Grimm Masalları
Grimm Kardeşler tarafından derlenen Grimm Masalları, yüzyıllardır okuyucuları büyüleyen zamansız halk masallarının bir derlemesidir. Bu masallar, nesiller boyu yankılanan cesaret, sihir ve ahlaki değerleri içeren bir folklor hazinesidir. ”Külkedisi,” ”Pamuk Prenses” ve ”Hansel ile Gretel” gibi klasiklerden, ”Balıkçı ve Karısı” ve ”Rumpelstiltskin” gibi daha az bilinen mücevherlere kadar her hikaye, Avrupa ağız geleneğinin zengin dokusuna bir pencere açar. Grimm Masalları, canlı karakterleri, ahlaki dersleri ve genellikle karanlık alt tonlarıyla, tarihsel bağlamlarının sert gerçeklerini ve fantastik unsurlarını yansıtır. Kalıcı çekiciliği, eğlendirme, öğretme ve hayranlık uyandırma yeteneğinde yatmaktadır. Bu nedenle çocuk edebiyatının temel taşlarından biri ve halk bilimi ve hikaye anlatımı alanında araştırmacılar için bir ilgi kaynağıdır.
Episodes
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Üç kadın kır çiçeklerine dönüştü. Bunlardan bir tanesi evin içindeydi ve geceleri nefis kokuyordu. Derken sabah yaklaşırken bu kadın kocasına, tekrar kıra, arkadaşlarının yanına dönmesi gerektiğini söyleyerek: "Öğlene doğru gelip beni sapımdan koparırsan, kurtulmuş olacağım, yani artık hep senin yanında kalacağım" dedi.
Ancak onca çiçek arasında kocası onu nasıl bulacaktı? Kadın onun çiçeklerden anlamadığını biliyordu çünkü; ne dersiniz?
Cevap: çünkü kadın, o gece kocasının yanında, yani evdeydi ve bu yüzden üzerine -öbür çiçeklerin aksine- kırağı düşmemişti! Yani o zaman kocası, üzerine kırağı düşmemiş olan çiçeği seçecekti!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Size bir şey anlatacağım: Ben iki tane kızarmış ördeğin uçtuğunu gördüm. Öyle hızlı uçtular ki, karınları cennete, sırtları da cehenneme bakıyordu. Derken, bir demirci örsü ile bir değirmen taşı Ren nehrini ağır ağır yüzerek geçti. Bir kurbağa da paskalyada buz üzerine oturmuş bir saban yiyordu. Derken üç herif çıkageldi. Tavşan yakalamak istediler, ama koltuk değnekleriyle yürüyorlardı. Biri sağır, öbürü kör, üçüncüsü ise dilsizdi; dördüncüsü ayağını bile kıpırdatamıyordu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Tarlada hoplayan tavşanı ilk önce kör gördü; sağır, felçliye seslendi, felçli de hayvanı boynundan yakaladı. Hep birlikte sahile doğru yelken açtılar ve büyük bir arazinin üstünden geçtiler. Derken yüksek bir dağın üzerinden uçtular, ama sonunda suda boğuldular. Bir yengeç tavşanın peşine düştü, ineğin biri yüksek bir çatıya çıkmıştı. O yöredeki sinekler keçi kadar büyüktü. Açın şu pencereyi de tüm bu palavralar uçup gitsin!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Beleş çağındayken gidip baktım, Roma'yı fener gibi bir ipte sallandırmışlardı. Derken hızlı bir ata binen ayaksız bir adam çok keskin bir kılıçla bir köprüyü havaya kaldırdı. Derken gümüş burunlu bir eşek sıpası gördüm, iki tane tavşanın peşine düşmüştü. Ayrıca geniş bir ıhlamur ağacında sıcak gözlemeler asılıydı. Derken sıska bir dişi keçi gördüm, sırtında altmış okka yağ taşıyordu. Bu kadar palavra yetmez mi?
Derken saban gördüm, ne beygire koşulmuştu ne de öküze. Bir yaşındaki bir çocuk dört tane değirmen taşını Regensburg'dan Trier'e, oradan da Strasburg'a savurdu. Bir atmaca Ren Nehrini yüzerek geçti, hem de hakkıyla! Derken göğe yükselmek için birbiriyle kavgaya tutuşan balıkları gördüm ve birden tatlı bir bal bir vadiden su gibi akıp giderek bir dağda toplandı. Acayip öyküler bunlar! Derken iki karga çimenleri kesti ve iki tane sivrisineğin bir köprü yaptığını gördüm. İki güvercin bir kurdun tüylerini yoldu. İki çocuk iki keçiyi savurup attı. İki kurbağa da buğdayları harmanda dövdü. İki farenin bir papazı takdis ettiklerini gördüm, iki kedi de bir ayının burnunu kaşıyordu.
Derken bir sümüklüböcek koşarak geldi ve iki tane vahşi aslanı öldürdü. Bir bıyık makası bir kadının bıyıklarını kesti; memedeki çocuk annesini susturdu. Derken iki tane tazının bir değirmeni sudan çıkarıp taşıdığını gördüm ki, iyi yaptılar. Ve avluda dört tane beygir tüm güçleriyle buğdayları dövenden geçiriyordu. İki keçi ocağı ateşlerken bir inek de fırına ekmek atıyordu. İşte o sırada tavuk tıpkı horoz gibi öttü: "Üürüüüü." Masal da burada bitti.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir serçenin kırlangıç yuvasında dört yavrusu vardı. Uçma aşamasına geldiklerinde çocuklar bu yuvayı bozdu ve de rüzgâr uçma aşamasına gelen kuşları alıp götürdü. Yaşlı serçe yavrularını tehlikelerden koruyamadığı ve onları eğitemediği için üzülüp durdu. Sonbahar gelince bir buğday tarlasında yavrularını, yani dört serçeyi görünce çok sevindi ve onları yuvasına götürdü."Ah yavrularım, bütün bir yaz beni üzüntü içinde bıraktınız; ben size uçmayı öğretemeden siz rüzgâra kapıldınız. Şimdi beni dinleyin! Babanızın peşinden gelin ve onun yaptıklarına dikkat edin. Çünkü yavru kuşlar her zaman için tehlikede sayılır" dedikten sonra yavrularından en yaşlısına yazı nasıl geçirdiklerini ve nasıl beslendiklerini sordu."Ben hep bahçede kaldım, solucan ve tırtıl aradım, ta ki kirazlar olgunlaşıncaya kadar.""Ah, oğlum" dedi babası, "insanlar o kadar kötü değildir, ama sizler için yine tehlike var. Bahçedeyken uzun, yeşil ve içi boş borular taşıyan kişileri görürseniz çok dikkat edin.""Tamam, baba. O deliğin ağzına bir yaprak yapıştırılsa nasıl olur?""Bunu nerde gördün?""Bir tüccarın bahçesinde" diye cevap verdi oğlan."Aman oğlum, onların eli çabuktur! Onlara pek güven olmaz, yanlarına yanaşma!" diyen babası bu kez öbür yavrusuna sordu: "Sen nerde yattın kalktın?""Sarayda" diye cevap verdi yavrusu."Orada hep altın, kadife, ipek, zırh gibi şeylerle atmaca, baykuş falan bulunur, serçelerle öbür kuşlara pek rastlamazsın; sen samanlıkta kalmaya bak ya da harman dövülen yerlerde. Şansın yaver giderse orada rahat rahat yiyecek yem bulursun.""Olur, baba" dedi yavrusu. "Ama bazen seyislerin çocukları ağ ya da saman arasında ilmik hazırlayarak tuzak kuruyorlar, o zaman bazı kuşlar onlara takılıp kalıyor.""Bunu nerde gördün sen?" diye sordu babası."Ahırda, çocuklar oynarken gördüm.""Aman oğlum, onlar yaramaz çocuklar! Sen sarayda, soylu kişilerin yanında bulundun, tüy dökmemeyi öğrendin belki, ama dış dünyaya çıkarsan etrafına iyi bak. En akıllı köpekleri bile yiyen kurtlar vardır hep."Yaşlı kuş üçüncü yavrusunu karşısına alarak: "Nerelerdeydin sen?" diye sordu."Arabaların geçtiği yollarda ve patikalarda; oralarda hep buğday ve arpa taneleri buldum.""Onlar iyi bir yem, ama etrafına iyi bak. Yere eğilip de taş alan birini gördün mü orada fazla durma.""Bazen ceplerinde ya da çıkınlarında çakıl taşı taşıdıkları doğru mu onların?""Bunu da nerde gördün?""Dağcılarda, babacığım; dağa tırmanırken yanlarında hep taş taşıyorlar.""Dağcılar mağcılar; onların hepsi çok kurnaz. Yanlarında hep taş taşırlar. Onlardan bir tanesini görmüşsen görmüşsün; artık deneyimli sayılırsın.
