görünce bu işe yanaşmadı.
Ancak Şeytan, "Merak etmeyin, sizlere bir şey yapacak değilim; ben başka birinin ruhunu alacağım" dedi.
Oğlanlar kendilerinden emin oldukları için bu teklifi kabul ettiler ve Şeytan onlardan istediği şeyi açıkladı:
Oğlanlardan biri sorulan her soruya "Üçümüz de" diye karşılık verecekti. İkincisi "Para uğruna" diyecekti; üçüncüsü de "Doğrusu bu" diye cevap verecekti. Ve aralarında kesinlikle konuşmayacaklardı. Bu yasağa uymazlarsa ellerindeki para o anda uçup gidecekti! Ama emre uydukları sürece ceplerinde para eksik olmayacaktı.
Başlangıçta cepleri o kadar çok parayla doldu ki, şehre inip bir hana girdiler.
Hancı onları karşılayarak ne yemek istediklerini sordu.
Birincisi "Üçümüz de" dedi.
"Evet" dedi lokantacı. "Ben de onu demek istedim."
İkincisi "Para uğruna" dedi.
"Elbette" dedi lokantacı.
Üçüncüsü "Doğrusu bu" diye cevap verdi.
"Elbette doğrusu bu" dedi hancı.
Güzel yemek ve içki geldi; hizmette kusur yoktu.
Yemekten sonra sıra ödemeye geldi. Hancı onlara hesabı getirince, birinci oğlan "Üçümüz de" dedi. İkincisi "Para uğruna" diye karşılık verdi. Üçüncüsü de "Doğrusu bu" diye cevap verdi.
"Elbette doğrusu bu" dedi hancı. "Üçünüz de ödeyeceksiniz, yoksa bedava hiçbir şey vermem."
Üçü de adamın istediğinden daha fazlasını verdiler.
Diğer müşteriler bunu görünce, "Bunlar kafayı yemiş" dediler. Hancı "Evet öyle, pek basmıyor!"
Üç kafadar böylece bir süre bu handa kaldılar ve "Üçümüz de "Para uğruna" ve "Doğrusu bu" dışında hiç laf etmediler. Ama her şeyi görüyorlardı ve olan bitenlerin farkındaydılar.
Derken bir gün zengin bir tüccar çıkageldi; yanında bol parası vardı. Hancıya, "Şu paramı iyi bir yere sakla, baksana şurda deliler gibi eğlenen üç tane zanaatkârvar; onlar paramı çalabilir" dedi.
Hancı istenileni yaptı. Adamın çantasını odaya taşırken ne kadar ağır çektiğini ve içinin altın dolu olduğunu fark etti.
Bunun üzerine üç zanaatkâra en alt katta yatacak bir yer ayarladı; tüccara da üst katta özel bir oda verdi.
Gece yarısı olunca hancı herkesin uyuduğunu sanarak karısının yanına vardı. İkisi birlikte tüccarı baltayla kafasına vurarak öldürdüler; bu cinayetten sonra da yatıp uyudular.
Ertesi sabah handa bir şamatadır başladı; tüccar yatağında ölü bulundu; kanlar içindeydi! Tüm müşteriler toplandı.
Hancı, "Bunu şu zanaatkârlar yaptı" dedi.
Müşteriler de aynı fikirdeydi. "Başka kim olabilir ki?" dediler.
Hancı onları çağırdı ve "Tüccarı siz mi öldürdünüz?" diye sordu.
Birincisi "Üçümüz de" diye karşılık verdi.
İkincisi "Para uğruna" dedi.
Üçüncüsü "Doğrusu bu" diye cevap verdi.
"Duydunuz mu? İtiraf ettiler" diye haykırdı hancı.
Neyse, üçünü de tutukladılar; mahkemeye çıkacaklardı! işin şaka götürür yanı olmadığını anlayınca üçü de korktu. Ama o gece Şeytan çıkageldi: "Bir gün daha çenenizi tutun! Şansınızı yitirmeyin! Kılınıza bile dokunulmayacak! dedi.
Ertesi sabah üçü de hâkim huzuruna çıkarıldı.
Hâkim, "Katil siz misiniz?" diye sordu.
"Üçümüz de!"
"Tüccarı niye öldürdünüz?"
"Para uğruna!"
"Vay namussuzlar" dedi hâkim, "Günah işlemiş olmaktan korkmadınız mı?"
"Doğrusu bu!"
"Demek suçu üzerinize alıyorsunuz! Ve de inkâr etmiyorsunuz" dedi hâkim, "Asın şunları!"
Bunun üzerine üç oğlanı da dışarı çıkardılar; hancı da seyirciler arasındaydı.
Cellat yamakları üç kafadarı zorla kurulmuş olan iskeleye çıkarırlarken cellat elindeki keskin kılıcıyla onları bekliyordu. Derken dört tane yağız atın çektiği bir fayton kaldırım taşlarından ateş çıkartarak gelip önlerinde durdu. Faytonun penceresinden biri beyaz bir mendille el salladı.
Cellat, "Af çıkmış" dedi.
Aynı anda faytondan "Af! Af!" sesleri duyuldu.
Ve faytondan, çok güzel giyinmiş bir soylu kılığında Şeytan çıktı:
"Siz üçünüz! Sizler suçsuzsunuz! Şimdi konuşabilirsiniz! Gördüklerinizi ve duyduklarınızı anlatın şimdi" dedi.
En büyük oğlan, "Tüccarı biz öldürmedik, katil aranızda" diyerek hancıyı gösterdi. "Gidin mahzene bakın, orada öldürdükleri daha pek çok kimse asılı" dedi.
Hâkim cellat yamaklarını gönderdi, onlar da o ölüleri buldular ve hâkime gelip durumu anlattılar.
Hâkim hancıyı yakalatarak başını kestirdi.
Şeytan üç kafadara dönerek, "Benim elde etmek istediğim ruh hancının ruhuydu. Sizler artık özgürsünüz; ömür boyu yetecek kadar da paranız oldu" dedi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Yedi Kahraman

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar yedi kafadar vardı; birincisinin adı Bay Schuiz'du; İkincinin Jackli, üçüncünün Marli, dördüncünün Jergli, beşincinin Michael, akıncının Hans ve yedincinin Veitli'ydi.
Bunlar hep birlikte dünyayı dolaşmaya, macera yaşamaya ve büyük işler başarmaya karar verdiler.
Başlarına bir şey gelmemesi için silahlandılar. Ne var ki, yegâne silahları çok sağlam, çok uzun bir mızraktı!
Bu mızrağı yedisi birden yakaladı; en önde en soğukkanlısı, en delikanlısı -ki, bu Bay Schulz olmalıydı- yürüyor ve diğerleri onun peşinden geliyordu; en arkadan da Veitli.
Uzun bir yol kat ettikten sonra harman zamanı bir köye vardılar. Orada gecelemek zorunda kaldılar. Çünkü hava kararmıştı ve çimlerin üzerinde koskoca bir bok böceği vardı, ayrıca az ilerde çalılıkların arkasında bir eşek arısı düşmanca vızıldamaktaydı.
Bay Schulz çok korktu ve mızrağı elinden bıraktı. Ecel terleri dökmeye başladı ve arkadaşlarına, "Davul sesi duyuyorum" diye seslendi.
Onun arkasında, mızrağı tutmakta olan Jackli-burnuna ne kokusu geldiyse bilmem-şöyle söylendi: "Ben barut ve çakmaktaşı kokusu alıyorum; kalıbımı basarım."
Bunun üzerine Bay Schulz kaçmaya yeltendi ve çalılıkların üstünden atlayıverdi. Ama o sırada harman biçmekte olan köylünün yere bıraktığı bir tırmığın dişlerine ayaklarıyla düşünce tırmığın sapı yüzüne çarptı. Bu, hatırı sayılır bir darbeydi!
"Aman! Aman!" diye bağırdı Bay Schulz. "Beni esir alın, teslim oluyorum, teslim oluyorum!"
Altı kafadar da, "Sen teslim olursan ben de olurum, sen teslim olursan ben de olurum" diye bağrışmaya başladılar.
Ancak kendilerini bağlayıp götürecek bir düşman falan olmadığını görünce tongaya düştüklerini anladılar. Bu olayı başkalarının duyup kendileriyle alay etmemeleri için aralarında yemin ettiler. Bu konuda hiç kimseye hiçbir şey söylemeyeceklerdi; yeter ki birinin çenesi açılmasın!
Böylece yollarına devam ettiler. Başlarına gelecek ikinci felaket ilkiyle ölçülemezdi doğrusu.
Nitekim günlerce yürüdükten sonra nadasa bırakılmış bir tarlaya geldiler. Burada bir tavşan güneşleniyordu ve uyuyakalmıştı. Kulaklarını dikmişti, camlaşmış gözleri gökyüzüne bakıyordu. Vahşi hayvanın bu görünüşü hepsini korkuttu; bu tehlikeden nasıl kurtulsak diye kafa kafaya verdiler. Kaçmaya kalksalar olmazdı! Canavar peşlerine düşebilir ve onları yutabilirdi!
Sonunda şu karara vardılar: "Büyük ve tehlikeli bir savaşa başlamalıyız. İlk hücumu başlattık mı kazandık demektir" diyerek hepsi birden mızrağa sarıldı.
Bay Schulz en başta olmak istedi; Veitli'ye cesaret geldi ve şöyle seslendi:
Sapla şu mızrağı kafadarlar adına,Kır düşmanın gücünü, rezil olma ona buna.
Hans da onu destekledi:
Haklısın dostum, yakala düşmanı,İsterse yansın canı.
Michael da seslendi:
Korkma, için korkuyla da dolsa,Karşındaki Şeytan bile olsa!
Sıra Jergli'ye geldi, o şöyle dedi:
Bu Şeytan değilse, anasıdır,Anası değilse babasıdır.
Marli'nin aklına bir şey geldi ve Veitli'ye dönerek şöyle dedi:
Hadi Veitli, kalk hücuma,Ben arkandayım, hiç gocunma!
Ama Veitli kulak asmadı; bunun üzerine Jackli şöyle dedi:
Bay Schulz saldırsın önce;Bu şeref ona ait bence!
Derken Bay Schulz cesareti ele alarak şişindi:
Tartışmayı bırakın artık,Boş laflardan hep bıktık.
Derken hep birlikte canavarın üzerine yürüdüler. Bay Schulz haç çıkardıktan sonra "Tanrı bizi korusun!" diye haykırdı. Ama tüm bunların bir faydası olmayınca, düşmana gitgide yaklaştı ve korku içinde "kış! kış! kışşş!" diye bağırdı.
Tavşan uykusundan uyandı ve çok korktu; sıçrayarak oradan kaçtı.
Bay Schulz onun kaçtığını görünce sevinçle haykırdı:
Dostum Veitli, bir tavşana kandık,Hepimiz onu canavar sandık.
Ve yedi kafadar başka macera aramaya çıktı. Derken yolları bir bataklığa düştü.
Çamurlu, derin, üzerinde köprü bulunmayan, ıssız bir bataklıktı bu ve o yörede bu bataklığı hep gemilerle aşıyorlardı.
Yedi kafadarın bundan haberi olmadığı için, bataklığın öbür yakasında çalışmakta olan bir adama karşıya nasıl geçeceklerini sordular.
Adam uzaktan ne onları doğru dürüst duyabildi, ne de konuştukları dili anladı; kendi dilinde "Vat? Vat?" diye sordu ki, bu "Ne? Ne?" anlamdaydı.
Bay Schulz, "Anladım, geliyorum. Vat-vat!" diye cevap verdi. Öncülüğü ele alarak adama doğru ilerledi. Ama çok geçmeden çamura saplandı, derindeki dalgaların etkisine kapılarak sürüklendi, ama rüzgâr, onun şapkasını karşı sahile doğru uçurdu; şapkanın üstüne bir kurbağa sıçradı ve "vat! vat!" diye bağırınca altı kafadar, "Bay Schulz bizi çağırıyor, o karşı sahile 'vat' yaptı; biz niye yapmayalım?" dediler. Ve hep birlikte suya daldılar... ve doğal olarak boğuldular. Yani bir kurbağa yüzünden altısı da öldü. Yedi kafadardan eve dönen olmadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Üç Askeri Doktor

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Üç askeri doktor dünya gezisine çıktılar. Mesleklerinde iyi yetiştikleri kanısındaydılar. Bir gün, gecelemek üzere bir hana geldiler. Hancı onlara nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini sordu.
"Biz becerimizi herkese göstermek istiyoruz" dediler.
"Neler yapabildiğinizi bana bir gösterin bakalım" dedi hancı.
Birincisi, kendi elini kesip atarak yerine yenisini takabileceğini söyledi. İkincisi, kendi kalbini söküp çıkararak ertesi gün yine yerine yerleştirebileceğini savundu; üçüncüsüyse, kendi gözlerini oyarak çıkardıktan sonra onları yine yerlerine takacağını iddia etti.
"Bunları yapabilirseniz sizlerin uzman olduğuna inanırım" dedi hancı.
Uç doktorun yanında her yarayı iyileştiren bir merhem vardı, onu bir şişe içerisinde saklıyor ve hep yanlarında taşıyorlardı.
Neyse, üç doktor, dedikleri gibi, kendilerine ait olan eli, kalbi ve gözleri kesip çıkardıktan sonra hepsini bir tepsiye koyarak saklaması için hancıya verdiler. Hancı da tepsiyi, dolaba koyması için hizmetçi kıza verdi.
Ama hizmetçi kızın gizli bir aşığı vardı, o da askerdi.
Hancı da tüm müşterileri de uykuya yattıktan sonra bu asker çıkageldi; karnı acıkmıştı. Hizmetçi kız dolabı açarak yemek için bir şeyler aldıktan sonra sevgilisiyle birlikte sofraya oturdu ve muhabbete daldı. Ama aşk başına vurduğu için dolabı kapamayı unuttu.
Onlar öylece oturmuş konuşurken bir aksilik olacağını hiç düşünmediler. Derken içeriye bir kedi sızdı ve açık dolabı görünce içindeki eli, kalbi ve gözleri alarak dışarı kaçtı.
Asker yemeğini bitirdikten sonra kız bulaşık yıkadı ve dolabı kilitlemek istediğinde kapısının açık kaldığını ve hancının kendisine verdiği tepsinin de bomboş olduğunu gördü.
Çok korktu ve sevgilisine, "N'apıcam ben şimdi! El gitmiş, kalp gitmiş, gözler de gitmiş! Bunun hesabını yarın ben nasıl vereceğim?" dedi.
"Ses çıkarma! Ben sana yardım edeceğim" dedi asker. "Dışarıda bir hırsızı asmışlar, onun bir elini keserim. Hangi eldi?"
"Sağ el" diyen kız ona keskin bir bıçak verdi. Adam zavallı mahkumun sağ elini keserek kıza geri getirdi. Ondan sonra kediyi yakalayarak onun gözlerini çıkardı. Şimdi sıra kalbe gelmişti
"Siz et kesmediniz mi? Kilerde domuz eti yok mu?" diye sordu.
"Var" dedi kız.
"İyi o zaman" diyen asker kilere indi ve bir domuz kalbi alıp getirdi. Kız hepsini bir tepsiye koyduktan sonra onu dolaba yerleştirdi. Sevgilisiyle vedalaştıktan sonra gidip uyudu.
Ertesi sabah üç asker kıza içinde el, kalp ve gözlerin bulunduğu tepsiyi getirmesini söylediler.
Kız tepsiyi dolaptan alıp getirdi; birinci doktor, hırsıza ait olan eli sabunla sıvazladı ve kendi koluna yerleştirdi; sanki aslı gibiydi!
ikinci doktor kedi gözlerini alarak kendi göz çukurlarına yerleştirip merhemle sıvadı; tıpkı eskisi gibi oldu.
Üçüncü doktor da domuz kalbini kendine taktı.
Hancı bakakaldı; ömründe böyle bir şey görmemişti! Onların adını her yerde duyuracak ve herkese onları önerecekti!
Üç asker ödeme yaptıktan sonra yola çıktılar.
Böyle giderlerken domuz kalbi takılı olan, onlardan ayrılıp tıpkı domuzların yaptığı gibi bir köşede burnuyla orayı burayı koklamaya başladı. Öbürleri onu ceketinin ucundan yakalamak istediler, ama başaramadılar; o her defasında ellerinden kurtularak hep çöplüklere koştu.
İkincisi de bir acayip davrandı; gözlerini ovuşturarak:
"Arkadaşlar, bu ne yahu? Bunlar benim gözlerim değil, hiçbir şey görmüyorum; bana destek olun da düşmeyeyim" dedi.
Zar zor akşamı ettiler ve başka bir hana geldiler. Hep birlikte içeri girdiler. Bir köşede zengin bir adam oturmuş, masada para saymaktaydı. Hırsız eli takılan adam ona yaklaşarak bir eliyle kolunu çekiştirirken öbür eliyle bir avuç para alıp cebine attı.
Müşterilerden biri bunu görünce, "Hey, arkadaş, sen ne yapıyorsun orada? Çalmak çok ayıp, utan" dedi.
"Yahu, ne yapayım! Avucum kaşınıyor, istesem de istemesem de elime mutlaka para geçmeli! Yani benim elimde değil bu" diye cevap verdi asker.
Ondan sonra yatmaya gittiler, ama yatar yatmaz etraf öyle karardı ki, göz gözü görmez oldu.
Bir ara takma gözlü uyanarak, "Arkadaşlar, şurada gezinen beyaz fareyi gördünüz mü?" diye sordu. Diğer ikisi yataklarında doğruldularsa da bir şey göremedi.
Bunun üzerine takma gözlü, "Biz normal değiliz, bu taktıklarımız kendi organlarımız değil! Öbür hancıya gidelim, herif bizi dolandırdı" dedi.
Ve ertesi sabah o hana gittiler ve hancıya asıl organlarını geri alamadıklarını, onların yerine kendilerine bir hırsız eli, kedi gözleri ve domuz kalbi verildiğini anlattılar.
Hancı bunda kızın kabahati olduğunu savundu ve onu çağırmak istedi. Ama kız onların geldiğini görünce arka kapıdan sıvıştı ve bir daha geri dönmedi.
Bunun üzerine üç asker hancıdan tazminat olarak yüklü para istediler. Hancı varını yoğunu verdi. Onlar da çekip gittiler. Ömür boyu yetecek kadar paraları vardı şimdi, ama yine de onlar asıl organlarına kavuşsalar daha iyi olurdu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Tuhaf bir çocuk

