Grimm Masalları

Grimm Kardeşler tarafından derlenen Grimm Masalları, yüzyıllardır okuyucuları büyüleyen zamansız halk masallarının bir derlemesidir. Bu masallar, nesiller boyu yankılanan cesaret, sihir ve ahlaki değerleri içeren bir folklor hazinesidir. ”Külkedisi,” ”Pamuk Prenses” ve ”Hansel ile Gretel” gibi klasiklerden, ”Balıkçı ve Karısı” ve ”Rumpelstiltskin” gibi daha az bilinen mücevherlere kadar her hikaye, Avrupa ağız geleneğinin zengin dokusuna bir pencere açar. Grimm Masalları, canlı karakterleri, ahlaki dersleri ve genellikle karanlık alt tonlarıyla, tarihsel bağlamlarının sert gerçeklerini ve fantastik unsurlarını yansıtır. Kalıcı çekiciliği, eğlendirme, öğretme ve hayranlık uyandırma yeteneğinde yatmaktadır. Bu nedenle çocuk edebiyatının temel taşlarından biri ve halk bilimi ve hikaye anlatımı alanında araştırmacılar için bir ilgi kaynağıdır.

Listen on:

  • Podbean App

Episodes

Sunday Aug 18, 2024

Adem'le Havva cennetten kovulduktan sonra dünyada verimsiz bir arazide ev yapmak ve geçinmek zorunda kaldılar. Âdem tarlayı sürdü, Havva da iplik çekti. Havva her yıl bir çocuk doğuruyordu ve bu çocuklar çok farklıydı; bazıları güzeldi, bazıları çirkin.
Uzun bir zaman geçtikten sonra Tanrı nasıl geçindiklerini öğrenmek üzere onlara Cebrail'i göndereceğini bildirdi.
Havva Tanrı'nın bu lütfü karşısında çok sevindi, evi iyice temizledi, çiçeklerle süsledi, yerlere hasır döşedi. Sonra çocuklarını yanına çağırdı, amasadece güzel olanları. Onları tepeden tırnağa yıkadı, saçlarını taradı, yeni yıkanmış gömleklerini giydirdi ve onları Cebrail'e karşı saygılı ve terbiyeli davranmaları için uyardı. Kendilerine sorulacak sorulara akıllıca cevap vermelerini istedi. Ancak çirkin çocuklar hiç gözükmeyecekti! Onlardan birini samanlığa, öbürünü tavan arasına, üçüncüsünü buğday ambarına, dördüncüsünü sobaya, beşincisini kilere, akıncısını bir küfeye, yedincisini şarap fıçısının arkasına, sekizincisini eski bir kürkün altına, dokuzuncu ve onuncuyu giysilerin üzerini örten bir çarşafın altına, on bir ve on İkinciyi de ayakkabılık derinin altına sakladı. Tam bu işler bitmişti ki, kapı çalındı.
Âdem kapı aralığından baktı ve gelenin Cebrail olduğunu gördü. Kapıyı açarak onu buyur etti.
Derken güzel çocuklar sıralandı, onun önünde önce eğilip sonra diz çöktüler. Cebrail onları kutsadı, sonra elini ilk çocuğun omzuna koyarak: "Sen kudretli bir kral olacaksın" dedi. Aynı şekilde İkinciye "Sen bir dük," üçüncüye "Sen bir kont," dördüncüye "Sen bir şövalye," beşinciye "Sen bir soylu kişi," akıncıya "Sen bir burjuva," yedinciye "Sen bir tüccar" ve sekizinciye "Sen bir bilgin olacaksın" dedi ve hepsini esenlikler diledi.
Havva, Cebrail'in ne kadar lütufkâr olduğunu görünce: "Ben öbür çocukları da getireyim, onlara da inayet eder belki" diye düşündü. Ve hemen gitti, samanlıktan, ambardan, sobadan, ne bileyim nerde saklandılarsa tüm çocukları alıp getirdi. Hepsinin üstü başı dökülüyordu; kimi keldi, kimi kuruma bulanmıştı.
Cebrail onları görünce güldü, hepsine teker teker baktıktan sonra, "Onlara da bir paye vereceğim" dedi. Ve elini ilk çocuğun omzuna koyarak "Sen çiftçi olacaksın," İkinciye "Sen balıkçı," üçüncüye "Sen demirci," dördüncüye "Sen deri tabaklayıcı," beşinciye "Sen dokumacı," akıncıya "Sen kunduracı," yedinciye "Sen terzi," sekizinciye "Sen çömlekçi," dokuzuncuya "Sen arabacı," onuncuya "Sen gemici," on birinciye "Sen postacı" ve on İkinciye "Sen ömrün boyunca seyis olacaksın" dedi.
Havva bunları duyduktan sonra, "Efendim, haksız lütufta bulundun ama. Onların hepsi benim çocuklarım, hepsine eşit inayette bulunmalıydın" dedi.
Cebrail şöyle cevap verdi: "Havva, sen bunu anlamıyorsun. Senin çocuklarını dünyaya yararlı kılma görevi verildi bana. Onların hepsi dük ya da kont olmuş olsaydı, ekinleri kim kesecek, kim harmanlayacak, buğdayı kim öğütecek ve ekmeği kim yapacak? Kim demir dövecek, kim kumaş dokuyacak, kim duvar örecek, kim toprak kazacak, kim giysi dikecek? Her biri bir iş yapacak yani! Birinin diğerine ihtiyacı olacak hep. Ve hepsi geçimini şöyle veya böyle sağlayacak."
Bunun üzerine Havva, "Ah, efendim, kusura bakma. Düşünmeden konuştum; çocuklarım konusunda Tanrı nasıl isterse öyle yapsın" dedi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kuyu Başındaki Kız