Yola çıkıp işine bakarken sıkı dur,Çünkü çocuklar sapanla serçe vurur."
Sonunda yaşlı kuş en ufak yavrusunu karşısına alarak ona şöyle dedi:"Bak sevgili yavrum, sen ağabeylerine göre daha zayıfsın ve hâlâ çocuksun; en iyisi sen benim yanımda kal. Dünya kocaman, devrik gagalı ve uzun pençeli kötü kuşlarla dolu.Sen ağaçlardaki ya da ev içlerindeki örümcek yavruları ve tırtıllarla beslenmeye bak, o zaman başına bir şey gelmez.""Ah, babacığım! Kim ki başkalarına zarar vermeden beslenir, o zaman daha çok yaşar; atmaca, baykuş, kartal bile ona zarar vermez. Eğer sabah akşam Tanrı'sına dua edip yiyeceğini namuslu yoldan kazanırsa, o zaman serçe yavrusu da, çalıkuşu yavrusu da yuvasından yere düşmez.""Bunları nerde öğrendin sen?"Rüzgâr beni yuvadan alıp uçurduğunda bir kiliseye geldim; bütün yazı pencerelerdeki sinekleri ve örümcekleri yiyerek geçirdim; tüm serçelerin babası beni iyice doyurdu ve her şeyden önce beni korkunç kuşlardan korudu.""İnanacaksın, oğlum! Kiliselere gidip oraları örümcek ve sineklerden kurtarırsan, tüm dünya hain kuşlarla dolsa bile Yaradan seni kollayacaktır!"
Tarın buyruğunu yerine getiren,Susmayı, katlanmayı, beklemeyi,Dua etmeyi, hoş görmeyi bilenTemiz vicdanlı ve inançlı kişi!Korkmasın artık, yolundadır işi.
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kız vardı; güzeldi, ama tembeldi, düzensizdi. İplik çekerken öyle hırçınlaşırdı ki, ketende ufacık bir düğüme rastlaşa onları yere saçar, kumaşı da fırlatır atardı. Neyse, bu kızın çok çalışkan bir hizmetçisi vardı. Bu kız bir gün yere atılmış düğümleri toplayarak kendine güzel bir elbise dikti. Tembel kıza genç bir adam talip oldu. Düğün günü kararlaştırıldı. O akşam çalışkan kız o güzel elbisesini giyerek neşe içersinde dans etti. Gelin:
Ah, ne güzel dans ediyor bu kızGüzel elbisesiyle ve de bu ne hız!
Damat bunu işitince ona ne demek istediğini sordu. Bunun üzerine gelin ona, yerlere fırlatıp saçtığı düğümleri toplayan kızın bunlardan nasıl elbise yaptığını anlattı. Damat bunu duyunca ve evlenmek üzere olduğu kızın nasıl tembel; fakir kızınsa ne kadar çalışkan olduğunu anlayınca düğünü bozdu. Zengin kızla değil de, fakir kızla evlendi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Genç bir çoban vardı, evlenmeyi çok istiyordu; üç tane kız tanıyordu. Üçü de birbirinden güzeldi, bu yüzden hangisini seçeceğini bilemedi. Ve annesine sordu. Annesi, "Üçünü de davet et ve önlerine kaşar peyniri çıkar, dikkat et bakalım onu nasıl kesecekler?" dedi.
Oğlan öyle yaptı. İlk kız kaşarı kabuğuyla yedi; İkincisi hemen peynirin kabuğunu kesti, ama çok aceleyle kestiği için yenecek kısımlarını da atmıştı; üçüncü kız peynirin kabuğunu öyle bir kesti ki, ne ince ne de çok kalın!
Çoban bunu annesine anlattığında yaşlı kadın, "Sen üçüncüyle evlen" dedi.
Çoban da onun sözünü dinledi; karısıyla birlikte mutlu bir hayat sürdü.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir baba, karısı ve çocuğuyla öğlen yemeğine oturmuştu. Onlara misafir gelen bir arkadaşı da yemeğe katıldı. Saat on iki olmuştu ki, kapı açıldı ve içeriye tamamen beyazlara bürünmüş, soluk yüzlü bir çocuk girdi. Hiç etrafına bakınmadan ve tek bir laf etmeden yandaki odaya geçti. Sonra oradan çıkarak geldiği gibi, sessizce sokak kapısına yöneldi.İkinci ve üçüncü günlerde bu olay tekrarlandı. Sonunda misafir her öğlen gelerek yan odaya geçen bu çocuğun kim olduğunu sordu."Ben görmedim" dedi baba. "Kimin çocuğu olduğunu da bilmiyorum."Ertesi gün çocuk yine geldiğinde misafir babaya onu gösterdi, ama o hiçbir şey görmedi. Karısıyla çocuğu da bir şey görmemişti.Misafir yandaki odaya girip etrafına bakındı. Derken yerde oturmakta olan çocuğu gördü. Oğlan durmadan parmaklarıyla döşeme aralıklarını açmaya çalışıyordu, ama yabancıyı görünce ortadan kayboluverdi.Misafir gördüklerini evdekilere anlattı ve çocuğu iyice tarif etti. O zaman anne, "Ah, o benim dört hafta önce ölen sevgili çocuğum" dedi.Döşemeyi yerinden oynattılar ve altında iki lira buldular. Bu parayı fakir bir adama bağışlasın diye çocuğa annesi vermişti. Çocuk parayı vereceği kişiye "Al, bununla kendine ekmek al!" diyecekti ve bu amaçla onu döşemenin altına saklamıştı. Ancak mezarında rahat edememiş ve her gün, öğle vakti çıkagelip parayı aramıştı.Anne ve babası o parayı fakir bir adama verdikten sonra çocuğu bir daha gören olmadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar küçük bir kız vardı; annesi, babası ölmüştü. Kızcağız o kadar fakirdi ki, başını sokacak bir kulübesi bile yoktu. Ne bir yatağı vardı, ne de giyecek elbisesi. Ona acıyan birinin vermiş olduğu bir dilim ekmekten başka hiçbir şeyi yoktu.