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar tuhaf bir çocuk vardı, annesinin sözünü hiç dinlemezdi. Bu yüzden Tanrı onu cezalandırdı ve hasta etti. Hiçbir hekim onu iyileştiremedi; sonunda ölüm döşeğine düştü. Mezara gömüldüğünde ve üzerine toprak atıldığında bir kolcağızı yerden havaya doğru uzandı. Onu yeniden gömüp üzerine toprak attılarsa da hiçbir yararı olmadı; kolu hep dışarıda kalıyordu. Derken annesi mezara geldi ve bu kolu sopayla dövdü. Bunu yapar yapmaz kol toprak altına çekildi ve çocukcağız ebedi uykusuna kavuştu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Mavi Işık

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar uzun yıllar kralın hizmetinde bulunmuş bir asker vardı. Ancak savaş sona erdiğinde aldığı yaralar yüzünden görev yapamaz oldu. Kral da ona, "Evine dön, sana ihtiyacım yok artık. Para falan da bekleme. Parayı ancak bana hizmet eden alır!" dedi. Asker nasıl geçineceğini bilemiyordu. Böyle üzüntü içinde bütün gün dolaşıp dururken akşama doğru bir ormana daldı. Gece olunca bir ışık gördü; ona doğru yaklaşınca karşısına bir ev çıktı. Bu evde büyücü bir kadın oturmaktaydı. Asker ona, "Bana yatacak bir yer göster; yiyip içecek bir şeyler ver. Yoksa susuzluktan öleceğim" dedi. "Ohoo! Yolunu şaşıran askere kim ne verir ki! Ama istediğimi yaparsan ben de merhametli davranırım" dedi kadın. Asker "Ne istiyorsun?" diye sordu. "Yarın bahçemi kazmanı!" Asker razı geldi ve ertesi gün tüm gücüyle çalıştı, ancak akşama kadar işini bitiremedi. Büyücü kadın, "Bugün daha fazla çalışamayacağın anlaşıldı. Burada bir gece daha kalabilirsin, ama karşılığında yarın bir araba odun kesip onları kıyacaksın!" dedi. Asker bu iş için de bütün gün çalıştı.
Akşam olunca kadın bir gece daha kalmasını önerdi ve "Yarın daha az iş göreceksin! Evin arka tarafında kör bir kuyu var, benim büyülü ışığım onun içine düştü. Hep mavi yanan, hiç sönmeyen bir ışıktır. Benim için çıkart onu" dedi. Ertesi sabah büyücü kadın askeri kuyuya götürdü ve bir sepetle aşağı sarkıttı. Asker mavi ışığı buldu ve kendisini yukarı çekmesi için kadına işaret verdi. Kadın onu yukarı çekti, ama tam kuyunun ağzına gelmişken elini uzatarak mavi ışığı almak istedi. Onun kötü niyetini tahmin eden asker, "Olmaz! İki ayağım toprağa basmadan sana bu büyülü ışığı vermem!" dedi. Büyücü kadın fena halde kızarak onu birden kuyunun dibine sarkıtıp oradan uzaklaştı.
Zavallı asker yara almaksızın kuyunun ıslak zeminine düştü. Mavi ışık hâlâ yanıyordu. Ama bunun ona ne yararı olacaktı ki? Ölümden kurtulamayacağını anladı. Bir süre üzgün üzgün düşündü. Sonra elini cebine attı, piposunu buldu; yarısına kadar tütün doluydu. "Bu son keyfim olsun!" diyerek onu mavi ışıkla yaktı ve bir nefes çekip içmeye başladı. Dumanı kuyuya yayılırken birden karşısına simsiyah bir cüce çıktı ve "Ne emredersiniz efendim?" diye sordu. "Ne emredeyim ki?" diye karşılık verdi asker. "Siz ne emrederseniz onu yaparım!" dedi cüce. "Peki, önce beni kuyudan çıkar o zaman!" dedi asker. Cüce onu elinden tuttu ve gizli bir tünelden yürüttü. Mavi ışığı yanma almayı da unutmadı. Bu ışık ona büyücü kadının sakladığı hâzinenin yerini gösterdi. Asker taşıyabildiği kadar çok altın aldı yanına. Yukarıya vardığında cüceye, "Şimdi git, büyücünün ellerini bağla ve onu mahkemeye çıkart" dedi.
Büyücü kadın müthiş bir çığlık atarak, bir yabankedisine binmiş olarak rüzgâr gibi önlerinden geçti. Sonra cüce çıkageldi ve "Hepsi oldu. Büyücü darağacını boyladı! Başka bir emriniz var mı efendim?" diye sordu. "Şu anda yok. Gidebilirsin, ama şimdilik! Yani fazla uzaklaşma!" diye cevap verdi asker. "Önemli değil, piponu mavi ışıkla yaktığın anda senin yanındayım!" diyen cüce gözden kayboldu. Asker geldiği şehre geri döndü. En iyi hanlara gitti; en güzel giysileri ısmarladı. Hancıya görkemli bir oda hazırlamasını emretti. Giyinip odasına çıkınca cüceyi çağırdı. "Ben krala bunca yıl sadakatle hizmet ettim, ama o beni kovup aç bıraktı. Bu yüzden öç almak istiyorum" dedi. "Ne yapayım peki?" diye sordu cüce. "Bu gece kralın kızı uyuyunca onu uyandırmadan bana getir. Bundan böyle bana hizmetçilik yapsın!" - "Bu benim için kolay bir iş, ama senin için tehlikeli; duyulacak olursa başın belaya girer" dedi cüce. Saat on ikiyi vurduğunda kapı açıldı ve cüce kucağında kralın kızıyla içeri girdi. "Geldin demek?" diye seslendi asker ve sonra kıza dönerek, "Hadi hemen çalış! Al eline süpürgeyi ve odayı temizle" dedi. Kız işini bitirince asker onu yanma çağırdı. Ayaklarını uzatarak "Çizmelerimi çıkart!" dedi. Ve onları kızın suratına fırlattı; o da onları boyayıp parlattı. Yani adam ne emrettiyse kız hiç sesini çıkarmadan, gözleri yarı kapalı yaptı.
Sabah karanlığında ilk horoz sesi duyulurken cüce kızı yine saraya taşıdı. Kralın kızı ertesi sabah kalktığında babasının yanına giderek acayip bir rüya gördüğünü anlattı. "Beni sokaklar arasında çarçabuk taşıdılar ve bir askerin odasına getirdiler. Ona hizmetçilik yaparak en ağır işleri yaptım; odasını temizledim, çizmelerini çıkarıp cilaladım. Bu bir rüyaydı, ama sanki bunları gerçekten yapmış gibi çok yorgunum" dedi. Kral şöyle karşılık verdi: "Bu bir rüya değil gerçek olabilir. Sana bir öneride bulunmak istiyorum: nohut dolduracağın cebine ufak bir delik aç. Seni tekrar alıp taşırlarsa, onları birer birer yere düşürürsün. Böylece sokakta izin kalmış olur." Ama kral bunları söylerken görünmez şekilde odada bulunan cüce her şeyi duydu. O gece taşırlarken uyuyan kızın cebinden birkaç nohut düştü, ama kurnaz cüce daha önceden tüm sokaklara nohut serpmişti.
Böylece kralın kızı sabaha kadar hizmetçilik yapmak zorunda kaldı. Kral ertesi gün iz aratmak üzere adamlarını gönderdi, ama bunun bir yararı olmadı. Çünkü fakir çocuklar tüm sokaklarda nohut toplamaktaydı. "Bu gece gökten nohut yağdı!" diyorlardı. Kral "Başka bir şey düşünmeliyiz" dedi ve ekledi: "Yatağa yattığın zaman pabuçlarını ayağından çıkarma; kaçırıldığın yerden geri dönerken bir tekini odada bir yere sakla, ben onu bulurum." Cüce bunu duydu. O akşam asker ondan kızı getirmesini isteyince karşı çıktı, çünkü bu kurnazlığa karşı yapacağı bir şey yoktu. Ve de pabucu buldukları takdirde efendisinin başı belaya girebilirdi. Ama asker ona, "Sen dediğimi yap!" dedi. Sonuçta kız üçüncü gece de hizmetçi gibi çalıştı, ama geri götürülmeden önce pabucu yatağın altına sakladı.
Ertesi sabah kral tüm şehirde kızının pabucunu arattı ve pabuç askerin evinde bulundu. Asker kralın adamları tarafından tutuklanarak hapse atıldı. Bu arada iki kıymetli şeyini unutmuştu: mavi ışık ve altın paralarını. Cebinde sadece bir düka kalmıştı. Hapishanenin penceresine zincirlenmişken arkadaşlarından birinin hapishanenin önünden geçtiğini gördü. Pencereye vurdu. Adam yaklaşınca, "Ne olur, hana git de orada unuttuğum çıkını getir bana! Karşılığında sana bir düka veririm" dedi. Arkadaşı hemen hana koşarak istenileni alıp getirdi. Asker yalnız kalır kalmaz piposunu yakarak cüceyi çağırdı. Cüce ona, "Korkma sakın. Seni götürecekleri yere git! Bırak ne yaparlarsa yapsınlar. Sadece mavi ışığı yanma al!" dedi. Ertesi gün asker mahkemeye çıkarıldı ve kötü bir şey yapmadığı halde ölüme mahkûm edildi. Darağacına götürülürken son bir isteği olduğunu söyledi krala. "Neymiş o?" diye sordu kral. "Darağacına giderken bir pipo içsem!" - "İstersen üç tane iç!" dedi kral. "Ama hayatını bağışlayacağımı sanma sakın!" O zaman asker cebinden piposunu çıkararak mavi ışıkla yaktı; halkalar şeklindeki dumanını havaya birkaç kez üfleyince cüce çıkageldi. Elinde bir sopa vardı. "Efendim ne emrediyor?" diye sordu. "Şu sahte yargıçla mübaşirlerini döverek cezalandır, kralı da unutma! Çünkü bana kötü davrandı" dedi asker. Cüce şimşek gibi bir oraya bir buraya sıçrayarak mübaşirlere öyle bir sopa çekti ki, kime dokunduysa yere düştü ve bir daha kıpırdamadı. Kral korktu, hayatta kalabilmek için yalvardı. Hayatı karşılığında askere tüm krallığını verdi ve kızıyla evlenmesine razı oldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sır Veren Güneş

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir terzi kalfasının iş aramak için dolaşmadığı yer kalmadı, yine de iş bulamadı. O kadar fakir düştü ki, yiyecek için meteliği dahi yoktu. Böyle dolaşırken bir gün bir Yahudiyle karşılaştı.
Tanrı bilir ya, bu adamda para çoktur diye düşünerek adama yaklaştı ve "Ya paranı ya canını!" dedi.
Yahudi, "Canımı bağışla, param yok benim; sadece sekiz meteliğim var" diye cevap verdi.
Terzi, "Sende para vardır, hadi sökül bakalım hepsini" diyerek işi zorbalığa vurdurdu; adamı öldüresiye dövdü.
Artık ölmeye razı olan Yahudinin ağzından şu sözler döküldü: "Güneş her şeyi açıklayacak!"
Ve öldü.
Terzi kalfası hemen onun ceplerini karıştırarak para aradı, ama Yahudinin söylediği gibi sekiz metelikten başka bir şey bulamadı. Sonra cesedi bir çalılığın arkasına attı ve daha sonra kendi işine baktı.
Uzun süre yol aldıktan sonra bir şehre geldi; orada bir terzi ustasının yanına çırak olarak girdi. Daha sonra ustasının güzel kızına âşık oldu ve onunla evlenerek mutlu bir hayat sürdü.
Daha sonraları iki çocuğu oldu; kayınpederiyle kayınvalidesi öldü; evin idaresi genç çifte kaldı.
Bir sabah adam pencerenin önündeki masada otururken karısı ona kahvesini getirdi.
Adam tam fincan tabağına taşırarak kahveyi içmeye kalkışmıştı ki güneş üzerine vurdu ve ışınları duvara yansıyarak ileri geri oynaşan bir daire oluşturdu.
Terzi bunu görünce, "Evet, her şeyi açıklamak istiyor, ama yapamıyor işte" dedi.
Karısı, "Sen ne söylüyorsun, kocacığım? Ne demek istiyorsun?" diye sordu.
Adam cevap verdi. "Bunu sana söyleyemem."
Karısı tatlı dil dökerek kimseye bir şey söylemeyeceğine söz vererek onu konuşturdu. Bunun üzerine kocası, yıllar önce nasıl parasız pulsuz yollara döküldüğünü ve nasıl bir Yahudiyi öldürdüğünü ve o Yahudinin, son anda nasıl "Güneş her şeyi açıklayacak" dediğini anlattı.
İşte şimdi güneş açıklamak istemiş, ışınlarını duvara yansıtmış ve tavanda daireler çizmişti, ama yine de bir şey açıklayamamıştı!
Bunun üzerine adam karısına hiç kimseye bir şey söylememesini rica etti, aksi takdirde canından olacaktı! Kadın da söz verdi, ağzını açmaycaktı.
Ama adam yine işinin başına geçtiğinde dayanamadı, her şeyi gidip komşusuna anlattı ve kimseye bir şey söylememesini tembihledi.
Ne var ki, aradan üç gün geçtikten sonra bu sırrı şehirde bilmeyen kalmadı. Terzi mahkemeye çıkarıldı ve ölüm cezasına çarpıldı.
Yani güneş yine de her şeyi açıklamıştı!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Akıllı Terzi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar çok kibirli bir prenses vardı. Karşısına ne zaman bir damat adayı çıksa bilmece sorar, adam bilmeyince de alay ederek geri gönderirdi. Bir gün ilan etti ki, soracağı bilmeceyi kim bilirse onunla evlenecekti.
Derken üç erkek terzi prensese talip oldu. İçlerinden yaşlı olan ikisi çok zeki geçinirdi; bu kez de zekâlarına güvendiler. En genç olan üçüncü terzinin elinden doğru dürüst bir iş gelmezdi; yani ancak şansına güvenebilirdi.
Öbür iki terzi ona, "Sen evde kal. Bu kafayla bu işin altından kalkamazsın" dedi.
Ama küçük terzi onlara aldırış etmedi. Kafasına koymuştu bir kere; ardına bakmadan bu yolda gidecekti.
Üçü de prensesin karşısına çıktı; bilmecesini sormasını dilediler; deveye hendek atlatacak kadar zeki olduklarını düşünüyorlardı.
Prenses, "Başımda iki çeşit saç var, bunların rengi ne?" diye sordu.
Birinci terzi, "Bundan daha kolay ne var! Onların rengi siyah ve beyaz. Tıpkı beyaz örtüye serpilmiş tuzla karabiber gibi" dedi.
Prenses, "Yanlış tahmin ettin" dedi. "Sen söyle bakalım" diyerek İkinciye döndü.
O da, "Ne siyah, ne de beyaz. Kahverengiyle kırmızı; tıpkı babamın ceketi gibi" diye cevap verdi.
Prenses, "Yanlış tahmin ettin" diyerek üçüncüye döndü. "Sen biliyorsun galiba, söyle bakalım" dedi.
Küçük terzi küstahça, "Prensesin başında bir tel gümüş, bir tel de altın saç var; yani renkleri de öyle" dedi.
Prenses bunu duyunca sarardı; korkudan neredeyse yere düşecekti. Çünkü küçük terzi bilmişti! Oysa bunu dünyada hiç kimsenin bilemeyeceğini sanıyordu. Kendini toparladıktan sonra, "Beni henüz kazanmadın. Bir şey daha yapman gerekiyor. Aşağıdaki ahırda bir ayı kalmakta. Geceyi onun yanında geçireceksin. Oradan canlı çıkarsan benimle evlenebilirsin" dedi.
Terziden kurtulmayı düşünmüştü, çünkü o zamana kadar hiçbir insan ayının pençesinden kurtulamamıştı.
Küçük terzi yılmadı, hatta keyiflendi. "Başarının yarısı cesur olmaktan geçer" dedi.
Akşam olunca küçük terziyi ayının yanına soktular. Ayı hemen ona saldırarak pençesiyle hoş geldin demek istedi.
Oğlan, "Ağır ol bakalım! Dur da seni sakinleştireyim" diyerek sanki hiçbir şey olmamış gibi cebinden birkaç tane fındık çıkararak onları kırıp yedi.
Bunu gören ayının iştahı kabardı ve o da fındık istedi. Terzi elini cebine atarak ona bir avuç dolusu verdi; ama bunlar fındık değildi; çakıl taşıydı! Hayvan onları ağzına attı, ama istediği gibi çiğneyemedi. "Amma da aptal şeysin! Bir fındığı bile ısıramıyorsun" diye aklından geçirdi ayı.
"Şu fındıkları sen ısır" dedi terziye.
"Ne biçim şeysin sen! Koskoca ağzın var, ufacık bir fındığı bile ısıramıyorsun" diyen küçük terzi, cebinden taş yerine bir fındık çıkararak ısırdı ve onu ikiye böldü.
"Şunu bir kere de ben deneyeyim! Sana baktım da, bu iş pek zor değil gibi geldi bana. Ben de yapabilirim" dedi ayı.
Terzi ona yine çakıl taşı verdi. Ayı var gücüyle onları ısırmaya çalıştı. Başarabildiğini sanma!
Derken terzi ceketinin iç cebinden bir keman çıkararak güzel bir parça çaldı.
Ayı müziği işitince dayanamadı, oynamaya başladı.
Bir süre dans ettikten sonra bundan o kadar hoşlandı ki, "Bana bak, keman çalmak zor mu?" diye sordu terziye.
"Çok kolay; bak, sol elimin parmaklarını şuraya koyuyorum, sağ elimle de yayı çekiyorum; ondan sonra gıy! gıy! gıy! çalmaya başlıyorum" dedi terzi.
"Bunu ben de öğrensem! O zaman istediğim kadar çalar, dans ederim" dedi ayı. "Ne dersin? Bana ders verir misin?"
"Seve seve. Yeter ki, biraz yeteneğin olsun! Ama bakayım, pençelerin çok iri; tırnaklarını biraz kesmem gerekecek" diyen terzi, bir mengene alıp getirdi; ayı, pençelerini uzattı; oğlan onları güzelce mengeneye kıstırdı ve "Ben makas alıp dönünceye kadar bekle" dedi. Ayı homurdanadur- sun, oğlan samanlığın bir köşesine çekilerek derin bir uykuya daldı.
O akşam prenses ayının homurtularını işitince sandı ki, hayvan terziyi yuttu da keyiften homurdanıyor!
Bu yüzden ertesi sabah neşeyle uyanıp kalktı ve gidip ahıra baktı. Ama küçük terzi sudan yeni çıkmış balık kadar canlı ve dipdiri karşısında durmaktaydı.
Prenses hiç ses çıkarmadı; herkesin önünde söz verdiğine göre sözünü tutacaktı.
Kral bir araba çağırttı. Prenses terziyi de yanma alarak bu arabayla kiliseye gitti. Nikâh orada kıyılacaktı. Onlar gide- dursun, genç oğlanı çekemeyen öbür iki terzi ayının pençelerini mengeneden kurtardı. Ayı büyük bir öfkeyle arabanın peşine takıldı.
Prenses homurtuları ve bağırtıları duyunca çok korktu: "Eyvaah, ayı peşimizde! Seni yakalayacak" dedi.
Küçük terzi hazırdı; arabanın içinde amuda kalkarak bacaklarını pencereden çıkarıp sallamaya başladı ve ayıya seslendi: "Şu mengeneyi görüyor musun? Buradan çekip gitmezsen seni yine kıstırırım!"
Ayı bunu görünce gerisin geriye döndü. Bizim terzi de rahat rahat kilisenin yolunu tuttu. Orada prensesle nikâhları kıyıldı. Ömürlerinin sonuna kadar ikisi de mutlu yaşadı. İnanmayan beri gelsin!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Prens ile Prenses

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Vaktiyle bir kralın bir oğlu oldu. On altı yaşına bastığında bir geyik tarafından öldürüleceği yazılıydı yıldızında. İşte o yaşa geldiğinde avcılar onunla ava çıktılar. Ormanda prens onlardan ayrıldı. Derken bir geyik gördü; vurmak istedi, ama isabet ettiremedi. Geyik hep onun etrafında döndü dolaştı, ta ki ormandan çıkıncaya kadar. Ve ormanı terk eder etmez oğlanın karşısına geyik değil de koskoca bir adam çıktı: "Sonunda seni yakaladım. Peşinde koşmaktan şimdiye kadar altı çift cam paten eskittim" diyerek onu yanına aldı ve büyük bir nehirden geçerek koskoca bir saraya vardılar. Orada oğlan onunla birlikte sofraya oturup yemek yemek zorunda kaldı.Yemekten sonra kral, "Benim üç tane kızım var; en büyüğünün başında bir gece nöbet tutacaksın: Akşam saat dokuzdan sabah altıya kadar. Saat altıyı çalarken ben gelip sesleneceğim, bana cevap vermezsen yarın öldürüleceksin. Ama cevap verirsen kızım senin karın olacak" dedi.İki genç yatak odasına geldiklerinde orada taşlaşmış bir aziz duruyordu.Prenses ona, "Saat dokuzdan üçe kadar her saatte bir babam gelecek. Bir şey sorarsa prensin yerine sen cevap ver" dedi.Taşlaşmış aziz, sonunda hareketsiz kalıncaya kadar başını önce hızlıca, sonra yavaş yavaş salladı.Ertesi sabah kral oğlana: "İyi iş gördün, ama kızımı sana veremem; çünkü bu kez ortanca kızımın başında gece nöbeti tutacaksın. O zaman onu sana eş olarak verip vermeyeceğimi düşüneceğim. Ama saat başı kendim gelip bakacağım; sana seslendiğim zaman bana cevap vereceksin, vermezsen kendini ölmüş bil" dedi.İki genç yine yatak odasına gittiler; orada yine taşlaşmış, ama daha büyük bir aziz durmaktaydı. Prenses ona, "Babam bir şey soracak olursa cevabı sen ver!" dedi.Taşlaşmış aziz, sonunda hareketsiz kalıncaya kadar başını önce hızlıca, sonra yavaş yavaş salladı. Ve prens kapının eşiğine oturdu, elini başına yastık yaparak uykuya daldı.Ertesi sabah kral ona şöyle dedi: "İşini iyi yaptın, ama sana kızımı veremem. Şimdi küçük kızımın odasında bir geceliğine nöbet tutacaksın! Ki o zaman bakalım ortanca kızımı sana verir miyim diye düşüneceğim. Ama her saat başı geleceğim ve ben seslenince sen cevap vereceksin; vermezsen öldürüleceksin!"İki genç yine birlikte yatak odasına gittiler.Bu seferki aziz öbürkülerden çok daha büyük ve uzun boyluydu. Prenses ona: "Babam seslenecek olursa sen cevap ver!" dedi.Uzun boylu koca aziz yarım saat müddetle başını eğdi ve sonunda sessiz kaldı.Prens de kapı eşiğine oturduktan sonra uyuyakaldı.Ertesi sabah kral, "İyi nöbet tuttun, ama kızımı sana henüz veremem. Benim çok büyük bir ormanım var; bu sabahın altısından akşamın altısına kadar bu ormandaki bütün ağaçları kesersen o zaman düşünürüm" diyerek ona cam bir balta, cam bir keski ve bir de cam çapa verdi.Prens odun kesmek için ormana gelince daha ilk vuruşunda baltası ikiye bölündü; çapayla denedi, ama o da tuz buz oldu. Bunun üzerine çok üzüldü; o kadar ki, artık öleceğini sandı. Ve oturup ağlamaya başladı.Öğlen olunca kral kızlarına, "içinizden biri ona yemek götürsün!" dedi. Büyük kızla ortanca kız aynı anda "Ben götürmem" dedi. "Biz ona hiçbir şey götürmeyiz! Son gece nöbet tutan götürsün!"Böylece en küçük kız ormana gitti ve oğlana hal hatır sordu. Oğlan berbat durumda olduğunu, nasıl olsa öleceği için yemek istemediğini söyledi.Bunun üzerine kız bin dereden su getirerek onu razı etti ve oğlan biraz bir şeyler yedi.Yemekten sonra kız ona, "Gel ben senin biraz başını okşayayım da, ölümden başka şeyler düşünmeye çalış" dedi.Ve kız onu okşarken oğlana öyle bir yorgunluk bastı ki, hemen uyudu. Bunun üzerine genç kız mendiline bir düğüm attıktan sonra onunla üç kez yere vurarak "işçiler, dışarı" diye seslendi.Aynı anda bir sürü cüce ortaya çıkarak kraliçenin emirlerini sordular."Uç saat içinde ormandaki bütün ağaçları kesin ve odunları bir yığın halinde toplayın" dedi genç kız.Cüceler kendi akrabalarını da yardıma çağırarak işe başladılar. Üç saat sonunda her iş bitmişti! Kraliçenin yanına vararak durumu bildirdiler. O da yine mendilini çıkararak "işçiler, eve dönün!" diye seslendi. Hepsi ortadan kayboldu.Prens uyandığında kendini çok iyi hissetti. Kız ona:"Saat tam altıda saraya gel!" dedi. O da öyle yaptı.Kral ona, "Ormanı kestin mi?" diye sordu."Evet" dedi oğlan.Sofraya oturduklarında kral, "Ben kızımı henüz sana veremem!" dedi. Yani oğlan bunun için bazı şeyleri yerine getirmek zorundaydı. Ne yapması gerektiğini sordu.Kral, "Benim büyük bir havuzum var. Yarın sabah oraya git, onun çamurunu temizle. Öyle ki, ayna gibi pırıl pırıl yap! içinde de her çeşit balık olsun!"Ve ertesi sabah kral ona cam bir kürek vererek, "Saat altıda bu iş bitmiş olmalı" dedi.Prens havuzun yanına vardı; küreğini bataklığa daldırır daldırmaz cam kürek kırıldı; çamurları çapayla atmaya çalıştıysa da o da ikiye bölündü. Bu işe canı çok sıkıldı.Öğlen olup da en küçük prenses ona yemeğini getirip halini hatırını sorunca oğlan, kendisini çok fena hissettiğini, herhalde bu uğurda kellesini kaybedeceğini söyledi. "Kürek mürek kalmadı elimde, hepsi kırıldı" dedi.Kız ona merak etmemesini, önce yemek yemesini söyledi. "O zaman başka şeyler düşünürsün!" dedi.Ama prens "Hayır" dedi; yemek yiyemezmiş, çünkü çok, ama çok üzgünmüş! Kız yine bin dereden su getirdikten sonradır ki, oğlan iki üç lokma yemek yedi. Kız yine başını okşadı ve o yine uyuyakaldı.Kız yine cebinden çıkan mendili düğümleyip üç kez yere vurdu, "işçiler, dışarı!" diye seslenince de bir sürü cüce çıkagelerek ona ne istediğini sordu. Üç saat içinde havuzu temizleyeceklerdi; öyle ki, insan ona baktığında kendini görebilmeliymiş; tıpkı aynaya bakar gibi! Ayrıca içinde her cinsten balık da bulunmalıydı!Cüceler kendilerine yardım etsinler diye tüm akrabalarını topladılar.Ve iki saat içinde tüm işler bitti. Prensesin yanına vararak: "Emrettiğiniz şeyleri yaptık!" dediler.Bunun üzerine prenses yine mendiliyle üç kez yere vurarak "işçiler, ev dönün!" dedi.Hepsi eve döndü.Prens uyandığında havuz tertemiz olmuştu. Prenses de oradan ayrılmadan önce ona tam saat altıda saraya gelmesini söyledi.Ve oğlan saraya vardığında kral, "Havuz bitti mi?" diye sordu."Evet" dedi prens.Sofraya oturduklarında kral yine: "Havuzu temizledin, ama ben hâlâ kızımı sana veremem. Daha önce bir şeyler yapmalısın" dedi."Neymiş o?" diye sordu oğlan.Krala ait bir dağ varmış; o dağın üstündeki tüm çalılıkların kesilmesi gerekirmiş; ondan sonra da dağın tam tepesine bir saray inşa etmeliymiş; bu saray hayal gücünün ötesinde bir güzellikte olmalıymış; bunun için her türlü araç gereci kendisine verecekmiş!Oğlan ertesi sabah kalktığında kral ona cam bir balta ve yine cam bir kazma verdi; buna göre saat altıda her şey bitmiş olacaktı.Prens ilk çalılığa dalıp da baltasını kullandığında balta çok kısa ve ufak geldi, parçalanıverdi; kazma ise hiçbir işe yaramadı.Oğlan yine kara kara düşünmeye başladı ve sevgilisini bekledi. Acaba tekrar gelip onu bu sıkıntıdan kurtaracak mıydı?Nitekim öğlen olunca kız çıkageldi; yanında biraz yemek getirmişti. Oğlan ona her şeyi anlattı, birazcık yemek yedi, sonra başını okşattı ve uykuya daldı.Kız yine mendilini çıkararak yere vurdu ve "işçiler, dışarı!" diye seslendi. Yine bir o kadar cüce göründü; prensese ne istediğini sordular. O da:"Uç saat içinde tüm koruluktaki ağaçları keseceksiniz, yukarda, dağın tepesinde bir saray yapacaksınız; ki akıl almaz güzellikte olacak! Gerekli araç gereci orada bulacaksınız!" dedi.Cüceler kendilerine yardım etsin diye tüm akrabalarını çağırdılar.Üç saat sonra her iş bitmişti. Gelip prensese durumu anlattılar. Prenses de düğümlü mendilini çıkarıp üç kez yere vurduktan sonra "işçiler, eve dönün!" dedi.Hepsi eve döndü.Prens uyandığında her şeyin olup bittiğini görünce sevincinden kuş gibi havalara sıçradı.Saat altıyı çalarken birlikte saraya gittiler.Kral, "Saray yapıldı mı?" diye sordu."Evet" dedi prens.Sofraya oturduklarında, "Öbür kızlarımı evlendirmeden en küçük kızımı sana veremem" dedi kral.Prens ile prenses bu işe çok üzüldüler; hele prensin yanına hiç yaklaşılmıyordu.Ve o gece prensesle birlikte saraydan kaçtı. Bir süre yol aldıktan sonra prenses etrafa bakındığında babasının peşinden gelmekte olduğunu gördü."Eyvah, ne yapacağız şimdi? Babam peşimize düşmüş, bizi yakalayacak. Ben seni bir devedikenine dönüştüreyim, kendimi de bir güle; çalılıkta daha güvencede oluruz" dedi.Babası onların bulunduğu yere gelince karşısında bir çalılık, onun da ortasında bir gül gördü. Gülü koparmak isterken parmağına diken battı; bu işten vazgeçerek eve döndü.Karısı ona, çocukları niye beraberinde getirmediğini sordu. O da onlara çok yaklaştığını ancak sonra gözden kaybettiğini, sadece bir çalılık ve bir gülle karşılaştığını anlattı.Bunun üzerine kraliçe, "Sadece gülü koparsaydın devedikeni arkadan gelirdi" dedi.Kral gülü koparmak üzere tekrar o yere gitti. Ama bu arada iki genç oradan çoktan uzaklaşmış, tarlaların arasına dalmıştı. Kral peşlerine takıldı. Prenses bir ara yine etrafına bakındığında babasının gelmekte olduğunu gördü."Ne yapalım şimdi?" diye sordu. "Seni bir kilise yapayım, ben de rahip olayım! Kürsüye çıkıp vaaza başlayayım!" dedi.Kral oraya vardığında karşısında bir kilise gördü; kürsüde bir rahip vaaz vermekteydi. Vaazı dinledikten sonra yine saraya döndü."Keşke rahibi getirseydin" dedi karısı. "Kilise onun arkasından gelirdi. Seni gönderdim mi hep böyle oluyor işte! Başka çaresi yok, bu kez kendim gideyim bari!"Böylece uzun bir süre yol alan kraliçe ta uzaktan iki genci gördü. Yine etrafına bakınan prenses annesinin geldiğini görünce: "Eyvah, bu kez annem kendisi geliyor! Ben seni hemen bir göle dönüştüreyim, kendim de balık olayım!" dedi.Annesi oraya vardığında önünde ufak bir göl ve suda sıçramakta olan bir balık gördü. Ufak balık çok neşeliydi ve ikide bir kafasını sudan dışarı çıkarıyordu.Kraliçe balığı yakalamak istediyse de başaramadı. O zaman çok kızdı ve bütün gölün suyunu içti, böylece balığı yutuverdi; ama midesi öyle bulandı ki, hepsini kustu."Burada bir şey yapamayacağımı anladım" diye söylendi ve onları eve çağırdı.Sonra da saraya döndü. Kızına üç tane ceviz verdi. "Başın sıkışırsa bunlar sana yardım eder" dedi.İki genç tekrar birlikte yola çıktı.On saat yol aldıktan sonra prensin sarayına vardılar; saray bir köyün ortasındaydı. O köye vardıklarında prens:"Sen burada kal tatlım, saraya önce ben gireyim; sonra araba ve hizmetçilerle gelir seni alırım" dedi.Saraya girdiğinde herkes o kadar sevindi ki! O şimdi bir nişanlısı olduğunu ve onu köyde bıraktığını söyleyerek bir araba hazırlattı; gidip kızı alacaklardı.Araba koşuldu, hizmetçiler bindi. Tam prens de binerken annesi ona bir öpücük verdi; o anda oğlan her şeyi unuttu. Annesi saraya dönme emri verince hep birlikte geri döndüler.Kızsa köyde bekledi, bekledi ve hep kendisini gelip alacaklar diye bekledi. Ama gelen olmadı.Bir değirmene sığınan kız saraylı olduğunu savundu.Geçinebilmesi için her gün öğleden sonra su başına oturup kap kacak temizlemesi gerekiyordu.Bir gün kraliçe saraydan çıkarak su kenarında gezintiye çıktı ve çalışkan kızı gördü."Ne kız ama! Çok hoşuma gitti!" diye konuştu. Herkes kıza baktı, ama kimse onu tanımadı.Aradan uzun bir zaman geçti; kız namusuyla değirmencinin yanında çalıştı.Bu arada kraliçe çok uzaklardan gelen oğlu için bir gelin aramaktaydı. Gelin bulunursa hemen düğün yapılacaktı. Olanları görmek isteyen pek çok kişi toplandı.Bizim kız değirmenciden izin istedi. Değirmenci ona, "Çekinme, sen de git oraya!" dedi.Ama kız oraya gitmeden önce üç cevizden birini kırdı; içinden çok güzel bir elbise çıktı! Hemen onu giyerek kiliseye gitti ve tam kürsünün yanında yer aldı.Derken gelinle damat çıkageldi, rahibin karşısında oturdular. Rahip onları vaftiz edeceği sırada gelin yan tarafta duran kızı görünce ayağa kalktı ve vaftiz edilmek istemediğini söyledi; şu yan taraftaki kızın üstündeki gibi bir elbisesi olmadığı sürece evlenmeyecekti!Düğün alayı geri döndü. Kıza, üzerindeki giysinin satılık olup olmadığını sordular. Kız bunun satılık olmadığını, ama bir şey karşılığında elde edilebileceğini söyledi. Gelin bunun ne olduğunu sorunca kız, geceyi damadın yatak odasının eşiğinde geçirdiği takdirde elbiseyi ona verebileceğini söyledi. Gelin bu öneriyi kabul etti.Ve hizmetçilere prense uyku ilacı içirmelerini tembih etti.Genç kız o gece kapı eşiğinde yattı ve ağlaya ağlaya başına gelenleri anlattı: kendisi onun için bütün ormanı baltalatmıştı, gölü temizlemişti, onun için bir saray yaptırmıştı; o ise sevdiği kızı nasıl birden unutuvermişti?Ne var ki, prens bunların hiçbirini duymadı. Ama hizmetçiler hepsini duydukları halde buna bir anlam veremediler.Ertesi sabah herkes uyanınca gelin yeni giysisini giyerek damatla birlikte kiliseye gitti. Bu arada genç kız ikinci cevizi kırdı; onun içinden daha güzel bir elbise çıktı; onu giyerek kiliseye gidip kürsünün yanındaki yerini aldı.Her şey aynen geçen seferki gibi oldu.Sonuçta genç kız bir gece daha kapı eşiğinde geceledi; hizmetçiler yine damada bir içki sundular, ama bu kez içinde uyku ilacı yerine onu uyanık tutacak bir şey attılar.Ve damat yatağa yattı.Kapının eşiğinde yatmakta olan değirmenci kız yine onun uğruna neler yaptığını ağlaya ağlaya anlattı.Prens bunu duyunca çok üzüldü ve birden geçmişte olan her şeyi hatırladı. Hemen kızın yanına gitmek istedi, ama annesi kapıyı kilitlemişti.Ertesi sabah ilk işi sevgilisinin yanına varmak oldu ve ona her şeyi anlattı; onu unuttuğu için kendisine kızmamasını rica etti.Bunun üzerine genç kız üçüncü cevizi de kırdı; bu kez içinden çok, ama çok daha güzel bir elbise çıktı. Hemen onu giyerek nişanlısıyla birlikte kiliseye gitti.Bir sürü çocuk çıkagelerek onlara çiçek verip önlerine renkli kurdeleler serdiler.Genç çiftin nikâhı kıyıldı. Düğün çok neşeli geçti.Ama sahte anneyle uyduruk gelin oradan uzaklaştırıldı.Bunu kim anlattıysa dili hâlâ kurumamıştır!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Gökten İnen Düven