Her şeye rağmen neşeli ve iyi kalpli bir kızdı. Dünyada kimsesi olmadığı için bir gün Tanrı'ya olan inancını yitirmeksizin ormana gitti. Orada fakir bir adama rastladı.
Adam, "Ah, bana yiyecek bir şey versene, karnım öyle aç ki" dedi.
Kız elindeki ekmeği ona verip, "Tanrı yardımcın olsun" diyerek oradan uzaklaştı.
Derken karşısına bir çocuk çıktı; sızlanıp durmaktaydı. "Başım çok üşüyor, bana bir şey ver ki, onunla başımı örteyim" dedi.
Kız başlığını çıkarıp ona verdi. Bir süre yürüyüp gittikten sonra yine bir çocukla karşılaştı.
Çocuk üşüyordu ve ceketi yoktu. Kız kendininkini verdi. Bir başka çocuk ondan etekliğini istedi; kızcağız onu da verdi. Derken bir ormana geldi; hava kararmıştı. Karşısına bir çocuk daha çıkarak ondan gömleğini istedi.
Kız "Nasıl olsa her yer kapkaranlık, kimse seni görmez, gömleğini verebilirsin" diye aklından geçirdi ve gömleğini çıkararak ona verdi.
Bu hep böyle sürüp gitti, ta ki üzerinde hiçbir şey kalmayıncaya kadar. İşte orada çırılçıplak kalmışken gökten yıldız yağmaya başladı; bunların her biri madeni paraya dönüştü. Gömleğini vermişti ya! Hemen yeni bir gömleği oluverdi; hem de en iyi ketenden!
Küçük kız tüm paraları topladı ve ömrünün sonuna kadar zengin yaşadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar küçük bir çoban vardı. Hazırcevaptı;tüm soruları yanıtlamasıyla ün salmıştı. Ülkenin kralı onun bu yeteneğini duyunca huzuruna çağırttı onu."Sana üç soru soracağım. Doğru cevap verirsen seni oğlummuşsun gibi saraya alacağım, hep burada kalacaksın" dedi.Küçük çoban sordu: "Neymiş o üç soru?""Dünyanın bütün denizlerindeki su kaç damladır?" diye sordu kral."Kralım, önce dünyadaki tüm nehirlerin denize akan ağızlarını tıka; tek bir damla denize akmasın ki, o zaman sayayım!" dedi oğlan."ikinci sorum şu: Gökte kaç tane yıldız var?" diye sordu kral.Oğlan "Bana büyük bir tabaka beyaz kâğıtla tüy kalem verin" diyerek kâğıt üzerine öyle ufak noktalar serpiştirmeye başladı ki, bunları saymak imkânsızdı. Bakanın gözü kararıyordu."Burada ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız var; şimdi sayın bakalım!" dedi oğlan.Kral, "Üçüncü sorum şu: Sonsuzluk kaç saniyedir?" dedi. Küçük çoban hemen cevabı yapıştırdı: "Kafdağı'nın yüksekliği bir saat, genişliği bir saat ve derinliği bir saattir. Bu dağa her yüzyılda bir küçük bir kuş konarak gagalamaya başlar. Tüm dağı gagalayıp bitirdiği zaman sonsuzluğun bir saniyesi geçmiş demektir."Kral dedi ki: "Üç soruyu da doğru yanıtladın. Bundan böyle sarayda kalacaksın ve ben sana kendi çocuğum gibi bakacağım!"Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir çiftlikte çalışan on iki yardımcı bütün gün hiçbir iş yapmadıkları gibi, bir de akşam olunca tembellikleriyle övünmeye başladılar.
Birincisi şöyle konuştu: "Sizin tembelliğinizden bana ne, ben benimkine bakarım! Asıl işim kendi bedenime bakmak! Az yemem, bir o kadar da içerim. Dört öğün yedikten sonra kısa bir süre için oruç tutarım, ta ki acıkıncaya kadar! Bu bana çok yarıyor. Erken kalkmakla aram iyi değil benim. Öğlene doğru yatacak sakin bir köşe ararım kendime. Patron çağırsa bile duymazlıktan gelirim. Bir daha seslenirse biraz beklerim; biraz sonra ağır adımlarla, yavaş yavaş yanına varırım. Hayat ancak böyle çekilir!"
İkincisi şöyle dedi: "Benim işim bir ata bakmak. Ama ben onun yemini hep ağzına takıyorum; istemezsem hiç yem vermiyorum ve yemini yemiş gibi gösteriyorum. Bu arada ahırda yatıp dört saat uyuyorum, sonra atın gövdesini biraz sıvazlıyorum ki, kaşağılanmış gözüksün diye! Kim fark edecek ki? Yine de işim zor be yahu!"
Üçüncüsü de şöyle konuştu: "Ne diye çalışayım ki? Sonuçta bir şey olduğu yok! Güneş altında yatıp uyuyorum. Yağmur başlasa bile niye kalkayım ki? Yağsın gitsin! Geçenlerde öyle bir dolu yağdı ki, saçlarımı başımdan söküp götürdü, hatta kafamda delik açtı. Ama oraya bir yara bandı yapıştırdım, oldu bitti. Çalışmaktan başıma çok zarar geldi."
Dördüncü: "Bir işe başladım mı, güç kazanayım diye önce bir saat hayal kurarım. Daha sonra yavaş yavaş işe koyulurum ve bana yardım edecek bir kişi arar bulurum. Sonra asıl işi onlara yaptırırken ben onları seyrederim. Ama bu bile ağır geliyor bana" dedi.
Beşinci şöyle dedi: "Ne söylesem! Düşünün bir kere, her gün ahırdaki pisliği alıp arabaya yüklemem gerekiyor. Bu işi gayet ağır yapıyorum. Dirgene biraz pislik alıp havaya kaldırır gibi yapıyorum ve bu vaziyette on beş dakika bekliyor, sonra onu arabaya savuruyor ve bir on beş dakika daha dinleniyorum. Günde bir torbalık pislik atsam yeter. Eşek gibi çalışmaya hiç niyetim yok!"
Altıncı şöyle dedi: "Utanın! Ben çalışmaktan hiç yılmam, ama önce üç hafta yatıyorum, elbiselerimi bile çıkarmıyorum. Çarıklarımı niye bağlayayım ki? Hep ayağımda kalsınlar, arada bir ayağımdan çıksalar da zararı yok! Bir merdivenden çıkacaksam önce bir ayağımı birinci basamağa atar, sonra öbür basamakları saymaya başlarım ki, nerede durup dinleneceğimi bileyim."
Yedinci şöyle konuştu: "Ben bunu yapamıyorum, çünkü patron hep beni gözlüyor, amakendisi bütün gün evde kalmıyor. Ben de fırsat bu fırsat, yürümek gerekirse öyle yavaş yürüyorum ki, dört güçlü erkek beni zorla öne itiyor. O zaman da altı katlı kerevete gelip yatıyor ve uyku çekiyorum. Hem de uyanmamak üzere. Uyandırmak istedikleri zaman beni ellerinde taşıyorlar."
Sekizinci de şöyle dedi: "En uyanığınız benim. Önümde bir taş varsa, ayağımı kaldırıp onun üzerine koymaya üşeniyorum. Yere uzanıp yatmışsam, ıslansam da, kir pas içinde kalsam da öyle kalıyorum, güneş beni kurutuncaya kadar! Ancak beni gördükleri zaman biraz sağıma dönüyorum, o kadar."
Dokuzuncu: "O da bir şey mi" dedi. "Bugün önümde bir ekmek duruyordu. Ama onu almaya öyle üşendim ki, hani nerdeyse açlıktan ölecektim! Bir testi de su vardı, amaonu kaldırmaya çok üşendim, bu yüzden nerdeyse susuzluktan ölecektim!"
Onuncu da şöyle konuştu: "Ben tembelliğin zararını gördüm; bir bacağım kırıldı, bacaklarım şişti. İçimizden üç kişi araba yolu üzerine yatmıştı; ben de bacaklarımı uzatmıştım. Derken bir araba hızla geldi ve tekerlekleri üzerimden geçti. Tabii ayaklarımı çekebilirdim, ama arabanın geldiğini duymadım; çünkü sivrisinekler kulağımda vızıldıyor, burnuma ve ağzıma giriyordu da ben onları kovmaya bile üşenmiş- tim."
On birinci şöyle dedi: "Dün işten ayrıldım. Patronun ağır kitaplarını oradan oraya taşımaktan gına geldi; bu iş bir türlü bitmiyor ve bütün günümü alıyordu. Aslında o beni işten attı, çünkü giysileri toz içinde kalmıştı ve güveler tarafından delik deşik edilmişti. Adam haklıydı yani."
Ve on ikinci de şöyle konuştu: "Bugün arabayı tarlaya sürdüm, içine samandan bir yatak yapıp yattım. Uyandığımda dizginler elimden kaymıştı; atlar kaçıp gitmek üzereydi; koşumlar yoktu, semer de yoktu, boyunduruk da; gem de gitmişti, yem torbası da! Herhalde biri gelmiş, hepsini alıp götürmüştü. Araba da bir su birikintisine saplanmıştı. Ben onu öyle bıraktım ve tekrar samanların üzerine yattım. Derken patron geldi, arabayı bataktan çıkardı; gelmemiş olsaydı ben burada değil de bâlâ samanların üzerinde rahat rahat yatıyor olacaktım."Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir kralın üç oğlu vardı, üçünü de çok seviyordu. Ölümünden sonra kimin kral olacağına karar vermesi gerekiyordu. Nitekim ölüm döşeğindeyken onları yanına çağırarak şöyle dedi: "Sevgili çocuklar! Bu işi düşündüm taşındım, size de açayım, içinizden en tembeli kimse, o kral olsun!"
Bunun üzerine en büyük oğlan, "Baba, krallık benim olmalı. Çünkü ben yatıp uyumaya başladığımda gözümden bir damla yaş aksa bile ona hiç dokunmuyorum ki, uykum kaçmasın!"
Ortanca oğlan, "Baba, krallık benim! Çünkü ben o kadar tembelim ki, ayaklarımı ısıtmak için ocak başına geçtiğimde yansa bile geri çekmeye üşenirim."
Küçük oğlan da şöyle dedi: "Baba, kral ben olmalıyım; çünkü o kadar tembelim ki, beni asmak üzere boynuma ip geçirseler ve de elime keskin bir bıçak verip ipi kesmeme izin verseler, asılırım da yine o bıçakla ipi kesmeye üşenirim!" Bunu duyan babası, "En tembel şenmişsin, krallık senin olsun" dedi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar yaşlı bir kadın "Demek ihtiyarlıkta dilenmek de varmış!" diye söyleniyordu.Ama işte, dileniyordu o kadın. Ve ne zaman bir sadaka alsa "Tanrı sizi ödüllendirsin!" diyordu.Dilenci kadın bir evin kapısını çaldı; içerde, ona arkadaşça davranan bir oğlan ocak başında ısınmaktaydı.Oğlan zavallı yaşlı kadına dostça:"Gel anacığım, gel de ısın!" dedi.Kadın içeri girdi, ama ateşe o kadar yakın durdu ki, üzerindeki yırtık pırtık giysiler alev alıp tutuşmaya başladı.Kadın hiçbir şey yapamadı.Oğlan orada öylece durmuş, bakıyordu. Acaba söndürse miydi?Şu işe bak, acaba söndürse miymiş?Evde su bile olmasa insan ağlar, ağlar, gözyaşı döker... o gözyaşları birikerek bir pınarcık oluşturur... İşte onun suyuyla da insan o ateşi söndürürdü hiç olmazsa!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir büyücü vardı, bir gün bir sürü insanın toplandığı bir meydanda hünerlerini göstermeye başladı. Bu arada bir horoza sanki tüy kadar hafifmiş gibi bir kalas taşıttı. Ama seyirciler arasında bir kız vardı, dört yapraklı bir yonca bulmuştu; işte bu yüzden kafası çalışıyordu ve gözbağcılığına inanmıyordu. Nitekim horozun taşıdığı o kalasın aslında bir saman çöpü olduğunu gördü."Heey, millet!" diye seslendi. "Bunun kalas değil de saman çöpü olduğunu görmüyor musunuz?"Az sonra büyü bozuldu, onun haklı çıktığını gören halk küfürler ve hakaretler yağdırarak büyücüyü kovdular. Ama o için için "Ben intikamımı almayı bilirim" diye söylendi.Bir süre sonra kızın düğünü olacaktı; giyinip kuşandı, büyük bir gelin alayıyla birlikte nikâhın kıyılacağı kiliseye doğru yola koyuldu; derken karşılarına suları kabara kabara akan bir dere çıktı. Üzerinde ne bir geçit vardı ne de bir köprü. Ama gelin çok çevikti; giysilerini yukarı çekerek derenin üzerinden atlamak istedi. Tam suyun başına gelmişken bir adam -ki bu büyücüden başka biri değildi- şöyle seslendi:"Sen kör müsün kız? Nerde dere var ki?" diye seslendi.