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir çiftçi vardı ve bir çift öküzünü sabana koşarak tarla sürmeye kalkıştı. Ama birden iki öküzün boynuzları o kadar büyüdü ki, çiftliğin kapısından giremediler. Neyse ki o sırada oradan bir kasap geçiyordu. Adam öküzleri ona verdi ve şöyle pazarlık etti: çiftçi kasaba bir ölçek tohumluk buğday tanesi getirecek, o da her buğday için bir kuruş ödeyecekti. Yani iyi bir pazarlıktı bu!Çiftçi eve döndü, bir çuval buğdayı sırtına vurarak yola çıktı, ama bu arada çuvaldan bir tek buğday düşüp kayboldu.Kasap ona anlaştıkları gibi para ödedi; çiftçi o buğday tanesini kaybetmeseydi daha fazla para alacaktı. Eve dönerken bir de baktı ki, o tohumdan koskoca bir ağaç yükselmiş ve ta cennete kadar uzanmış."Fırsat bu fırsat, şu ağaca çıkıp bakayım, yukarıda melekler ne yapıyor? Kendi gözlerimle göreyim" dedi çiftçi.Ağaca tırmandı. Bir de baktı ki, melekler yukarıda yulaf dövmekte. Onları seyretti, ama seyrederken üzerine bindiği ağaç sallanmaya başladı. Derken aşağı baktı, biri ağacı kesmek istiyordu."Aşağı düşersem hapı yuttum demektir!" diye söylendi kendi kendine. İçine düştüğü bu kötü durumdan kurtulmak için ne yapacağını bilemedi. Bunun üzerine yulaf saplarından bir halat ördü; cennetten bir kazmayla bir düven alarak halat yardımıyla aşağıya indi.Yeryüzüne ayak basar basmaz kendini derin bir çukurda buldu. İyi ki yanında kazma vardı, onunla kendine çukurun dibinden yukarıya doğru bir merdiven kazarak yukarı çıktı. Başından geçenleri kanıtlamak için de yanına bir düven almıştı işte!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Usta Avcı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar genç bir oğlan vardı, meslek olarak çilingirlik öğrenmişti. Bir gün babasına artık dünyayı dolaşmak istediğini söyledi. Babası, "Buna sevindim, iyi fikir!" dedi. Bu seyahat için ona para da verdi.Oğlan yola çıkarak kendine iş aradı. Çilingir olarak hiçbir yerde dikiş tutturamayınca avcılığa merak sardı. Derken günün birinde yeşil elbiseli bir avcıyla karşılaştı; adam ona nereden gelip nereye gittiğini sordu. Oğlan çilingir olduğunu, ama artık mesleğinden hoşlanmadığını, avcılığı öğrenmek istediğini söyleyerek kendisini yanına alıp alamayacağını sordu. "Benimle gelmek istersen olur!" dedi avcı.Oğlan onunla gitti, yıllarca yanında çalışarak avcılığı öğrendi. Avcı ona ödül olarak bir av tüfeği verdi; öyle özel bir tüfekti ki bu, insan onunla her attığını vuruyordu. Ve oğlan vedalaştıktan sonra oradan ayrıldı.Oğlan koskoca bir ormana geldi, öyle ki bir günde öbür ucuna varamadı.Akşam olunca vahşi hayvanlardan korunmak için bir ağaca çıktı. Gece yarısına doğru ta uzakta sanki ufak bir ışık gördü. Ağaç dalları arasında ışığın geldiği yönü saptadı. Sonra başındaki şapkayı o yöne doğru fırlattı. Böylece ağaçtan indikten sonra gideceği yolu belirledi. Sonra ağaçtan inerek dosdoğru yürüyüp şapkasını buldu ve başına geçirdi. Yürüdükçe ışık büyüdü ve iyice yaklaştığında koskocaman bir ateş yakıldığını gördü. Bu ateşin başında üç tane dev şişe geçirilmiş bir öküz kızartıyordu. Bir tanesi, "Şunun tadına bakayım, iyi kızarmış mı?" diyerek bir parça et kesip ağzına yaklaştırdı. Ama aynı anda avcı devin elindeki eti vurup yere düşürdü.Dev, "Rüzgâr savurdu" diye homurdanarak bir parça daha aldı. Tam ağzına atacağı sırada avcı onu da vurup yere düşürdü. Bu kez dev, yanında oturana bir tokat atarak, "Ne diye benim etimi alıyorsun?" diye öfkeyle söylendi."Ben almadım, keskin bir nişancı ateş etti herhalde" diye cevap verdi.Dev üçüncü parçayı ağzına atacakken olmadı, o da yere düştü, çünkü avcı yine ateş etmişti. Bu kez devler, "Bu adam müthiş bir nişancı, işimize yarayabilir" dediler ve "Nişancı, gel ateş başına, yemek ye! Sana bir şey yapmayacağız!" diye seslendiler.Oğlan yanaşarak kendisinin usta bir avcı olduğunu ve her attığını vurduğunu anlattı. Devler kendileriyle gelirse rahat edeceğini söylediler. Ormanın dışında büyük bir nehir varmış, nehrin başında da bir kule; o kulede bir prenses kalıyormuş. Niyetleri onu kaçırmakmış!"Olur!" dedi oğlan. "Onu kaçırıldı bilin!"Devler devam etti: "Ama bu iş o kadar kolay değil! Avluda bir köpek var, kim yanına yaklaşırsa havlamaya başlıyor. Kuledeki muhafızlar da hemen uyanıyor. Bu yüzden biz yaklaşamıyoruz. Sen o köpeği vurabilir misin?""Bu iş benim için çocuk oyuncağı!" dedi oğlan. Bir kayığa binerek kuleye yaklaştı. Karaya ayak basar basmaz köpek ona doğru koşmaya başladı; tam havlayacakken oğlan tüfeğini omuzladığı gibi ateş etti ve hayvanı öldürdü.Devler bunu görünce sevindi, artık prensesi ele geçirdik diyorlardı. Ama avcı oğlan önce bu işi nasıl yapabileceğini görmek için devlere dışarıda beklemelerini, kendilerini daha sonra çağıracağını söyledi. Sonra kuleye girdi. Her taraf sessizdi, herkes mışıl mışıl uyuyordu.Birinci odaya girdiğinde duvarda asılı bir pala gördü; saf gümüşten yapılmıştı ve üzerinde altın harflerle kralın ismi yazılıydı. Palanın önündeki masada mühürlü bir mektup vardı; açıp okudu. Kim bu palayı alırsa karşısına her çıkanı öldürebilirdi!Palayı duvardan alarak kuşandı ve sonra içinde prensesin uyumakta olduğu ikinci odaya girdi. Kız o kadar güzeldi ki, oğlan durup ona baktı ve sanki nefesi kesildi. Kendi kendine "Bu güzel kızı nasıl devlere veririm ben! Zaten niyetleri kötü!" diye söylendi. Etrafına bakındı, yatağın altında bir çift terlik vardı. Sağ terlikte bir yıldızla kızın babasının adı, soldakinde yine bir yıldızla kızın adı yazılıydı. Kızın boynunda altın sırmalı büyük bir ipek atkı vardı; bu atkının sağ tarafına babasının adı, sol tarafına da kendi adı altın harflerle işlenmişti.Avcı eline bir makas alarak atkının sağ yanını keserek zembiline attı, kralın isminin yazılı olduğu sağ terliği de!Kız hâlâ uyuyordu, ama üzerinde gecelik vardı. Oğlan bu gecelikten bir parça keserek zembiline attı; tüm bunları genç kıza hiç elini dokundurmadan yaptı. Sonra oradan ayrıldı ve kızı hiç rahatsız etmeden uyumaya bıraktı. Dış kapıya vardığında devler onu beklemekteydi. Oğlanın kızı beraberinde getirdiğini sandılar, ama o içeri girmeleri için seslendi. Kızı kaçırdığını, ama kapıyı açamadığını anlattı. Onlara şuradaki delikten geçip içeri girmelerini söyledi.Birinci dev o delikten kafasını uzatınca oğlan elini onun saçlarına dolayarak başını içeri çekti ve palasıyla bir vuruşta kafasını uçurdu.Sonra ikinci deve seslendi, onun da aynı şekilde kafasını kesti. Sonra da üçüncüyü hakladı. Kızı düşmanlarından kurtardığı için çok seviniyordu. Üç devin de dillerini keserek zembiline attı."Gidip babama anlatayım neler yaptığımı, ondan sonra da şansımı yine denemek için yola çıkarım!" diye aklından geçirdi.Kuledeki kral uyanıp ölmüş devleri görünce kızının yatak odasına koşarak onları kimin öldürdüğünü sordu."Ne bileyim babacığım, ben uyuyordum!" diye cevap verdi kız. Sonra yataktan kalkıp terliklerini arayınca sağdakinin eksikliğini, boyun atkısına baktığında sağ yanının kesildiğini ve geceliğini gözden geçirdiğinde bir kısmının parçalanmış olduğunu gördü.Kral bütün saray halkını ve muhafızlarını topladı ve kızını kimin kurtardığını sordu. Derken tek gözlü ve çirkin bir yüzbaşı bunu kendisinin yaptığını söyledi. Kral o zaman adama kızıyla evlenebileceğini söyledi. Ama kızı "Babacığım, onunla evlenmektense dünyanın öbür ucuna giderim; ta ki dermanım kalmayıncaya kadar!" dedi.Kral ona yüzbaşıyla evlenmeyecekse tüm giysilerini bırakıp köylü elbisesi giymesini ve sarayı terk etmesini söyledi. Sonra da bir çömlekçinin yanına gidip çanak çömlek satmasını emretti.Kız giysilerini çıkararak köylü kıyafetine büründü ve bir çömlekçinin yanına girerek orada çalışmaya başladı. Adama da gün boyu kazandığı parayı ona vereceğine dair söz verdi.Kral bir köşeye çekilip mallarını orada sergileyerek satmasını emretti. Sonra da çanak çömleğin üzerinden geçerek hepsini paramparça edecek bir sürü araba gönderdi.Kız mallarını serer sermez arabalar hepsinin üzerinden geçerek onları paramparça etti. Kız "Ah Tanrım, ben bunları şimdi nasıl ödeyeceğim?" diye ağlamaya başladı. Ama kör yüzbaşıyla evlenmek yerine çanakçının yanına gidip ondan borç çanak çömlek istedi. Adam reddetti ve daha önceki borçlarını ödemesini istedi.Bunun üzerine kız, babasının yanına vararak bağırıp çağırdı ve alıp başını gideceğini söyledi.Kral, "Senin için ormanda ufak bir ev yaptıracağım. Hep orada oturacaksın ve her gün pişirdiğin yemekleri insanlara dağıtacaksın, ama karşılığında para almayacaksın!" dedi.Ev bittiğinde kapısındaki tabelada şöyle yazılıydı: "Bugün bedava, yarın parayla."Bu, avcının da kulağına geldi. Kendi kendine, "Bu tam bana göre; fakirim, param da yok!" diye söylendi.Tüfeğini ve içinde vaktiyle saraydan aldığı şeylerin bulunduğu zembilini sırtlayarak ormana gitti. Uç devin kafasını uçuran palayı da kuşanmıştı. "Bugün bedava, yarın parayla" levhasının asılı olduğu ufak evi buldu. Böylece ufak eve girerek biraz yemek istedi.Güzel kızı görünce de bayağı sevindi, çünkü kız gerçekten çok güzeldi. Oğlana nereden geldiğini ve nereye gideceğini sordu. Oğlan, "Dünyayı dolaşıyorum işte!" diye cevap verdi.Kız ona palayı nerden bulduğunu sordu, çünkü üzerinde babasının adı yazılıydı. Oğlan da ona "Yoksa sen kralın kızı mısın?" dedi. "Evet" diye cevap verdi kız. Oğlan "Bu palayla üç devin kafasını uçurdum" diyerek kanıt olarak zembilinden çıkardığı zilleri, sonra terliği, boyun atkısını ve geceliğin bir parçasını gösterdi.Kız çok sevindi ve kendisini kurtaranın o olduğunu anladı. Birlikte kralın yanına vardılar, onu alarak yatak odasına geçtiler. Kız babasına kendisini devlerden kurtaranın bu delikanlı olduğunu söyledi. Kral kanıtları da görünce artık tereddüt etmedi, ama her şeyin nasıl olup bittiğini de bilmek istedi. Sonra da oğlanı damat olarak kabullendi.Onu yabancı bir soylu kıyafetine soktular. Kral mükemmel bir ziyafet verdi. Sofrada prensesin solunda kör yüzbaşı, sağında da avcı oğlan yer aldı. Yüzbaşı onun yabancı bir misafir olduğunu düşündü.Neyse, yenildi içildi. Derken kral, yüzbaşıya dönerek bir bilmece sordu: "Biri çıkıp da üç tane dev öldürdüğünü söylese, ona devlerin dillerinin nerede olduğu sorulsa, o da devlere baktıktan sonra onların dilsiz olduğunu iddia etse siz ne dersiniz?"Yüzbaşı cevap verdi: "Herhalde dilleri yoktu derim.""Olmaz öyle şey. Her hayvanın dili olur" dedi kral ve yine sordu: "Aksini iddia edene ne yapardınız?""Vücudunu kesip dörde bölerdim" dedi yüzbaşı. Ve böylelikle kendi cezasını kendi buldu.Prenses avcıyla evlendi. Oğlan daha sonra anne ve babasını da yanına aldı. Hep birlikte mutlu yaşadılar. Kralın ölümünden sonra da krallık onlara kaldı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Yahudinin Zoru