İşte o zaman kızın gözleri açıldı, yarı beline kadar çektiği giysileriyle su başında değil de, bir çiçek tarlasında bulunduğunu gördü.Bunu herkes gördü elbette ve genç kızı kahkahalarla ve küfürlerle kovdular.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Yüce Tanrı tüm hayvanları yarattı, ama kurdu köpeğe tercih etti; bu arada keçiyi unuttu. Bu kez Şeytan da hayvan yaratmaya kalkıştı ve keçiye ince ve uzun bir kuyruk taktı. Bu keçiler ne zaman meraya çıksa kuyruklarıyla dikenli çite takılıyor ve Şeytan onları zar zor kurtarıyordu. Bu onu o kadar kızdırdı ki, her bir keçinin kuyruğunu ısırdı. İşte o yüzden keçilerin kuyruğu bugün bile hep güdük kaldı.Daha sonra da onları merada otlamaya bıraktı; ancak Yüce Tanrı bu keçilerin meyve ağaçlarını kemirdiğini, hatta en soylu asma kütüklerini de mahvettiğini gördü. Bu hep böyle giderse sıra öteki bitkilere de gelecekti. Bu yüzden kurtları keçilere saldı; daha doğrusu bu ağaçlara dadanan keçilere saldıracaklardı!Şeytan bunu görünce Tanrı'nın huzuruna çıkarak: "Senin yarattığın hayvan, benimkileri parçaladı" diye şikâyette bulundu.Tanrı, "Ne gibi bir zarar gördün ki?" diye sordu."Şimdiye dek gördüğüm zararları hiçbir hayvan karşılayamaz; bu iş sana pahalıya patlayacak" dedi Şeytan."Meşeler yapraklarını döktüğü zaman gel de paranı vereyim!" dedi Yüce Tanrı.Ve meşe ağaçları yaprak döktüğünde Şeytan yine Tanrı'nın huzuruna çıkarak ondan borcunu ödemesini istedi.Tanrı şöyle dedi: "Konstantinopol'da çok büyük bir meşe ağacı var; o yapraklarını hâlâ dökmedi."Şeytan küplere bindi, ağza alınmayacak laflar söyledi, sonra da o ağacı aramaya çıktı. Ama yolunu şaşırdı ve ağacı buluncaya kadar altı ay çöllerde dolaştı. Geri döndüğünde tüm meşe ağaçları yemyeşil yapraklarını çoktan açmıştı!İşte o zaman Şeytan alacağından vazgeçti ve kızgınlıktan tüm keçilerin gözlerini çıkararak onların yerine kendininkileri yerleştirdi.Bu nedenle tüm keçiler şeytan gözlü diye anılır ve kuyrukları da hep güdüktür.Şeytanı da hep böyle tasvir ederler ya!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Ulu Tanrı yeryüzünde dolaştığı günlerden birinde Aziz Petrus'la birlikte bir demircinin yanına vardı ve geceyi orada geçirdi. Derken yaşını başını almış, iki büklüm yürüyen bir dilenci çıkageldi ve demirciden para istedi.Aziz Petrus adama acıdı ve "Tanrım, n'olur onun cezasını kaldır artık da kendi ekmeğini kendi kazansın!" dedi.Bunun üzerine Tanrı şefkatli sesiyle, "Demirci, bana ocağını ver, içine de biraz kömür at da şu adamı gençleştireyim" dedi.Demirci söyleneni yaptı. Aziz Petrus körükledi, ateş yandı ve gitgide büyüdü. Tanrı, hasta adamcağızı gül kurusu gibi yanan kor ateşinin tam ortasına attı, onu yüksek sesle övdü, sonra da içi su dolu yalağa soktu; iyice soğuttuktan sonra takdis etti. Aynı anda ufacık adam sıçrayarak ayaklandı; şimdi sapasağlamdı ve yirmi yıl gençleşmişti!Tüm bunları izleyen demirci herkesi akşam yemeğine davet etti. Kendisinin, gözleri yarı yarıya gören kambur bir kaynanası vardı; kadın gençleşmiş adamın yanına vararak onun ateşteyken acı hissedip hissetmediğini sordu; delikanlı kendisini hiç bu kadar iyi hissetmediğini söyledi.Oğlanın söyledikleri bütün gece yaşlı kadının kulaklarından gitmedi.Ertesi gün Tanrı teşekkür ederek demirciden ayrıldı. Demirci de kaynanasını gençleştirebileceğini düşündü. Her şeyi dikkatlice izlediğine göre şimdi kendi maharetini gösterebilirdi. Kaynanasını çağırarak ona on sekiz yaşındaki bir kıza dönüşmek isteyip istemediğini sordu. "Seve seve" diye cevap verdi yaşlı kadın, çünkü delikanlı da öyle demişti.Neyse, demirci ocağı ateşledi ve akkor haline getirdikten sonra yaşlı kadını içine tıktı. Ama kadın hemen ölüm çığlıkları atmaya başladı."Kes sesini, ne diye öyle hoplayıp zıplıyorsun? Rahat dur ki, şu körüğü çalıştırayım!" diyen demirci, ateşi körüklemeye devam etti. Kaynanası hiç durmadan haykırınca demirci "Bu işin içinde bir iş var" dedi. Onu ateşten çıkardığı gibi içi su dolu yalağa attı. Bu kez yaşlı kadın daha da fazla bağırdı. Demircinin evdeki kızı ve karısı bu feryadı duydular. İkisi de aşağı inerek yalakta büzülmüş bir yaratığa benzeyen analarına baktılar.Her iki kadın da o gece korkudan doğum yaptı; iki oğlan doğurdular, ama onların da insana benzer hali yoktu. Tıpkı maymun gibiydiler; nitekim ikisi de ormana dalıverdi. Maymun türü de bu şekilde oluştu işte!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Vaktiyle iki erkek kardeş vardı. İkisi de askerdi; biri zengindi, diğeri fakir. Fakir olanı hayatını kazanmak için üniformasını çıkararak çiftçi oldu. Kendine ait olan tarlayı sürdükten sonra oraya pancar ekti. Tohumlar tuttu, pancar çıktı ve öyle büyük oldu ki, pancarlar kralı adını aldı. Böylesi şimdiye kadar görülmemişti, bundan sonra da görüleceği yoktu! Daha sonra bu pancar iki öküzün çektiği bir arabayı doldurabilecek kadar büyüdü. Çiftçi bununla ne yapacağını bilemedi, yani bu bir şans mıydı, yoksa şanssızlık mıydı? Sonunda şöyle düşündü: "Satsan fazla bir şey getirmeyecek, kendin yesen, az bir şey sana yeter! En iyisi sen bunu krala ver. Hiç değilse ona olan saygını göstermiş olursun!"
Uzatmayalım, pancarı arabaya yükledi; iki öküzü koştu ve götürüp krala hediye etti.
Kral, "Bu ne acayip şey! Şimdiye kadar çok mucize gördüm, ama böylesine hiç rastlamadım. Nasıl bir tohum kullandın sen böyle? Yoksa bunu sen mi icat ettin? Şanslı adamsın vesselam" dedi.
"Hayır, efendim" dedi çiftçi, "Şanslı falan değilim; fakir bir askerim ben; yiyecek bir şeyim kalmadığı için üniformamı çıkardım ve çiftçiliğe başladım. Bir erkek kardeşim var; kendisi zengindir, siz onu tanırsınız efendim. Benimse hiçbir şeyim olmadığı için terk edilmiş bir adamım!"
Kral ona acıyarak şöyle dedi: "Artık fakirlikten kurtulacaksın, sana öyle hediyeler vereceğim ki, kardeşin kadar zengin olacaksın!" Ve bir sürü altın, arazi, otlak ve koyun sürüsü vererek onu zengin yaptı.
Kardeşi tek bir pancar yetiştirerek bu hale geldiğini duyunca onu kıskandı. Aynı şekilde şanslı olabilmek için ne yapması gerektiğini uzun boylu düşündü. Sonra daha akıllıca davranmak istedi. Krala altın ve bir sürü at hediye etti. Karşılığında da kraldan daha büyük bir hediye bekliyordu; kardeşi bir pancar karşılığında onca hediyeyi almışsa, kendisi şimdi kim bilir neler alacaktı!
Kral hediyeyi kabul etti, ama karşılığında ona ne vereceğini bilemedi; en iyisi o koca pancarı vermekti!
Neyse; zengin oğlan kardeşinin pancarını arabasına yükledikten sonra evin yolunu tuttu. Eve varınca kızgınlığını kimden alacağını bilemedi. Derken aklına kötü bir fikir geldi, kardeşini öldürmeye karar verdi.
Paralı katiller tuttu, onlar bir tuzak hazırlayacaktı. Kendisi de kardeşinin yanına vararak, "Bak kardeşim, ben gizli bir hazine keşfettim; gel birlikte kazalım, sonra da onu paylaşırız" dedi.
İyi niyetli kardeşin aklına kötü bir şey gelmediği için, kırgınlığa da kapılmadan onunla birlikte gitti. Kazı yerine vardıklarında katiller saldırdı, onu yakalayıp bağladılar ve bir ağaca asmaya çalıştılar. Tam o sırada uzaktan bir şarkı ve nal sesleri duyuldu. Adamlar çiftçiyi bir çuvala sokarak ağaca astılar sonra da çok korkarak tabanları yağladılar. Çiftçi çuvalın ağzını açarak başını dışarı çıkarabildi.
Ancak atla gelen, bir öğrenciden başkası değildi; keyifli keyifli şarkı söyleyerek ormandan gelmekteydi. Ağaca asılı kişiyi görmeden yoluna devam ederken çiftçi, "Uğurlar ola" diye seslendi.
Öğrenci etrafına bakındı, sesin nereden geldiğini bilemedi. "Kim konuşuyor?" diye söylendi.
Yukarıdaki çiftçi, "Kafanı yukarı kaldır, görürsün! Ben 'bilgelik çuvalı'nın içindeyim. Kısa zamanda çok şeyler öğrendim ben burada; öbür okulları unut gitsin! Az sonra aşağı ineceğim ve tüm insanlardan daha akıllı olacağım! Artık yıldızları okumayı, rüzgârın uğultusunu, denizlerdeki kumu, hastalıkların tedavisini, şifalı otların gücünü, kuşları, taşları... hepsini öğrendim ben! Sen de bir kere şu çuvalın içine girsen onun ne kadar çok bilgiyle dolu olduğunu hissedersin!
Öğrenci tüm bunları duyunca çok şaşırdı ve "Tanrıya şükür ki seni buldum! Ben de biraz çuvala girebilir miyim?" diye sordu.
Yukarıdaki, buna pek razı olmamış gibi davrandı. "Hadi seni ödüllendireyim, ama bir saat kadar beklemelisin. Daha öğrenmem gereken ufak bir kısım daha var" dedikten sonra nazlana nazlana, "Bilgelik Evi'nden çıkabilmem için ipi aşağı çekmelisin! Ondan sonra da çuvala sen girersin" diye ekledi.
Neyse, öğrenci çuvalı aşağıya çekti, sonra ağzını açarak çiftçinin çıkmasına yardım etti. Sonra kendisi çuvalın içine girip çiftçiye, "Sen şimdi beni hemen yukarı çek! Ben içinde dik durumda olmalıyım" dedi.
Çiftçi, "Dur" dedi. "Böyle olmaz" diyerek oğlanın kafasını tutarak onu çuvala baş aşağı soktu. Çuvalın ağzına bir düğüm attıktan sonra onu yukarı çekerek havada sallandırdı ve şöyle dedi: "Ee, ne haber delikanlı? Bak, şimdi akim başına geldi. İşte deneyim dediğin şey böyle kazanılır! Senin öğreneceğin daha çok şey var. Sakin sakin otur oturduğun yerde; o zaman kafan çalışmaya başlayacak!"
Çiftçi bunları söyledikten sonra öğrencinin atına atlayarak oradan uzaklaştı.