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar zengin bir adam vardı; seyisi sabah erkenden kalkar, akşam saatlerine kadar hakkıyla çalışırdı ve en zor işlerin altından kalkardı. Hiçbir zaman şikayette bulunmazdı, her şeyi hoş görürdü ve hep neşeliydi.Bu seyis bir yıl böyle çalıştıktan sonra efendisi ona hak ettiği ücreti vermeyip aklından şöyle geçirdi:"Ona para vermezsem hem biriktirmiş olurum, o da benden ayrılıp gitmez, burada kuzu kuzu çalışır."Seyis hiç sesini çıkarmadı ve bir yıl daha çalıştı, ikinci yılın sonunda da para alamadı, yine de razı olarak bir süre daha kaldı.Üçüncü yıl sona erdiğinde efendisi elini cebine attı, ama para falan çıkarmadı. Sonunda seyis dayanamadı ve:"Efendim, üç yıl çalıştım, n'olur bana hakkım olan parayı verin; niyetim buradan ayrılıp biraz dünyayı dolaşmak" dedi.Cimri herif şöyle cevap verdi:"Evet, çocuğum, bana durmadan çalıştın. Ona göre sana ödeme yapmam lazım" diyerek elini cebine attı ve ona üç tek lira verdi: "Her yıl için bir lirayı hak ettin; bu büyük bir para, her yerde kazanamazsın."Paradan anlamayan seyis sermayesini okşadıktan sonra: "Paranı aldın işte, bundan sonra ne diye ağır işlerle uğraşaçaksın ki" diye aklından geçirdi.Ve oradan ayrıldı; az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti, içinden geldiği gibi hoplaya zıplaya şarkılar söyledi. Derken bir çalılığa gelince karşısına bir cüce çıktı:"Nereye gidiyorsun böyle, kardeş? Gördüğüme göre hiç sıkıntın yok senin?" dedi."Ne sıkıntım olsun ki?" diye cevap verdi seyis: "Üç yıllık ücretimi cebe attım nasılsa.""Ne kadarmış o?" diye sordu cüce."Üç çil lira! Sayıda hata yok.""Dinle" dedi cüce. "Ben fakir bir adamım, paraya ihtiyacım var, o üç lirayı bana hediye olarak ver; ben artık çalışamıyorum, oysa sen gençsin, ekmeğini kolay kazanırsın."Seyis yufka yürekliydi, cüceye acıdığı için ona bütün parasını vererek "Al sen şunu, Tanrı bana yardım eder" dedi.Bunun üzerine cüce, "Ne kadar iyi kalpli olduğunu görüyorum, o zaman ben de senin üç isteğini yerine getireceğim, o üç liraya karşılık" diye cevap verdi."Biraz atıyorsun galiba! Peki o zaman! Önce kuş vurmak için her attığını vuran bir kamıştan boru istiyorum; ikinci olarak da okşadığım zaman kendi kendine çalarak herkesi oynatan bir keman; üçüncüsü de, birine bir ricada bulunduğumda bu ricanın reddedilmemesi.""Bu dediklerinin hepsi olacak" dedi cüce ve elini çalılığa atar atmaz orada, sanki önceden sipariş edilmiş gibi, bir kemanla bir kamış boru görüldü. Onları seyise vererek, "Ne zaman olursa olsun, sen bir ricada bulunduğunda hiç kimse bunu reddetmeyecek" dedi."Bundan iyisi can sağlığı" diye kendi kendine söylenen seyis yoluna devam etti. Derken uzun, keçi sakallı bir Yahudiyle karşılaştı; adam öylece durmuş, bir ağacın tepesindeki kuşun ötüşünü dinlemekteydi.Yahudi, "Tanrının hikmetine bak! Şu ufacık kuşun sesi ne kadar da gür! Keşke benimki de öyle olsa! Ah, bir aşağıya inse" diye seslendi.Seyis "Bütün istediğin buysa kolay! Kuşu aşağı indireyim ben" diyerek kamış boruyla nişan aldı ve vurdu; kuş çalılığa düştü."Hadi git onu al, maskara" dedi Yahudiye."Şu herifi başımdan al, ya Rabbi! Niyetim şu kuşu ele geçirmek; nasılsa vurulmuş bir kere" diye konuştu Yahudi. Sonra yere yattı ve sürünerek çalılığa yaklaştı. Ama çalılığı çeviren dikenli tele takılı kaldı. Onun bu haline acıyan seyis kemanını alarak çalmaya başladı. Yahudi hemen ayağa kalkarak hoplayıp zıpladı. Seyis ne kadar çaldıysa adam bir o kadar oynadı. Ama bu arada çalılıktaki dikenler pejmürde giysisini parçaladı, keçi sakalını dağıttı, vücudunun her tarafına battı."Aman Tanrım" dedi Yahudi. "Keman benim neyime! Sustur şunu da ben de oynamayayım."Ama seyis çalmayı kesmedi ve şöyle düşündü: "Sen herkesi sömürüp durdun, dikenler sana batsın da gör bakalım!"Ve keman çalmayı sürdürdü; Yahudi de durmadan hopladı sıçradı. Her sıçrayışında da ceketi dikenlere takılıyordu."Öf be!" diye haykırdı Yahudi. "Şu adam keman çalmayı keserse ona bir torba dolusu altın isterse veririm.""Madem ki bu kadar cömertsin, ben de müziği keseyim bari. Doğrusunu istersen güzel dans ediyorsun" diyen seyis, bir torba altını alarak oradan ayrıldı ve yoluna devam etti.Yahudi orada öylece kaldı, hiç ses çıkarmadı, ta ki seyis gözden kayboluncaya kadar; ama sonra var gücüyle haykırdı:"Seni gidi sokak kemancısı! Çatlak ses! Seni bir yakalarsam o paraları ağzına tıkayacağım senin" diye küfürler yağdırdı.Biraz ferahlamıştı; derin bir nefes aldı. Sonra doğru şehre inerek hâkimin huzuruna çıktı."Hâkim bey, şu halime bir baksanıza! Yolda giderken imansız biri çıktı karşıma ve beni fena halde dövdü, giysilerimi parçaladı. Biriktirdiğim parayı da alarak beni fakir bıraktı. O altın paralar, her biri diğerinden güzel, çil çil altınlar! O adamı hapse atın" dedi.Hâkim, "Seni bu hale sokan kılıçlı bir asker miydi?" diye sordu."Yok efendim" dedi Yahudi. "Kılıcı falan yoktu, ama yanında bir kamış boru vardı, sırtında da bir keman asılıydı. Yani onu tanımak kolay."Hâkim adamlarını göndererek onu arattırdı; derken seyisi buldular. Seyis ağır ağır yürümekteydi, altın parayla dolu torba da yanındaydı. Kendisini mahkemeye çıkardıklarında:"Ben Yahudiye dokunmadım, onun parasını çalmadım. Bana onu kendisi verdi, karşılığında keman çalmayı keseyim diye! Çünkü müziğe tahammül edememişti" dedi.Yahudi "Yalan valla!" diye haykırdı. "Dakikada bin yalan söylüyor!Hâkim de seyisin söylediğine inanmamıştı."Bu yeterli bir bahane değil! Bir Yahudi böyle yapmaz" diyerek seyisi hırsızlıktan dolayı asılmakla cezalandırdı.Seyis asılmaya götürülürken Yahudi arkasından, "Namussuz, pis kemancı, şimdi hak ettiğin cezayı buldun" diye bağırdı.Seyis cellatla birlikte ağır ağır darağacının merdivenlerinden çıktı, son basamaktayken hâkime dönerek:"Ölmeden önce bir isteğim var, onu yerine getirmeme izin verin" dedi."Olur" dedi hâkim, "Ama sakın af talep etme.""Etmeyeceğim. Sadece bırakın da kemanımı bir kez daha çalayım" diye cevap verdi seyis.Yahudi bir çığlık attı. "Aman efendim, sakın izin vermeyin, izin vermeyin!"Hâkim, "Niye onu kısa zaman için neşelendirmeyeyim ki? Bırakın çalsın" dedi.Ve onun bu sözlerine elbette kimse karşı çıkamadı. Yahudi yine:"Sakın ha! Sakın ha! O zaman beni sımsıkı bağlayın, sımsıkı bağlayın" diye haykırdı.Seyis kemanını çenesine güzelce yerleştirdi ve başladı yay çekmeye; daha ilk notaları çalarken her şey titremeye ve sarsılmaya başladı; hâkim, yazıcı ve mübaşir, başladılar oynamaya. Yahudiyi bağlamak isteyenin elinden düğüm çözülüverdi; ikinci düğüm atılırken bütün bacaklar havaya kalktı; cellat da seyisi serbest bırakarak dansa hazırlandı. Üçüncü düğüm atılırken hâkimle Yahudi de başı çektiler; en iyi hoplayıp zıplayan onlardı. Derken yaşlısıyla, genciyle, şişmanıyla, zayıfıyla kim varsa, birbirini geçmek için havalara zıpladılar hep. Bu arada kafaları çarpıştı ve bu kez acıyla bağrışmaya başladılar.Sonunda hâkim soluk soluğa kaldı:"Sana hayatını bağışlıyorum, yeter ki şu keman çalmayı kes" dedi.Seyis kemanı çalmayı kesti, boynuna astıktan sonra tekrar darağacının merdivenlerinden indi. Yerde yatan ve hâlâ kesik kesik soluyan Yahudinin yanına vararak:"Bana bak maskara" dedi. "Şimdi parayı nerden bulduğunu söyle bakalım! Yoksa kemanımı boynumdan çıkarır ve yine çalmaya başlarım, ona göre.""Ben hep çaldım! Ben hep para çaldım" diye haykırdı Yahudi, "Sense paranı hakkıyla kazandın."Bunun üzerine hâkim onu hırsızlıktan dolayı astırdı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kefen Bezi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir annenin yedi yaşında bir oğlu vardı. Çocuk o kadar güzeldi ki, ona bakanın gözü kalıyordu. Annesinin de dünyada ondan fazla sevdiği biri yoktu. Derken bir gün çocuk hastalanıverdi ve Tanrı onu yanına aldı. Anneyi kimse yatıştıramadı; kadıncağız gece gündüz ağladı.Çocuk gömüldükten sonra da hayattayken oturup oyun oynadığı yerlerde görünmeye başlandı. Annesi ağladı, o da ağladı. Ertesi sabah çocuk görünmez oldu.Ama annesi ağlamayı kesmeyince çocuk bir gece tabutun içindeki kefene sarılı olarak göründü; başında bir çelenk vardı. Yatağın ayak ucuna oturarak, "Anneciğim, bırak artık ağlamayı, yoksa tabutumda rahat edemiyorum, çünkü senin gözyaşların kefenimi ıslatıyor hep" dedi.Bunu duyan annesi dehşet içinde kaldı ve bir daha ağlamadı.Bir gece sonra çocuk yine çıkageldi, elinde bir mum tutuyordu. "Bak gördün mü, gömleğim neredeyse kurudu; artık mezarımda rahatım" dedi.Annesi Tanrı'ya şükretti, yasını sakin sakin ve sabırla tuttu.Çocuk bir daha görünmedi, çünkü öbür dünyadaki yatağında mışıl mışıl uyuyordu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kirpi Hans

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir köylü vardı, yeterince parası ve toprağı vardı, ama öte yandan şansız sayılırdı. Çünkü karısıyla onun hiç çocukları olmamıştı. Öbür köylülerle kasabaya indiğinde, çocuğu olmuyor diye hep kendisiyle dalga geçerlerdi.
Sonunda o kadar kızdı ki, eve döndüğünde karısına, "Ben bir çocuk istiyorum; olsun da isterse kirpi olsun" dedi.
Ve karısı bir çocuk doğurdu; ama çocuğun belden yukarısı oklu kirpi, belden aşağısı insandı.
Karısı bu çocuğu görünce dehşet içinde kalarak, "Gördün mü ne halt ettiğini" dedi.
Kocası, "Yapacak bir şey yok; çocuğun vaftiz edilmesi gerekir, ama ona vaftiz babası bulamayız" dedi.
"Ona Kirpi Hans adını koyacağız herhalde, başka çaremiz yok" diye karşılık verdi karısı.
Kilisede vaftiz edildikten sonra rahip, "Okları yüzünden her yatakta yatamaz" dedi.
Bunun üzerine sobanın arkasına samandan bir yatak yaptılar ve Kirpi Hans'ı oraya yatırdılar.
Çocuk anasının sütünü de ememedi; çünkü okları kadının göğsüne battı hep.
Bu şekilde sobanın arkasında sekiz yıl boyunca yatıp kaldı. Babası artık bıkmıştı, keşke ölse diye düşünüyordu. Ama çocuk ölmedi, hep orada yatakaldı.
Derken bir gün şehirde büyük bir pazar kuruldu. Köylü oraya gitmek istedi, daha önce karısına "Sana ne getireyim?" diye sordu.
"Biraz etle beyaz ekmek, ayrıca eve ne lazımsa öyle şeyler işte" dedi kadın.
Ama hizmetçi kız bir çift terlikle uzun çorap istedi. Adam son olarak oğluna da sordu: "Ya sen Kirpi Hans, sen ne istersin?"
Beriki, "Babacığım, bana bir gayda getir" dedi.
Neyse; köylü pazardan ev döndüğünde karısına istediği şeyleri, yani etle beyaz ekmeği; hizmetçi kıza terliklerle çorapları verdi. Sonra da sobaya yaklaşarak Kirpi Hans'a istediği gaydayı verdi.
Oğlan gaydayı aldıktan sonra, "Babacığım, demirciye git de benim horozuma bir çift nal çaktır. Ben ona binip gideceğim, bir daha geri dönmeyeceğim" dedi.
Babası ondan kurtulacağına sevindi ve horoza nal taktırdı. Bu iş bittikten sonra Kirpi Hans ona binerek yola çıktı ve ormanda otlatmak üzere yanına domuzlarla eşekleri de aldı.
Ormana varınca horozla birlikte büyük bir ağaca uçarak dallarından birine tünedikten sonra domuzlarla eşekleri otlattı.
Orada yıllarca kaldı; domuz sürüsü ve eşek sürüsü öyle büyüdü ki! Babasının bunlardan hiç haberi olmadı. Oysa Kirpi Hans ağaçta oturup hep gayda çalıyordu ve yaptığı müzik çok güzeldi.
Günün birinde kral yolunu şaşırarak oradan geçti ve müziği işitti. Çok şaşırdı ve uşağına gidip bakmasını ve bu müziğin nereden geldiğini bulmasını emretti. Kendisi etrafına bakındıysa da ağaçta oturan ufak bir hayvandan başka bir şey göremedi. Bu hayvan bir horozdu, sırtında da bir kirpi oturmuş gayda çalıyordu.
Kral uşağına, onun neden orada oturduğunu ve saraya giden yolu bilip bilmediğini sormasını söyledi.
Kirpi Hans ağaçtan inerek yolu göstermek istediğini söyledi. Ancak şu şartla: Kral saraya varır varmaz kendisini ilk karşılayanı Hans'a verecekti!
Kral şöyle düşündü: "Kabul edebilirim, Kirpi Hans nasılsa anlamaz, ben pusulaya ne istersem yazarım."
Ve sonra mürekkep hokkasıyla tüy kalemi alarak bir şeyler karaladı. Bu iş bittikten sonra Kirpi Hans ona sarayın yolunu gösterdi; o da sağ salim oraya vardı.
Babasının gelmekte olduğunu ta uzaktan gören kızı o kadar sevindi ki, krala doğru koştu ve onu öptü.
Kralın aklına Kirpi Hans geldi ve olan bitenleri kızına anlattı. Horoza binmiş acayip bir hayvanla nasıl karşılaştığını, onun nasıl güzel gayda çaldığını, ona sarayın yolunu sorduğunu, karşılığında da kendisini ilk karşılayacak olanı ona vereceğine dair bir kâğıt imzaladığını, Kirpi Hans okuma bilmediğine göre bunda bir sakınca görmediğini anlattı.
Prenses buna sevindi ve "İyi yapmışsın" dedi ve kendisinin asla oraya gitmeyeceğini vurguladı.
Kirpi Hans hiç bıkmadan eşeklerle domuzları otlattı; neşesi hep yerindeydi ve gaydasını çalıp duruyordu.
Derken günün birinde başka bir kral maiyetiyle birlikte oradan geçti. O da yolunu şaşırmıştı ve saraya nasıl gideceğini bilemedi; çünkü orman o kadar büyüktü ki! Derken uzaktan güzel bir müzik işitti; bir habercisine bunun nereden geldiğini bulmasını emretti.
Haberci o ağacın altına vardı ve dala tünemiş horozla ona binmiş olan Kirpi Hans'ı gördü ve ona orada ne yaptığını sordu.
"Eşeklerimle domuzlarımı otlatıyorum; ama siz ne arıyorsunuz burada?" dedi oğlan.
Haberci ona, yollarını şaşırdıklarını söyleyerek kendilerine yol gösterebilip gösteremeyeceğini sordu.
Bunun üzerine Kirpi Hans ağaçtan indi ve yaşlı krala, yolu gösterebileceğini, ancak onu ilk karşılayacak olanı kendisine vermeyi kabullenmesini ve bunu yazılı olarak vermesini istedi.
Kral "Tamam" diyerek istenilen pusulayı imzaladı. Sonra Kirpi Horoz önden giderek ona yolu gösterdi.
Kral sağ salim saraya vardı. Avluya girdiğinde herkes çok sevindi. Onun tek bir kızı vardı ve bu kız çok güzeldi. Babasının geldiğini görünce hemen ona doğru koştu ve kucağına atılarak onu öptü. Sonra neden bu kadar geç kaldığını sordu.
O da yolunu şaşırdığını, neredeyse bir daha buraya dönemeyeceğini, ama büyük bir ormandan geçerken büyük bir ağacın dalma tünemiş bir horozun sırtında oturan yarı insan yarı kirpi birine rastladığını, onun çok güzel gayda çaldığını, kendisine yolu gösterdiğini, ama karşılığında, saraya vardığında karşısına çıkacak ilk kişiyi ona vereceğine dair kâğıt imzaladığını ve bu kişinin şimdi kendi kızı olduğunu, bu nedenle çok üzüldüğünü anlattı.
Kız babasının hatırı için, kendisini almaya gelecek olanla gitmeyi kabul etti.
Kirpi Hans domuzlarını otlatmayı sürdürdü; domuzlar doğura doğura bir sürü oluşturdu ve orman domuz doldu!
Bunun üzerine Kirpi Hans orada daha fazla kalmak istemedi ve babasına köydeki tüm ahırları hazırlamasını, isteyen herkese damızlık domuz vereceğini bildirdi. İsteyen istediği kadar domuz kesebilecekti. Babası bunu duyunca üzüldü, çünkü Kirpi Hans'ı çoktan öldü sanıyordu.
Kirpi Hans, horozuna bindikten sonra domuz sürüsünü köye güttü ve herkese dağıttı. Köyde öyle bir kıyım başladı ki! Gürültüleri iki saatlik yoldan duyabilirdiniz!
Daha sonra Kirpi Hans, "Babacığım, demirciye gidip şu horozumu bir daha nallatıver. Ondan sonra çeker giderim, ömrüm boyunca da bir daha geri dönmem" dedi.
Babası horozu nallattı; Kirpi Hans'ın bir daha geri dönmeyeceğine sevinmişti.
Kirpi Hans oradan ayrıldıktan sonra ilk krallığa vardı; gaydası yanındaydı. Ama kral avluya bir horoza binmiş gaydalı biri girerse vurmaları için emir vermişti.
Nitekim avluya girer girmez Kirpi Hans'ın etrafı süngülü askerlerle çevrildi. Ama o horozu mahmuzladığı gibi kapının üzerinden uçarak kralın penceresine konuverdi. Oradan yere inerek krala yaklaştı ve ondan, verdiği sözü tutmasını, aksi halde hem onu hem de kızını öldüreceğini söyledi.
Kral kızını onunla birlikte gitmeye tatlılıkla razı etti. Böylece hem kendisinin hem de babasının hayatı kurtulmuş olacaktı!
Bunun üzerine kız beyazlar giyindi; babası ona altı atın çektiği bir fayton, para, mal ve mülk verdi.
Kız faytona bindi, Kirpi Hans da gaydasıyla onun yanında yer aldı. Kız babasıyla vedalaştıktan sonra yola çıktılar. Kral onu bir daha göremeyeceğini düşündü.
Ama düşündüğü gibi olmadı; şehirden biraz ayrıldıktan sonra Kirpi Hans arabayı durdurdu. Kızın güzel giysilerini çıkarttıktan sonra onu kirpi okuyla kanatacak şekilde yaralayarak, "Bu senin kalleşliğinin ödülü. Evine dön; seni istemiyorum artık" diyerek onu saraya kadar kovalattı ve kız ömrü boyunca lanetli kaldı.
Kirpi Hans horozuna bindikten sonra gaydasıyla birlikte ikinci krallığa vardı; o krala da yol göstermişti ya!
Ancak o kral Kirpi Hans geldiği takdirde devlet büyüklerine yakışır şekilde bir müfreze askerle karşılanarak "Çok yaşa!" sesleriyle saraya getirilmesini istemişti.
Kralın kızı onu görünce dehşet içinde kaldı; yine de babasına verdiği sözü düşünerek kaderine razı oldu.
Neyse, Kirpi Hans kız tarafından karşılandı. Nikâhları kıyıldı; oğlan da kralın sofrasına oturmak zorunda kaldı. Yanına da karısını aldı, yenildi içildi.
Akşam olup da yatağa gittiklerinde kız kocasının kirpi oklarından çok korktu, ama oğlan ona korkmamasını, canını acıtmayacağını söyledi. Yaşlı kraldan da, yatak odasının önüne dört tane nöbetçi koydurmasını ve orada büyük bir ateş yaktırmasını istedi. Yatağa yatmadan önce kirpi postunu üstünden sıyıracaktı ve aynı anda o dört kişi hemen yanına gelerek o postu ateşe atacaklar ve tamamen yanıncaya kadar da başında bekleyeceklerdi.
Saat gecenin on birini çaldığında oğlan yatak odasına geçti ve kirpi postunu üzerinden sıyırarak yatağın önüne koydu. Adamlar hemen gelerek onu alıp ateşe attılar ve iyice yanıncaya kadar da başında durdular.
Oğlan kurtulmuştu! Şimdi tam bir insan kılığında, yatakta yatmaktaydı. Ama kömür gibi kapkaraydı, yanmıştı!
Kral ona hemen bir hekim gönderdi. Hekim onun vücudunu şifalı merhemlerle yağladı; oğlanın teni beyaza döndü ve çok geçmeden yakışıklı bir delikanlı çıkıverdi ortaya.
Kralın kızı bunu görünce çok sevindi ve ertesi gün neşeyle kalktılar, yediler, içtiler.
Bu kez düğün, görkemli şekilde kutlandı. Kirpi Hans yaşlı kraldan krallığı üstlendi.
Böylece yıllar geçti; genç kral bir gün karısıyla birlikte babasının yanına vardı ve ona kendini tanıttı. Onun oğlu olduğunu söyledi, ama adam inanmadı. Vaktiyle bir oğlu olduğunu, ama onun oklu kirpi gibi doğduğunu, daha sonra da evi terk edip gözden kaybolduğunu söyledi.
Ancak oğlu ona kendini tanıtmasını bildi ve babasını yanına alarak saraya döndü.
Bu masal burada biter,Horoz hep bildiği gibi öter.
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