Ama bir saat sonra öğrenciyi kurtarması için birini gönderdi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir adam, evinin önünde karısıyla oturmuş, birlikte kızarttıkları tavuğu yemek üzereydi. Derken yaşlı babasının gelmekte olduğunu görünce, ona vermemek için tavuğu hemen sakladı.Babası yanlarına yaklaştı, bir bardak su içtikten sonra geldiği gibi gitti.Oğlu tavuğu yine sofraya çıkarmak istedi; ama eli ona değer değmez tavuk koskoca bir kurbağaya dönüşerek adamın suratına sıçradı ve hiç oradan ayrılmadı.Kim onu kovalamak istese, kurbağa suratını paralamak istercesine o kişiye hep pis pis bakıyordu; öyle ki, hiç kimse ona dokunmaya cesaret edemedi.Ve o günden sonra nankör oğlan her gün bu kurbağayı beslemek zorunda kaldı, yoksa hayvan onun suratını parçalayacaktı!İşte nankör oğlan ömrünü hep böyle geçirdi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kral ile bir kraliçe vardı. İstedikleri her şeyi elde edecek kadar zengindiler, ama hiç çocukları olmuyordu. Kadın gece gündüz yakmıyor ve "Benim ürün vermeyen tarladan farkım yok ki!" diyordu.Sonunda Tanrı onun isteğini yerine getirdi, ama çocuk dünyaya geldiğinde hiç de çocuğa benzemiyordu; eşek sıpasından farkı yoktu.Anası bunu görünce bağırıp çağırmaya başladı; bir eşek doğuracağıma keşke hiç doğurmasaydım diye sızlanıp durdu. Çocuğu suya atmalarını, onu balıkların yemesini istedi.Ancak kral, "Olmaz! Onu Tanrı verdi, o benim oğlum ve mirasçım; ben öldükten sonra tahta o geçecek ve kral olacak!" dedi.Derken sıpa gelişti, büyüdü ve kulakları dikleşti. Ama bu hayvan çok neşeliydi; oynayıp zıplıyor ve müzikten çok hoşlanıyordu. Derken bir gün bir kemancının yanma vararak "Bana sanatını öğret de senden daha güzel keman çalayım!" dedi.Kemancı, "Ah, sıpacık! Bu iş zor olacak. Çünkü senin tırnakların çok büyük, keman telleri bunu kaldırmaz!" dedi.Ama bunun bir yararı olmadı. Sıpa keman çalmayı o kadar istiyordu ki, sonunda öğrendi ve hocası kadar yetenekli bir kemancı oldu.Bir gün yolda düşünceli düşünceli yürürken bir kuyuya vardı. Kuyunun dibine baktı ve suda kendi yüzünü gördü. O kadar üzüldü ki, yanına en sadık arkadaşını alarak yöreyi terk etmek üzere yola çıktı.Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, derken yaşlı bir kralın hüküm sürdüğü bir yöreye geldiler. Kralın çok güzel bir kızı vardı.Sıpa "Burada kalalım" dedi ve sarayın kapısını çaldı. "Bir misafir geldi, kapıyı açın da içeri girsin" diye seslendi. Ama kapı açılmayınca oturup ön ayaklarıyla keman çalmaya başladı ve en sevdiği şarkıları söyledi.Nöbetçi gözlerini fal taşı gibi açarak krala koştu. "Dışarıda, kapı önünde bir sıpa var. Usta bir kemancı gibi keman çalıyor" dedi."Al bakalım onu içeri!" diye emretti kral.Sıpa içeri girer girmez herkes bu kemancıya güldü, onunla alay etti.Neyse, kemancıyı seyislerin yanına verdiler; orada yiyecek ve yatıp kalkacaktı. Ama o buna razı olmadı. "Ben sıradan bir seyis değilim, soylu biriyim!" dedi.Kral güldü ve onu cesaretlendirdi. "Tamam, istediğin gibi olsun, gel benimle!" dedi. Sonra da "Kızımı beğendin mi?" diye sordu.Sıpa başını çevirerek kıza baktı ve "Olağanüstü güzel, şimdiye kadar hiç böyle güzel kız görmedim!" dedi."Öyleyse onun yanına otur!" dedi kral."Tamam" dedi sıpa ve onun yanına oturdu. Yedi, içti ve gayet nazik davrandı.Bu soylu hayvan bir süre sarayın avlusunda yaşadıktan sonra, "Hepsi iyi de, benim eve dönmem gerek" diye geçirdi aklından. Üzgün üzgün başını öne eğerek kralın huzuruna çıktı, vedalaşmak istedi.Ama kral ondan hoşlanmıştı. "Senin neyin var, ne istiyorsun? Sirke küpü gibi yüzünü ekşitiyorsun. Yanımda kal, ne istersen veririm sana. Altın ister misin?" diye sordu.Sıpa kafasını iki yana salladı "Hayır" diyerek."Elmas, pırlanta falan?""Hayır.""Krallığımın yarısını ister misin?""Hayır, hayır.""Bilmem ki seni nasıl memnun edeyim? Kızımla evlenmek ister misin?""Aa, evet" dedi sıpa, "İsterim doğrusu." Gerçekten de istediği buydu.Uzatmayalım, görkemli bir düğün yapıldı. Kral, o akşam gelinle damat yatak odasına gidince sıpanın nasıl davranacağını bilmek istedi. Hizmetçilerinden biri odada gizlenip onları kollayacaktı.Genç çift odaya girdikten sonra damat kapıyı sürgüledi, etrafına bakındıktan sonra eşek postunu sırtından attı; güzel ve yakışıklı bir oğlan çıktı ortaya."Kim olduğumu, değersiz biri olmadığımı gördün mü şimdi?" dedi.Genç gelin onu öptü; o anda âşık olmuştu!Ertesi sabah delikanlı yataktan fırlayarak yine eşek postuna büründü; kimse onun gerçek kimliğini fark etmedi.Derken kral kızına sordu: "Ee, senin sıpa ne yapıyor? Doğru dürüst biriyle evlenmediğin için üzgünsün galiba?""Hayır, hayır babacığım. Ben onu dünyanın en yakışıklı erkeğiymiş gibi çok seviyorum. Hep yanımda kalsın!" diye cevap verdi kız.Kral buna çok şaştı, ama odada saklanan hizmetçisi gelip ona her şeyi anlatınca "Böyle bir şey olamaz!" dedi."Öyleyse bu gece nöbete siz geçin kralım, kendi gözlerinizle göreceksiniz. Ne yapın biliyor musunuz? Onun postunu alıp ateşe atın. İşte o zaman gerçek kimliğini göreceksiniz" diye cevap verdi hizmetçi."Bu iyi bir öneri" diyen kral, o gece herkes uyuduktan sonra gizlice odaya girdi. Yatağa yaklaştığında, ay ışığı altında yakışıklı oğlanı gördü; postu yerde seriliydi. Onu aldı, dışarıda büyük bir ateş yaktırdı ve postu onun içine attı. Kül haline gelinceye kadar başında bekledi.Ama oğlanın nasıl davranacağını görmek için sabaha kadar odada kaldı. Oğlan uyandığında gün ağarmıştı bile; postunu aradı, ama bulamadı. Çok korktu ve üzgün üzgün "Bari kaçıp gideyim buradan!" diye söylendi.Bunun üzerine kral yerinden kalkarak ona yaklaştı. "Bu ne acele oğlum? Niyetin ne? Burada kal, sen yakışıklı bir adamsın, sakın gitme! Krallığımın yarısını sana vereyim, ben öldükten sonra hepsi senin olur" dedi."İyi başladı, iyi bitsin öyleyse!" diyen delikanlı, "Peki, burada kalıyorum" diye ekledi.Yaşlı kral krallığının yarısını ona devretti ve bir yıl sonra babası ölen oğlan onun da mirasına konarak ömrünün sonuna kadar mutlu yaşadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar fakir bir kadının tek bir oğlu vardı. Oğlanın aklı fikri seyahate çıkmaktaydı. Bir gün annesi ona, "Sen nasıl seyahat edersin? Sana verecek paramız yok ki?" dedi. Bunun üzerine oğlan "Ben başımın çaresine bakarım. Yolda sürekli olarak 'az olsun, az olsun, az olsun!' derim" diye cevap verdi.