İki Gezgin

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Dağ dağa kavuşmaz, ama insan insana kavuşur derler ya! Kötüyle iyi de aynen öyle! Nitekim bir kunduracıyla bir terzi karşılaştılar.Terzi kısa boylu ve hoş bir adamdı, hep neşeliydi, iyilikseverdi. Karşıdan kunduracının gelmekte olduğunu gördü; çantasını görünce onun mesleğini anlayıverdi ve dalga geçercesine bir türkü tutturdu:
Bana bir dikiş atsana,İyi iplik kullansana;Bir sağ, bir sol, bir çapraz,Göster numaranı biraz.
Ama kunduracı şaka kaldıran biri değildi. Sirke içmişçesine yüzünü buruşturdu ve terzinin yakasına yapışacakmış gibi oldu. Ufak adam gülmeye başladı, ona şişesini uzatarak: "Niyetim kötü değildi, iç şundan biraz da öfken yatışsın!" dedi.Kunduracı hatırı sayılır bir yudum aldı ve suratı düzeliverdi. Şişeyi terziye geri vererek: "Bundan zarar gelmez; içmesine çok iç, yeter ki susuz kalma! Beraber dolaşalım mı?" diye sordu. "Olur" dedi terzi. "İstersen büyük bir şehre gidelim, orada çok iş çıkar.""Ben de zaten onu istiyordum" diye cevap verdi kunduracı. "Küçük yerlerde para kazanılmıyor, köylerde de millet yalınayak dolaşıyor."Böylece birlikte yola çıktılar ve karda gezen gelincik gibi dikkatli yürüdüler. Yemek yemek ve dinlenmek için vakitleri vardı. Şehre vardıklarında oraya buraya gittiler, iş yerlerine uğradılar. Terzi çok dinç ve neşeli gözüktüğü ve de kıpkırmızı yanakları olduğu için herkes ona iş verdi; hatta talihi yaver gittiğinde ayrılmadan önce işverenin kızı tarafından öpüldüğü de oldu. Kunduracıyla buluştuğunda onun çıkınında hep daha fazla para bulunuyordu.Asık suratlı kunduracı ağzını çarpıtarak, "Şans hep şakacıdan yanadır zaten" diyordu.Ancak terzi buna gülüp geçti ve ne kazandıysa arkadaşıyla paylaştı. Cebinde birkaç kuruş tıngırdadı mı, onu sevinçle masaya atıyor ve içkileri hep o ısmarlıyordu. Onun felsefesi şuydu: "Haydan gelen huya gider!"Bir süre böyle birlikte dolaştıktan sonra büyük bir ormana geldiler; bu ormandan geçen yol bir krallığa varıyordu. Ama oraya iki patikadan ulaşılıyordu. Bunlardan biri yedi gün, öbürü iki gün sürüyordu. Ancak hangi yolun daha kısa olduğunu ikisi de bilmiyordu.İki gezgin bir ağacın altına oturarak bir daha nasıl görüşeceklerini ve yanlarına ne kadar ekmek alacaklarını kararlaştırdı.Kunduracı, "Biraz ilerisini düşünmek gerek; ben yedi günlükten de fazla ekmek alacağım yanıma" dedi."Ne? Yedi günlük ekmeği katır gibi sırtımda mı taşıyayım yani! Hiçbir yere bakmadan mı yürüyeyim hep? Ben Tanrı'ya güvenirim, gerisi vız gelir. Cebimde para varsa bu, yaz için de geçerli, kış için de! Oysa ekmek zamanla kurur ve üstü küflenir. Zaten paltom ancak dizlerime kadar geliyor. Doğru yolu neden bulmayalım ki? İki günlük ekmek yeter bence."Her biri kendine göre ekmek satın aldıktan sonra işi şansa bırakarak birlikte ormana gittiler.Orman tıpkı bir kilise gibi sessizdi, rüzgâr yoktu, dere akmıyordu, kuş ötmüyordu ve sık ağaç dalları arasından güneş ışığı bile sızmıyordu.Kunduracı hiç konuşmadı, sırtındaki ağır yük onu rahatsız etmekteydi, kan ter içinde kalmıştı.Terziyse çok neşeliydi, oradan oraya sıçrıyor, ıslık çalıyor, şarkılar söylüyor ve "Bu kadar neşeli oluşum Tanrı'yı da sevindirir" diye aklından geçiriyordu.İki gün böyle geçti, üçüncü gün yol bitmek bilmedi. Terzi ekmeğini bitirdi, sonra da içine bir korku düştü; yine de cesaretini kırmadı ve işi şansa ve Tanrı'ya bıraktı.Üçüncü gün aç aç bir ağacın altına çöktü, ertesi gün de aç kalktı.Dördüncü gün de böyle geçti. Kunduracı devrik bir ağaca oturmuş ekmeğini yerken terzi ona bakmaktan başka bir şey yapamadı. Bir parça ekmek istediğinde kunduracı alay etti: "Sen hep neşeliydin, şimdi neşesiz olmayı da öğren bakalım!" dedi. "Sabah çok erken öten kuşların hakkından akşamları atmaca gelir." Kısacası adam acımasızdı.Beşinci gün zavallı terzi ayağa kalkamadı. Öyle yorgundu ki, ağzından tek kelime çıkmadı. Yanakları soldu, gözleri kan çanağına döndü.Bunun üzerine kunduracı, "Sana bugün bir parça ekmek veririm, ama karşılığında sağ gözünü oyarım!" dedi.Yaşamayı seven talihsiz terzi ne yapacağını bilemedi. Yine iki gözü iki çeşme ağladı, sonra bu işe razı oldu. T aş yürekli kunduracı keskin bir bıçakla onun sağ gözünü oyup çıkardı. Terzi evde mutfaktan yemek araklarken annesinin söylediği bir sözü anımsadı: "İstediğin kadar yemek ye, ama acıya da katlanmasını bil!"Kendisine pahalıya mal olan ekmeği yiyip bitirince ayağa kalktı, uğradığı şanssızlığı unutarak tek gözle de yeterince görebileceğini mırıldanarak kendi kendini teselli etti.Ama altıncı günü yine açlık bastırdı, yüreği paralanır gibi oldu. Akşam olunca bir ağacın dibine çöktü.Yedinci gün yorgunluktan kalkamadı; ölüm ensesindeydi sanki!Kunduracı, "Hadi yine acıdım sana, biraz daha ekmek vereyim. Ama bunu bedava almayacaksın; karşılığında öbür gözünü de oyacağım" dedi.İşte o zaman terzi şimdiye kadar hayatı nasıl hafife almış olduğunu anlayarak Tanrı'dan af diledi ve sonra kunduracıya:"Ne yapacaksan yap sen; acı çekeceksem çekeyim; Tanrı herkesi hemen cezalandırmaz; yapılan kötülüklerin acısı bir gün çıkar nasılsa! İyi günlerimizde ben her şeyimi seninle paylaştım. Benim işim dikiş dikmek. Gözlerim yoksa artık dikiş dikemem, ister istemez dilenciliğe başlayacağım yani. Kör kaldıktan sonra beni burada tek başıma bırakma, yoksa susuzluktan ölürüm" dedi.Tanrı tanımaz kunduracı eline aldığı bıçağı terzinin sol gözüne sapladı. Sonra ona bir ekmek verdi, bir de baston; ama peşinden gelmesine razı oldu.Güneş batarken bir ormana geldiler; orman girişindeki tarlaya bir darağacı konulmuştu. Kunduracı kör terziyi orada bırakarak yoluna devam etti.Yorgunluktan, acıdan ve açlıktan kıvranan talihsiz terzi orada bütün gece uyudu. Gün ağardığında uyandı, ama nerede olduğunu bilemedi.Darağacında iki zavallı günahkâr asılıydı; birinin başına bir karga konmuştu.Adamlardan biri, "Uyandın mı, kardeş?" diye sordu.Öbürü, "Evet, uyanığım" diye cevap verdi."O zaman sana bir şey söyleyeceğim" dedi asılı adam. "Bu gece darağacından üzerimize düşen kırağıyla yüzünü yıkayan kimsenin eğer körse gözleri açılır. Körler bunu bir bilse, dünyaya yeniden gelmiş gibi olurlar; çünkü böyle bir şey olacağı akıllarına bile gelmez."Bunu duyan terzi mendilini çıkararak çimenlere bastırdı, kırağı eridi; ıslak mendiliyle göz çukurlarını siler silmez, darağacmdaki adamın dediği gibi, göz çukurlarına bir çift taptaze göz yerleşiverdi.Ve az sonra terzi dağların ardında batmakta olan güneşi gördü; şimdi önündeki düzlükte görkemli kapıları ve yüzlerce kulesiyle koskoca bir saray vardı; altın kubbelerinin tepesindeki haçlar parlamaya başladı.Terzi artık her ağaçtaki yaprakları tek tek seçebiliyor, başının üzerinden uçan kuşlarla havada oynayıp duran sivrisinekleri görebiliyordu. Cebinden bir iplik çıkararak iğneden geçirince yüreği sevinçle çarptı. Yere diz çöktü ve kendisini bağışlayan Tanrı'ya şükrederek sabah duasını yaptı. Çan tokmağı gibi asılı ve rüzgârın etkisinde sallanarak birbirine çarpan günahkârları da unutmadı.Sonra çıkınını sırtladı, çektiği çileleri unutarak şarkı söyleye söyleye ve de piposunu tüttüre tüttüre yola koyuldu.Karşısına ilk çıkan şey tarlalar arasından dört nala gelen kahverengi bir tay oldu. Hemen onun yelesine yapışarak üzerine binip şehre gitmek istedi. Ama hayvan özgürlüğünü rica etti:"Henüz çok gencim ben; senin gibi zayıf bir terzi bile belimi çökertir. Büyüyünceye kadar bırak beni gideyim. Bir zaman gelir, bunun karşılığını görürsün belki" dedi."Hadi git" dedi terzi. "Bakıyorum sen de haşarı bir taysın!" Ve bir ağaç dalıyla sırtına vurunca hayvan sevinçle arka bacaklarıyla havayı tekmeledi ve tarlaya daldı.Ancak terzi dünden beri yemek yememişti. "Güneş gözlerimi doyurdu, ama midemi doyuracak ekmek nerde! Karşıma ilk çıkacak şey yenebilecek cinstense beri gelsin!" diye söylendi.Tam o sırada bir leylek ciddi ciddi tarlada ilerlemekteydi."Dur, dur" diye bağırdı terzi ve hayvanı bacağından yakaladı. Etin lezzetli mi bilmem, ama başka çarem yok; karnım öyle aç ki, kafanı kopardıktan sonra seni kızartıp yiyeceğim.""Bunu yapma!" dedi leylek. "Ben kutsal bir kuşum, kimseye zararım olmaz, insanlara çok yardım ederim. Hayatımı bağışlarsan günün birinde karşılığını görürsün.""Al başını git o zaman, uzun bacak!" dedi terzi.Leylek ayağa kalktı, uzun bacaklarını kısarken geniş kanatlarıyla yavaşça havalandı."Ne olacak benim halim?" diye kendi kendine söylendi terzi. "Bir taraftan durmadan acıkıyorum, öte yandan midem bomboş. Artık karşıma ne çıkarsa hapı yuttu demektir!"Derken gölde yüzen yavru ördek sürüsüyle karşılaştı. "Sanki çağrılmış gibi geldiniz!" diyerek birkaç tanesini yakaladığı gibi boyunlarını koparmaya çalıştı. Ama sazların arasından çıkan yaşlı ördek, yani yavruların anası, bağıra çağıra, kanat çırpa çırpa terzinin yanma vararak yalvara yakara ondan yavrularına acımasını rica etti."Düşünsene, biri seni kaçırıp da öldürmeye kalksa, annen ne yapardı?""Tamam, tamam, kes sesini" dedi iyi kalpli terzi. "Al yavrularını" diyerek ördekleri yine suya bıraktı.Sonra geri döndü ve yaşlı bir ağacın dibinde durdu; ağacın gövdesi yarı yarıya oyuktu; oraya hep yabanarıları girip çıkıyordu."iyiliğimin karşılığını görüyorum galiba" dedi terzi. "Bal beni canlandıracak."Ama arı kraliçe dışarı çıkarak, "Halkıma sataşır da yuvamı yıkarsan cildine on bin iğne saplanır, ona göre!" diyerek onu tehdit etti. "Ama bizi rahat bırakıp da yoluna devam edersen bir gün bizler de sana yardım ederiz."Terzi burada da bir şey yapamayacağını anladı."Uç tabak boştu, dördüncüsü de işe yaramadı" diye mırıldandı.Ve boş mideyle şehre yollandı; öğlen olunca bir lokantaya girdi, bir masanın başına çöktükten sonra karnı doyuncaya kadar yemek yedi. Sonra, "Şimdi canım çalışmak istiyor" dedi.Şehrin merkezine indi, bir usta aradı; kendine yatacak yer de buldu.Mesleğine çocukluğunda başladığı için çok geçmeden ünlü oluverdi; herkes ceketini küçük terziye yaptırmış olmakla övünüyordu. Her geçen gün adı daha da fazla duyuldu."Mesleğimde daha fazla ilerleyemem artık" dedi. "Yine de her gün daha iyi iş çıkarıyorum."Ve sonunda kral onu saray terzisi yaptı.Ama işte, dünyada neler olmuyor ki! Aynı gün arkadaşı, yani kunduracı da saray kunduracısı olmuştu.Kunduracı arkadaşını görünce ve hele onun iki gözünün de yerinde olduğunu fark edince vicdanı sızladı. Kendi kendine, o benden intikam almadan ben onun mezarını kazayım, daha iyi diye söylendi. Ama başkasının mezarını kazan o mezara kendi düşer derler ya!O akşam iş bittikten sonra, hava kararırken gizlice kralın yanma vardı:"Kral hazretleri, şu terzi çok cesur bir adam, ama bu kez zırvalıyor. Eskiden kaybolan altın tacı yine bulabileceğini söyleyip duruyor" dedi.Öyle olsun bakalım diyen kral ertesi gün terziyi çağırtarak altın tacı bulmasını, şayet bulamazsa şehri sonsuza dek terk etmesini emretti."Şu işe bak! Benden olmayacak şey istiyor. Yani şu aksi kral benden hiç kimsenin başaramadığı bir şeyi istediğine göre yarına kadar ne bekleyeyim ki! Hemen yola çıksam daha iyi" diye düşündü terzi.Çıkınını bağladı; surların kapısından dışarı çıkar çıkmaz şansını zorladığı ve o kadar rahat ettiği bir şehre artık dışardan bakmak zorunda kalacağı için çok üzüldü.Derken, ördeklerle karşılaştığı havuza geldi. Yavrularını suya salan yaşlı ördek ana sahilde oturmuş gagasıyla vücudunu temizliyordu. Terziyi hemen tanıdı ve neden başını eğik tuttuğunu sordu."Başıma gelenleri bir bilsen, şaşarsın!" diye cevap veren terzi kaderini anlattı."Hepsi buysa, mesele yok" dedi ördek. "Vaktiyle o taç buradaki suya düştü. Dipte yatıyor. Biz hemen dalıp onu çıkaralım. Sen su başında mendilini yere aç."Ve on iki yavrusuyla birlikte havuza daldı; beş dakika sonra yine suyun yüzüne çıktı. Tacın üstüne oturmuştu; kanatlarını dinlendirdi. On iki yavrusu da onun etrafında dönerken tacın taşınmasına gagalarıyla yardım ettiler. Sonra hep birlikte karaya çıkarak tacı mendilin üstüne koydular. Öyle görkemli bir taçtı ki bu, aklın almaz! Güneş ışıkları üzerine vurduğunda yüz bin kızıl yakutun saçtığı ışığı saçıyordu.Terzi mendilinin dört köşesini bir araya getirerek bağladıktan sonra onu krala götürdü. Kral o kadar sevindi ki, terzinin boynuna altın bir zincir astı. Kunduracı planının boşa çıktığını görünce başka bir şey düşünerek kralın yanına vardı. "Kral hazretleri, bizim terzi ipin ucunu kaçırdı galiba. Şimdi de tutmuş tüm sarayı, içini dışını, tüm eşyalarıyla bal- mumundan yapabileceğini iddia ediyor" dedi.Kral terziyi çağırttı ve ona tüm krallık sarayını eşyasıyla birlikte balmumundan yapmasını emretti; bunu yerine getirmediği takdirde -yani duvarda tek bir çivi eksik kalmayacak ve de çatısında tek bir kiremit eksik olmayacak şekilde- yapamadığı takdirde kendisine ömür boyu zindan cezası vereceğini söyledi."Yine başım belada; buna can mı dayanır" diye kendi kendine söylenen terzi çıkınını sırtına yüklediği gibi yola çıktı.İçi oyuk ağaca gelince, dibine çöktü ve başını öne düşürdü. Arılar hemen onun etrafına üşüştü. Arı kraliçe ona boynunu niye uzattığını ve niye başını öne düşürdüğünü sordu.Terzi, "Benim derdim başka" diyerek kralın kendisinden istediklerini anlattı.Arılar vızıldaşmaya başladılar, sonunda kraliçe arı, "Sen şimdi eve git, ama yarın bu saatte yine burada ol; gelirken de büyük bir bez getir. Her şey yoluna girecek, merak etme!" dedi.Terzi yine eve döndü. Ama arılar hep birlikte uçuşarak sarayın pencerelerinden girdiler ve her köşeye yuvalanıp göz açıp kapayıncaya kadar tüm sarayı balmumuyla kapladılar. Akşam olduğunda her şey bitmişti. Ertesi sabah terzi karşısında balmumuyla yapılmış bir saray buldu. Duvarlarında tek bir çivisi ve çatısında tek bir kiremiti eksik değildi; yumuşak ve beyazdı, mis gibi bal kokuyordu. Terzi onu dikkatlice mendiline koyarak krala götürdü.Kral buna hayran kaldı; o kadar ki, büyük salonun bir köşesine yerleştirdi. Karşılığında da terziye taştan yapılma koskoca güzel bir ev hediye etti.Ama kunduracı yılmadı, üçüncü kez krala giderek ona şöyle dedi:"Terzi sarayın avlusundaki havuzdan hiç su fışkırmadığını duymuş. Kendisi şimdi orada bir insan boyunda, billur gibi bir su fışkırtacağını savunuyor."Kral terziyi çağırttı ve "Yarın sabah avlumda insan boyunda su fışkırdığını görmezsem aynı yerde cellat bir kelle eksiltecek!" dedi.Zavallı terzi uzun boylu düşünmedi, kendisini kapı dışına attı; çünkü bu bir ölüm kalım meselesiydi. Gözyaşları iki sıra halinde yanaklarından aktı.Böyle üzgün üzgün yürürken, özgürlük bağışladığı tay karşısına çıkıverdi. Artık taylıktan çıkmış, yağız bir at olmuştu."Bana yaptığın iyiliğin karşılığını verme saati geldi şimdi. Neye ihtiyacın olduğunu biliyorum ben, onu yerine getireceğim. Bin bakalım sırtıma, iki kişiyi rahat taşırım ben" dedi.Terzi rahatladı, hemen atın sırtına atladı ve at dörtnala şehre koştu ve dosdoğru sarayın avlusuna girdi. Uç kez şimşek gibi etrafında dolaştı ve üçüncüsünde yere çakıldı. Aynı anda müthiş bir gürültü duyuldu: toprağın içinden adam boyunda bir su fışkırdı ve bu su billur gibiydi! Güneş ışınları hemen üzerinde oynaşıp yansımaya başladı.Kral bunu görünce hayran kaldı ve herkesin önünde terziyi kucakladı.Ama bu şans uzun sürmedi. Kralın yeterince kızı vardı, hepsi birbirinden güzeldi, ama oğlu yoktu.Kötü niyetli kunduracı dördüncü kez kralın huzuruna çıkarak:"Kral hazretleri, şu terzi çok büyük laf ediyor. Şimdi söylediğine bakılırsa krala havadan bir oğlan çocuk getirecekmiş!"Kral terziyi çağırtarak şöyle dedi: "Dokuz gün içinde bana bir oğlan çocuğu getirirsen en büyük kızımla evlenebilirsin.""Bu, gerçekten büyük bir ödül" diye düşündü terzi. "Hani elimden bazı şeyler gelmiyor değil, ama bu kez koparacağım kiraz ta ağacın tepesinde. Oraya çıkarsam dallar kırılır, aşağı düşerim."Eve döndü, bacaklarını çaprazlayarak tezgâhının başına geçti ve ne yapsam diye düşündü. Sonunda, "Olmuyor" dedi. "Buradan çekip gitsem iyi olacak, çünkü rahatça yaşayamıyorum."Çıkınını bağladıktan sonra şehir dışına çıktı.Meraya vardığında, eski dostu leyleği gördü. Bilge kişiler gibi bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada bir duruyor, gagasına aldığı bir kurbağayı inceledikten sonra yutuveriyordu.Leylek yanma yaklaşarak, "Bakıyorum, çıkınını sırtlamışsın; şehri niye terk etmek istiyorsun?"Terzi ona kralın ne istediğini, kendisinin bunu yerine getiremeyeceğini anlattı; yani talihine küsmüştü!"Bunu kendine dert etme! Sana yardım edeceğim!" dedi leylek. "Uzun süredir şehre hep kundaklı çocuklar getiriyorum ben. Bu seferde kuyudan küçük bir prens çıkarıp getireyim sana. Hadi şimdi evine dön ve sakin ol. Dokuz gününü sarayda geçir, ben tam zamanında gelirim."Terzi eve gitti ve kararlaştırılan zamanda saraya geldi. Çok geçmeden leylek de uçarak geldi ve pencereyi tıkırdattı. Terzi açtı ve uzun bacaklı leylek yavaşça içeri girdi, vakur adımlarla mermer zeminde yürüdü. Gagasında kollarını kraliçeye uzatan melek kadar güzel bir çocuk vardı. Leylek çocuğu kadının kucağına koydu.Kraliçe çok duygulandı, sevincine diyecek yoktu; çocuğu öptü.Leylek uçup gitmeden önce omzundaki seyahat çantasını kraliçeye verdi, içinde kâğıda sarılmış renk renk şekerler vardı; onları küçük prenseslere paylaştırdılar. En büyüğü bir şey almadı, onun yerine kendisine eş olarak terziyi verdiler. Annem hep haklıymış meğer; çünkü "Tanrıya inananın şansı yaver gider" derdi hep.Kunduracıya damadın düğünde giyip dans edeceği bir çift ayakkabı yaptırttılar, sonra da sürgüne gönderdiler. Ormana giden yolu darağacının önünden geçiyordu. Öfkeden kudurmak üzereydi; derken başına güneş vurdu, uyumak istedi. Ama o iki karga bağıra bağıra ona saldırdı ve gagalarıyla her iki gözünü oydu. Terzi deliler gibi ormana daldı. Ölmüş olmalıydı, çünkü o günden sonra kendisini ne gören oldu ne de duyan.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Fakir Değirmenci ile Kedi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir değirmende fakir bir değirmenci yaşıyordu Ne karısı vardı ne de çocukları. Ama yıllarca yanında çalışan üç çırağı vardı. Bir gün onları çağırarak, "Ben artık yaşlandım; ocak başına çekilip oturmak istiyorum. Size şöyle bir teklifim var: Bana en güzel atı kim getirirse değirmeni ona vereceğim. Ama o kişi ölünceye kadar bana bakacak!" dedi.Çırakların ikisi, en küçükleri olan Hans'ı aptal yerine koyuyor ve onun değirmeni hak etmediğini düşünüyorlardı. Oysa oğlanın değirmen falan istediği yoktu.Derken üçü hep birlikte yola çıktılar. Diğerleri köye yaklaşınca aptal Hans'a, "Sen burada kal, çünkü ömrün boyunca bir at bulamazsın" dediler. Ama Hans onlarla birlikte gitti. Akşam olunca bir mağaraya vardılar, içine girerek uyudular.İki akıllı oğlan Hans uyuyuncaya kadar bekledi, sonra da kalkıp oradan uzaklaşarak onu yalnız bıraktı. "İyi yaptık!" dediler, ama hiç de öyle olmayacaktı!Güneş yükselip de Hans uyanınca kendisini mağaranın dibinde buldu. "Aman Tanrım, neredeyim ben?" diye söylendi. Sonra kalkıp mağaradan çıktı ve ormana gitti. "Şimdi tamamen yalnız kaldım, atı nasıl bulacağım?" diye düşündü. Böyle dalmış giderken karşısına küçücük, alacalı bir kedi çıktı. Kedi "Nereye gidiyorsun Hans?" diye sordu dostça."Sorma! Ama sen bana yardım edemezsin ki!"Kedi, "Ben senin derdini biliyorum; sen güzel bir at arıyorsun. Benimle gel ve bana yedi yıl boyunca seyislik yap. O zaman sana ömrün boyunca göremeyeceğin güzellikte bir at veririm" dedi.Hans, "Vay canına, bu sihirli bir kedi olmalı. Görelim bakalım doğru mu söylüyor" diye düşündü.Kedi onu yanına alarak sihirli sarayına götürdü. Burada ona hizmet eden bir sürü kedi vardı. Merdivenlerden bir aşağı bir yukarı sıçrayarak oyun oynuyorlardı; hoş hayvanlardı. Akşam yemeğine oturduklarında içlerinden üçü müzik yaptı: biri kontrbas, öbürü keman, üçüncüsü de yanaklarını şişirebildiği kadar şişirerek trompet çaldı. Yemekten sonra sofra kaldırıldı. Kedi, "Hans, gel benimle dans et!" dedi."Olmaz!" diye cevap verdi Hans ve ekledi: "Bir kediyle dans etmem ben! Şimdiye kadar hiç etmedim."O zaman kedi, "Öyleyse götürün onu yatağına" dedi.Kedilerden biri Hans'ın yatak odasının ışığını yaktı, İkincisi pabuçlarını, üçüncüsü de çoraplarını çıkardı. Sonra ışığı söndürdüler.Ertesi sabah yine gelerek kalkmasına yardım ettiler: birisi onu yıkadı, öbürü kuyruğuyla yüzünü kuruladı, üçüncüsü çoraplarını giydirdi, bir başkası pabuçlarını getirdi."Bu çok hoşuma gitti" dedi Hans.Ama o da kedilere hizmet etti, her gün odun kırdı. Bunun için gümüş bir balta, yine gümüş bir kama ve testere kullandı; sopası da bakırdandı.Oğlan alçakgönüllü davrandı ve evde kaldı. Yemesi içmesi yerindeydi. Ama kedi ile yardımcılarından başka hiç kimseyi görmedi.Bir keresinde kedi ona, "Dışarı çık, çimleri kes ve otları kurut!" dedi. Ona, hepsini geri getirmesi koşuluyla bir gümüş tırpan ve altından yapılma bir biley taşı verdi.Hans söyleneni yaptı. İşi bittikten sonra tırpanı, biley taşını, samanları eve taşıdı ve hâlâ alamadığı ücretinin ne zaman ödeneceğini sordu."Bekle!" dedi kedi. "Daha işin bitmedi. İşte sana gümüşten odun, balta ve köşebent demiri. Bunlarla bana ufak bir ev yapacaksın!"Hans evi tamamladı ve o zamana kadar her şeyi yaptığı halde atı hâlâ alamadığını hatırlattı. Yedi yıl, altı ay kadar çabuk geçmişti. Kedi ona atı görmek isteyip istemediğini sordu."Evet!" dedi Hans.O zaman kedi ufak evin kapısını açtı. İçeride on iki tane at vardı ve hepsi öyle güzeldi ki! Hepsi pırıl pırıldı! Oğlanın sevincine diyecek yoktu. Kedi ona yiyeceğini içeceğini verdikten sonra, "Evine dön, atı şimdi vermiyorum; ama üç gün sonra sana kendim getireceğim!" dedi.Hans hazırlandı ve kediye değirmenin yolunu gösterdi. Kedi ona yeni giysi bile vermedi; oğlan yedi yıl önceki eski giysisini giydi. Tabii onca yıldan sonra her tarafı kısalmıştı.Bu şekilde eve vardığında diğer iki çırak da oradaydı. Her biri kendi atını getirmişti, ama hayvanlardan biri kördü, öbürü de topal."Hans, senin atın nerede?" diye sordular."Üç gün sonra gelecek" diye cevap verdi oğlan.Çıraklar güldü, "Tamam, ama iyi bir şey olsun bari!" dediler.Hans eve girdi, ama değirmenci ona sofraya oturmamasını söyledi. Üstü başı öyle pisti ki, yabancı biri gelip görse utanacaklardı! Biraz yemek vererek dışarı attılar onu. Yatma vakti geldiğinde diğer çıraklar ona yer vermedi; oğlan kazların bulunduğu kümese girerek sert samanlar üstünde yattı. Ertesi sabah uyandığında üç gün geçmişti.Derken altı atın çektiği bir araba geldi; araba ve atlar öyle parlaktı ki, deme gitsin! Bir yardımcı başka bir at daha getirdi; zavallı Hans'ın atıydı bu!Derken arabadan çok güzel bir prenses indi ve değirmene girdi. Bu kız aslında Hans'ın yedi yıl boyunca hizmet ettiği sihirli, alacalı kediden başkası değildi!Kız değirmenciye küçük çırağı sordu. Değirmenci, "Onu değirmene alamıyoruz, üstü başı berbat, kazların kümesinde yatıyor" dedi.Prenses Hans'ı hemen getirmelerini emretti. Hans'ı kümesten çıkardılar. Oğlan üstünü başını örtmek için önlüğünü katlamak zorunda kaldı. Prensesin yardımcısı sandıktan şahane bir giysi çıkardı; oğlanı yıkadı ve giydirdi.Bu iş bitti; hiçbir prens Hans kadar yakışıklı olamazdı!Prenses daha sonra öbür çırakların getirdiği atları görmek istedi; ama bu atlardan biri kördü, öbürü topal!Bunun üzerine yardımcısına yedinci atı getirtti. Değirmenci bunu görünce, "Buraya şimdiye kadar hiç bu kadar güzel bir at gelmedi!" dedi."Bu, üçüncü çırağın atı!" dedi prenses."O zaman değirmen onun hakkı!" diye karşılık verdi değirmenci.Prenses, "İşte at hurda! Değirmen sende kalsın!" dedi.Ve Hans'ı arabasına bindirerek oradan uzaklaştı. Hans'ın gümüş aletlerle yaptığı ufak eve vardılar ve bu ev birdenbire kocaman bir saraya dönüştü; her şey altın ve gümüşten yapılmıştı.Prenses Hans'la evlendi. Hans o kadar zengin oldu ki, bu zenginlik ona ömür boyu yetti.Bu yüzden herkesi aptal sanma ve her aptalın da başarılı olamayacağını düşünme!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kurbağa Masalı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