Yola çıktı ve nereye gitse hep "Az olsun, az olsun, az olsun!" deyip durdu. Derken birkaç balıkçıyla karşılaştı. "Rastgele, ama az olsun, az olsun, az olsun!" dedi. "Sen ne diyorsun be adam? Az mı olsun?" diyen balıkçılar ağlarını çekip de çok az balık görünce oğlana temiz bir dayak attılar. Sonra da "Bunu hak ettin!" dediler. "Peki, ne diyecektim ki?" diye sordu oğlan. "Çok olsun, çok olsun, de!" diye yanıt aldı.
Bir süre yol aldıktan sonra bir darağacına yaklaştı. Bir suçluyu asmak üzereydiler. "Merhaba! Çok olsun, çok olsun!" dedi. "Sen ne diyorsun be adam, çok mu olsun? Dünyaya bu kadar suçlu yetmiyor mu ki, sen çok olsun diyorsun!" deyip ona güzel bir dayak attılar. "Peki, ne diyeyim?" diye sordu oğlan. "Tanrı günahlarını bağışlasın, de!"
Oğlan yine bir süre yol aldı. Derken bir hendeğe ulaştı. Leş temizleyicisi ölmüş bir atın derisini yüzmekteydi. Oğlan, "Merhaba! Tanrı günahlarını bağışlasın!" deyince adam yerinden fırlayıp satırının kabzasıyla onun kulak tozuna öyle bir vurdu ki!
"Sen ne diyorsun be salak herif!"
"Peki ne diyeyim?"
"Hendeği boyla pis hayvan, de!"
Oğlan bu kez "Hendeği boyla pis hayvan!" diye diye yoluna devam etti.
Derken içi yolcu dolu bir at arabasıyla karşılaştı.
"Merhaba. Hendeği boyla pis hayvan!" der demez araba hendeğe yuvarlanıverdi. Arabacı elindeki kamçıyla oğlana öyle bir girişti ki!
Zavallıcık annesinin evine döndü ve o günden sonra da bir daha seyahate çıkmadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Vaktiyle iki erkek kardeş vardı; biri zengindi, öbürü fakir. Zengin olanı fakire hiç, ama hiçbir şey vermiyordu. Fakir geçimini sadece buğday satarak sağlıyordu. Günün birinde durumu o kadar bozuldu ki, karısına ve çocuğuna verecek ekmek bile bulamadı.
Bir seferinde arabasıyla orman içinden geçti, birden yan tarafta kocaman ve çıplak bir dağ gördü. Daha önce hiç böyle bir şey görmediği için durdu ve ona hayranlıkla baktı. Orada öylece beklerken uzun boylu ve iri cüsseli on iki adam çıkageldi; onların harami olabileceğini düşünerek arabasını bir çalılığın arkasına çekti ve bir ağaca tırmandı.
On iki adam dağın önünde durarak şöyle seslendiler: "Altındağı, Altındağı, aç kapını!"
Bunu der demez çıplak dağın orta kısmı iki yana ayrıldı, on iki adam içeri girdi; girer girmez de kapı kendiliğinden kapandı. Az bir süre sonra tekrar açıldı ve adamlar dışarı çıktı; hepsi sırtlarında ağır bir zembil taşıyordu. Gün ışığına çıkar çıkmaz:
"Altındağı, Altındağı, kapan artık" diye seslendiler. O anda dağın kapısı kapandı, delik falan görülmedi. Ve on iki adam oradan uzaklaştı.
Onlar gözden kaybolur kaybolmaz fakir adam ağaçtan indi. içinde neler saklandığını çok merak ettiği dağın önüne gelerek, "Altındağı, Altındağı, aç kapını" diye seslendi.
Kapı açılıverdi. Adam içeri girdi; tüm dağ bir mağaradan oluşmuştu; her yere öbek öbek inciler, pırıl pırıl parlayan kıymetli taşlar saçılmıştı. Adam ne yapacağını bilemedi; bu hazineden bir parça yanına alsa mıydı? Neyse, sonunda ceplerini altınla doldurdu, inci ve diğer kıymetli taşları bıraktı.
Tekrar dışarı çıktığında aynı şekilde, "Altındağı, Altındağı, kapan artık" diye seslendi. Ve dağ kapandı.
Adam arabasıyla eve döndü. Artık üzülmesi için bir neden yoktu, çünkü cebindeki altınla karısı ve çocuğu için ekmek, hatta şarap bile satın alabilecekti. Böylece mutlu bir hayat sürmeye başladı; dürüstlükten ayrılmadı, fakirlere hep yardım etti.
Ama parası bitince ağabeyinin yanma vardı, ondan büyük bir kovayı ödünç aldı ve o kovayı yine altınla doldurdu; ama büyük hazineye hiç dokunmadı. Üçüncü kez altın almaya giderken yine kardeşinden o kovayı ödünç aldı.
Ağabeyi onu öteden beri kıskanmaktaydı: nasıl alışveriş yaptığını, evini nasıl döşediğini, kısacası bu zenginliğin nereden kaynaklandığını bilemiyordu. Ve kardeşinin kovayla ne yaptığını da merak ediyordu.
Derken aklına bir kurnazlık geldi, kovanın dibini ziftledi. Daha sonra bu kovayı geri aldığında dibine bir tek altın para yapışmış olduğunu gördü.
Kardeşinin yanına vararak, "Kovayla ne ölçüyorsun sen?" diye sordu.
"Arpayla buğday" dedi kardeşi.
Ağabeyi ona altın parayı göstererek, gerçeği söylemediği takdirde onu mahkemeye vermekle tehdit etti. Bunun üzerine kardeşi ona neler olup bittiğini anlattı.
Zengin ağabey hemen bir araba hazırlattı ve dağa gitti. Fırsat bu fırsat diyerek daha başka şeyler alıp getirmeyi düşündü.
Dağa vardığında, "Altındağı, Altındağı, aç kapını!" diye seslendi.
Kapı açıldı ve adam içeri girdi. Tüm zenginlikler önünde yatıyordu; öyle ki, hangisine el atacağını bilemedi.
Sonunda taşıyabileceği kadar kıymetli taşları topladı. Yükünü dışarı çıkarmak istedi; ama aklı fikri hep hazinede olduğu için dağın ismini unuttu!
Yine de "Dağaltını, Dağaltını, aç kapını!" diye seslendi. Ama dağın ismi onun söylediği gibi değildi ki! Nitekim dağ yerinden oynamadı ve kapısı kapalı kaldı.
Adam korktu; ne kadar düşündüyse aklı bir o kadar karıştı. Dünyanın tüm hazinelerinin bile ona bir yararı olmadı!
Akşam olunca kapı açıldı, on iki harami içeri girdi. Adamı görünce güldüler ve şöyle seslendiler: "Yakaladık seni sonunda! İki kez geldiğini fark etmedik mi sandın? Ama işte, bir türlü yakalayamadık. Üçüncü kez elimizden kurtulamazsın artık!"
Adam, "O gelen ben değildim, kardeşimdi" diye haykırdı. Ama ne kadar yalvardıysa da bunun bir yararı olmadı. Ve haramiler kellesini uçurdu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.