I
Bir zamanlar ufak bir çocuk vardı; annesi ona her akşamüstü bir kâse sütle bir parça ekmek verir, o da avluya çıkarak bir yere oturup bunları yerdi.
Yemeye başlarken duvar aralığından bir kurbağa çıkar ve kafasını süte sokarak oğlanla birlikte yerdi. O da bundan hoşlanırdı.
Bir gün oğlan kâsesini alıp her zamanki yerine oturdu. Kurbağa gelmeyince şöyle seslendi:
Kurbağacığım, gebene;Hemen geliyorum desene!Süt getirdim bak sana,Ekmeğini de abana?
Derken kurbağa çıkageldi ve afiyetle yedi. Minnettarlığını da gösterdi; kendi gizli hazinesinden oğlana bir sürü güzel şey getirdi: parlak taşlar, inciler ve altın oyuncaklar.
Ancak kurbağa sadece sütü içti, ekmeği bıraktı. Bunun üzerine oğlan eline kaşığı alarak onunla hafifçe kafasına dokundu ve "Hadi, ekmeği de ye" dedi.
Mutfakta bulunan annesi onun biriyle konuştuğunu duydu. Kaşığıyla da kurbağanın başına vurduğunu görünce, eline geçirdiği bir kütükle o zararsız kurbağanın başına vurarak hayvanı öldürdü.
O günden sonra oğlanda bir değişiklik oldu; kurbağa yaşadığı sürece hem büyümüş, hem de güçlenmişti. Şimdiyse o güzel ve kıpkırmızı yanakları soldu ve zayıflamaya başladı.
Aradan çok geçmedi, uğursuz puhu kuşu o gece ötmeye başladı ve kızılgerdan kuşu ufak dallarla yaprakları toplayarak bir çelenk yaptı; az sonra da çocuğun cenazesi kalktı.
II
Öksüz bir kız şehir surlarında oturmuş iplik eğirmekteydi. Duvar aralığındandan çıkan bir kurbağa gördü. Öksüz kız hemen boynundaki mavi ipek eşarbı çıkarıp yere serdi; kurbağa bunu çok sevdi ve üzerinde oynayıp durdu hep.
Neyse, kurbağa bunu görünce geri döndü. Yanında ufacık bir taç getirmişti, eşarbın üzerine bıraktıktan sonra yine gitti. Kız tacı alıp başına koydu; pırıl pırıl parlıyordu, incecik altın tellerle işlenmişti.
Aradan çok geçmeden kurbağa yine çıkageldi; ama tacı göremeyince duvara tırmandı ve üzüntüden kafasını duvara vuramaya başladı. Vurdu, vurdu, sonra gittikçe gücünü kaybetti ve ölüp kaldı.
Kız o tacı başına koymayıp da yerinde bırakmış olsaydı kurbağa ona daha kim bilir ne kıymetli şeyler getirecekti.
III
Kurbağa seslendi: Vrak, Vrak!
Çocuk cevap verdi: Gel artık, tembelliği bırak!
Ve kurbağa çıkageldi.
Çocuk, kız kardeşine sordu, "Kırmızı çorapları görmedin mi?"
Kurbağa cevap verdi, "Hayır, ben görmedim. Sen de mi görmedin? Vah, vah vah!"Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Akıllı İnsanlar

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir gün bir köylü, gürgen ağacından yapılmış bastonunu bir köşeden alarak karısına şöyle dedi: "Hanım, ben şehre iniyorum, üç gün sonra dönerim. Bu arada hayvan taciri gelebilir, kendisi bizden üç tane inek satın alacaktı, inekleri verebilirsin, ama karşılığında iki yüz lira alacaksın, ona göre! Anladın mı?"
"Sen git! Merak etme, ben hallederim" diye cevap verdi karısı.
"Sen mi halledeceksin! Ufakken başının üstüne düşmüşsün, kafan bugün bile çalışmıyor" dedi kocası. "Sakın bir enayilikte bulunma: Sonra sana öyle bir sopa çekerim ki, izi bir yıl kalır; bilmiş olasın" dedi kocası ve sonra yola çıktı.
Ertesi sabah hayvan tüccarı çıkageldi; kadın onunla fazla konuşmadı.
Adam ineklere baktı; kadın fiyatını söyledi.
Adam, "Kabul" dedi. "Kardeşler arasında paranın lafı mı olur? Hayvanları alıp götürüyorum şimdi."
Kadın hayvanları çözerek ahırdan dışarı çıkardı. Adam onları alıp gitmeye hazırlanırken kadın kolundan tutarak, "Önce iki yüz lira ver bakalım! Yoksa hayvanları bırakmam" dedi.
"Doğru" diye cevap verdi adam, "Para kesemi yanıma almayı unutmuşum. Ama merak etme; emin ol ödeyeceğim, iki ineği şimdi alayım, üçüncüsünü kaparo olarak sana bırakayım."
Kadının aklı bu işe yattı ve iki ineği adama verirken, "Nasıl akıllı davrandığımı görünce Hans kim bilir ne sevinecek" diye düşündü.
Ve kocası, dediği gibi, üçüncü gün eve geldi ve hayvanların satılıp satılmadığını sordu.
"Elbette satıldı, Hanscığım" diye cevap verdi kadın. "Senin dediğin gibi, iki yüz liraya! Aslında o kadar etmez, ama adam pazarlık bile yapmadı."
"Para nerde?" diye sordu köylü.
"Para bende değil" diye cevap verdi kadın. "O para kesesini evinde unutmuş, ama yakında parayı getirecek; hatta karşılığında kaparo bıraktı."
"Ne kaparosu?" diye sordu adam.
"Uç inekten birini bıraktı. Parayı ödemeden onu vermeyiz! Akıllı davrandım da en küçük hayvanı alıkoydum, az yem yer nasılsa!"
Adam öyle öfkelendi ki, karısına hak ettiği cezayı vermeye kalktı. Ama sonra vazgeçti ve "Dünyada senden daha aptal bir kadın yoktur! Ama beni üzüyorsun hep! Şimdi şehre ineceğim ve üç gün bekleyeceğim; bu süre içinde senden daha budala birini bulursam seni cezalandırmayacağım, ama bulamazsam hak ettiğin cezayı çekeceksin" dedi.
Şehrin caddelerinden birinin kaldırımına oturdu ve olacakları bekledi. Derken parmaklıklı bir öküz arabası geçti önünden. Bir kadın bağlanmış saman balyasının üstüne oturacağı ya da öküzün yanı sıra yürüyeceği yerde arabanın içinde ve ayakta durmaktaydı.
Adam tam aradığım kişi diye aklından geçirdi. Ve arabanın önüne geçerek bir sağa bir sola oynayıp zıplamaya başladı.
Kadın ona, "Ne istiyorsunuz? Seni tanımıyorum. Nerden geliyorsun böyle?" diye sordu.
"Ben buraya cennetten düştüm; bir daha nasıl yukarı çıkarım, bilmiyorum; beni arabanla oraya götürür müsün?"
"Hayır, çünkü yolu bilmiyorum. Ama cennetten düştüğüne göre, bana kocamın nasıl olduğunu söyler misin? Kendisini üç yıl önce kaybettim de! Onu muhakkak görmüşsün- dür?"
"Gördüm tabii. Ama orada herkesin durumu pek iyi değil. Senin kocan koyun güdüyor, ama hayvanlar onu çok yoruyor, durmadan dağa ya da ormana kaçıyorlar. O da onları toplayıncaya kadar hep peşlerinden koşuyor. Bu yüzden giysileri paramparça oldu. Orada terzi de yok. Masallardan bilirsin Aziz Petrus'u, işte o içeri hiç kimseyi sokmuyor"
"Bak sen şu işe" dedi kadın. "Ne diyeceğim, biliyor musun? Sana onun dolaptaki bayramlık elbiselerini vereyim, zahmet olmazsa götür ona ver!"
"Olmaz" dedi köylü. "Elbiseleri cennete ben sokamam. Kapı önüne biri gelir alır."
"Dinle" dedi kadın, "Dün çok buğday sattım, karşılığında da çok para aldım. Sen para kesesini cebine sokarsan kimse fark etmez."
"Hatırın için yapayım bunu bari" diye cevap verdi köylü.
"Sen dur burda bekle, ben eve gidip para kesesini alayım, hemen gelirim. Ben saman balyasının üzerine oturmuyorum, hayvana ağırlık olmasın diye hep ayakta duruyorum" dedi kadın.
Ve öküzleri dehledi. Köylü, "Kadın aklını kaçırmış galiba. Parayı gerçekten getirirse karım şansına dua etsin" diye düşündü.
Aradan çok geçmedi; kadın koşa koşa parayı getirip onu kendi eliyle adamın cebine soktu. Gitmeden önce de, katlanacağı zahmet için adama hep teşekkür yağdırdı.
Daha sonra eve gelince tarladan dönmüş olan oğluyla karşılaştı. Ona başına gelenleri anlattıktan sonra şöyle dedi: "Kocama bir şey gönderme fırsatını bulduğum için çok seviniyorum. Cennette bir şeye ihtiyacı olduğu kimin aklına gelirdi ki!"
Oğlu çok şaşırdı. "Anacığım, cennetten kolay kolay biri çıkıp gelmez. Ben hemen gidip o adamı bulayım; bana cenneti anlatsın, oradaki çalışma koşullarını falan" dedi.
Atını hazırladıktan sonra hemen yola çıktı. Adamı buldu; söğüt ağacının altına oturmuştu; kesedeki paraları saymakla meşguldü.
"Cennetten gelen adamı gördün mü?" diye sordu oğlan.
"Evet" diye cevap verdi adam, "Tekrar yola çıktı, dağ yolunu tuttu; o yol kestirmeymiş. Atını hızlı sürersen ona yetişebilirsin."
"Öff" dedi oğlan, "Bütün gün at üstünde olmak beni mahvetti, yorgunluktan ölüyorum. Sen o adamı tanıyorsun, benim atıma bin, söyle ona buraya gelsin!"
"Hoppala! Bu da fitili eksik lambalardan biri" diye düşündü. Sonra "Senin hatırını kıracak değilim ya" diyerek atına atladığı gibi yola çıktı.
Oğlan gece yarısına kadar beklediyse de adam geri dönmedi. "Mutlaka cennetteki adamın acele yapacak işi vardı ki, hâlâ geri dönemedi. Babama verilmek üzere atı teslim etmiş olmalı" diye düşündü.
Eve dönerek olan bitenleri annesine anlattı; babası hep yayan yürümesin diye ona at gönderdiğini söyledi.
"İyi yapmışsın" diye cevap verdi kadın. "Sen nasılsa gençsin, yürüyebilirsin."
Köylü eve dönünce atı, beleşten elde ettiği ineğin yanına bağladı. Sonra karısına, "Hanım, şanslıymışsın, senden daha budala iki kişi buldum. Bu kez dayak yemekten kurtuldun, yani şimdilik erteliyorum" dedi.
Sonra piposunu yaktı ve emektar koltuğuna kurularak, "İyi bir iş çıkardım" dedi ve "İki inek karşılığında bir at ve bir kese dolusu para kazandım. Budalalık hep böyle şeyler kazandıracaksa, eyvallah" diye düşündü.
O böyle düşündü, ama sen insanlık açısından yine de o budalaları tercih edersin!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Muhallebi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar yoksul ve uysal bir kız vardı; annesiyle birlikte yaşıyordu; hiç yiyecekleri yoktu. Bu yüzden bir gün kız ormana gitti; orada yaşlı bir büyücü kadınla karşılaştı. Kadın onun derdini biliyordu; bu yüzden ona küçük bir çanak hediye etti."Çanak, çanak, hadi pişir!" dendiği zaman çanak muhallebi pişirecekti. "Çanak, dur bakalım!" dendiğinde de pişirmeye son verecekti.Kız bu çanağı annesine getirdi; artık fakirlikten ve açlıktan kurtulmuşlardı. İstedikleri zaman istedikleri kadar muhallebi yiyebiliyorlardı.Bir gün kız evden dışarı çıktı. Annesi çanağı eline alarak, "Çanak, çanak, hadi pişir" deyince çanak muhallebi pişirdi. O da karnı doyuncaya kadar yedi.Ama çanağı durduracak olan kelimeyi bilmiyordu. Bu yüzden çanak, pişirmeyi sürdürdü; muhallebi önce taştı; öyle ki mutfağı doldurdu, sonra bütün eve yayıldı. Derken yandaki eve sıçradı, sonra tüm sokakları doldurdu; böyle giderse sanki herkes doyacak ve kimse açlık çekmeyecekti. Sonunda tek bir ev sağlam kaldı.O sırada kız çıkageldi ve "Çanak, dur bakalım" deyince muhallebiyi pişirmeyi durdurdu.Artık şehre inmek isteyen her yerde muhallebi yemek zorunda kaldı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Çalıkuşu ve Ayı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir yaz günü ayıyla kurt ormanda dolaşıyordu. Derken ayı bir kuşun çok güzel öttüğünü duydu. "Kurt kardeş, bu nasıl bir kuş? Ne de güzel ötüyor?" diye sordu. Kurt, "O kuşların kralıdır; onu sevip saymalıyız" dedi. Bu bir çalıkuşuydu. "Öyleyse onun sarayını görmek isterim, beni oraya götür!" diye tutturdu ayı. "Öyle kolay değil bu iş. Önce kraliçe gelsin bakalım" dedi kurt. Az sonra kraliçe gelip kondu; gagasında yem vardı; kral da geldi. Yavrularını beslediler. Ayı hemen onların yanına varmak istedi, ama kurt onu kolundan tutarak engelledi: "Hayır, bekle de ana babaları gitsin!" dedi. Böylece yuvanın bulunduğu deliği gözleyip beklediler. Ama ayı sabırsızlandı ve kral sarayını görmek istedi; çok geçmeden oraya vardı. Kralla kraliçe uçup gitmişti; ayı içeri girince orada beş altı tane yavru kuş gördü. "Kral sarayı bu mu yani? Berbat bir saray! Sizler de sözüm ona kral çocuğusunuz ha? Sizi gidi soysuzlar sizi!" diye söylendi.Yavru kuşlar bunu duyunca çok kızarak, "Biz soysuz değiliz! Ailemiz soylu bir ailedir; sen görürsün gününü" diye bağırıştı.Ayıyla kurt biraz çekinerek mağaralarına döndüler. Ama yavru kuşlar cıyak cıyak öttü ve ana babaları gelince:"Hadi bakalım, biz yemek yemeyeceğiz. Önce bizim soylu olup olmadığımıza karar verin! Ayı hurdaydı, bizi azarladı" diye yakındı.Yaşlı kral "Sakin olun, bu işi hallederiz" dedi. Ve eşiyle birlikte ayının mağarasına uçtu. Oraya varınca, "Bana bak, ayı! Çocuklarımı niye azarladın sanki? Bu yüzden sana karşı kanlı bir savaş açacağız!" dedi.Böylece savaş ilan edildi. Tüm dört ayaklılar toplandı: öküz, eşek, at, geyik, ceylan ve diğerleri. Çalıkuşu da havada uçan tüm kuşları çağırdı: sadece büyük kuşları değil, sivrisinekleri, eşek arılarını, bal arılarını ve sinekleri de.Savaş zamanı gelip çatınca çalıkuşu düşman generalinin kim olduğunu saptamak üzere casus gönderdi. İçlerinden en kurnazı sivrisinekti; düşmanın bulunduğu ormana uçtu; oradaki bir ağaç yaprağının üzerine konarak parolayı öğrendi.O sırada ayı, tilkiyi çağırarak şöyle konuştu: "Tilki, sen dört ayaklı hayvanlar içinde en kurnazısın; general sen ol ve kumandayı ele al!""Olur" dedi tilki. "Benim kuyruğum oldukça uzun ve tüylüdür; sorguçlu miğfere benzer. Ben kuyruğumu kaldırırsam, anlayın ki her şey yolundadır. O zaman hücuma kalkarsınız. Kuyruğumu indirirsem kaçın kaçabileceğiniz kadar!"Sivrisinek bunları duyduktan sonra hemen geri dönerek çalıkuşuna hepsini anlattı.Çatışmanın başlayacağı sabah, üü-üf, o dört ayaklılar öyle bir gürültüyle yürüyüşe kalktı ki, yer yerinden oynadı. Çalıkuşu da kendi ordusuyla havadan öyle cıyak cıyak öterek ve vızıldayarak geldi ki, korkmamak elde değildi. İki düşman birbirine girdi. Çalıkuşu önce eşek arılarını gönderdi; onlar tilkinin kuyruğunu sokacaktı!Ve de tilki kuyruğu sokulur sokulmaz irkildi, bir bacağım yukarı kaldırdı. Yine de dişini sıkıp dayandı ve kuyruğunu havada tutmaya devam etti. Ama ikinci kez sokulduğunda onu biraz aşağı indirdi.Üçüncü sokuluştan sonra daha fazla dayanamadı; haykırarak kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırdı. Öbür hayvanlar bunu görünce savaşı kaybettiklerini sanarak kaçmaya başladı. Her biri kendi mağarasına koştu. Kuşlar savaşı kazanmıştı!Kral ve kraliçe çalıkuşu yavrularının yanına vararak:"Artık sevinin çocuklar! İstediğiniz kadar yiyip için; savaşı biz kazandık!" dedi.Ama yavru çalıkuşları, "Henüz yemeyiz; önce ayı yuvamızın önüne gelip özür dilesin ve bizim namuslu çocuklar olduğumuzu söylesin!" diye karşılık verdi. Bunun üzerine çalıkuşu ayının inine uçtu ve "Heey, ayı! Git çocuklarımdan özür dile ve onların namuslu olduğunu ilan et, yoksa seni ayağımızın altına alırız!" diye seslendi.Ayı çok korkarak oraya gidip özür diledi.Yavru çalıkuşları sevindi; hepsi gecenin geç saatine kadar yiyip içti ve eğlendi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Copyright 2024 Podbean All rights reserved.

Podcast Powered By Podbean

Version: 20240731