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar çok, ama çok yaşlı bir kadın vardı. İki dağ arasındaki ıssız bir vadide kazlarıyla birlikte yaşıyordu. Bu vadi büyük bir ormanla çevriliydi. Kadıncağız her sabah bastonuna dayana dayana ormana gidiyordu. Ama orada hiç boş durduğu yoktu. O yaşına göre kazları için ot kesiyor, elinin yetiştiği kadarıyla yabani meyve topluyor ve hepsini sırtına yükleyip taşıyordu. Herkes onun bu ağırlığa dayanamayacağını sansa da, o bunları eve götürüyordu. Ne zaman birine rastlaşa onu dostça selamlayarak şöyle diyordu: "Merhaba hemşerim! Bugün hava güzel, değil mi? Sen şimdi şu yükleri nasıl taşıdığıma şaşıyorsundur! Ama işte, herkes kendi yükünü kendi taşımalı" diyordu
Zamanla herkes onunla karşılaşmaktansa yol değiştirmeyi yeğler oldu. Hatta ne zaman bir babanın yolu oraya düşse, hemen oğlunun kulağına usulca, "Şu kocakarıdan kork! Numaracının tekidir o, yani bir büyücü" diye fısıldıyordu.
Bir sabah genç ve yakışıklı bir oğlanın yolu ormana düştü. Güneş pırıl pırıldı, kuşlar cıvıldıyordu, hafif bir rüzgâr yaprakları kımıldatıyordu. Oğlanın neşesine diyecek yoktu!
O zamana kadar hiç kimseye rastlamadı, ama birden yere diz çökerek elindeki orakla ot kesen kocakarıyı gördü. Kadın kestiklerini bir çarşafa yığmıştı; yanında da içi armut ve elma dolu iki sepet vardı.
Oğlan, "Anacığım, bunların hepsini nasıl taşıyacaksın?" diye sordu.
"Taşıyacağım işte, bayım! Zengin çocuğu taşımaz böyle şey. Ama ben fakirim ya! Hep:
Etrafına fazla bakınma,Kamburundan yakınma!
diyorlar. Sen bana yardım eder misin?" diye sordu kocakarı oğlan yanına yaklaştığında. "Sen kambur falan değilsin, bacakların da sağlam. Bu iş senin için çocuk oyuncağı. Zaten evim de pek uzakta değil. Şu dağın ardındaki vadide. Senin için iki adımlık yer!"
Delikanlı kadının haline acıdı. "Benim babam fakir değil, aksine çok zengin bir kont. Görüyorsun işte, sen bu balyayı taşıyamazsın, onu ben taşırım" dedi.
"Bunu yaparsan sevinirim" diye cevap verdi kadın. "Tabii bir saatlik yolumuz var, ama bu sana vız gelir! Şurdaki armutlarla elmaları da al!"
Genç kont bir saatlik yolu düşününce bir tuhaf oldu. Ama kadın onun yakasını bırakmadı; yük dolu çarşafın ağzını bağlayarak onu oğlanın sırtına yükledi, içi meyve dolu iki sepeti de iki eline tutuşturduktan sonra, "Gördün mü, ne kadar kolay oluyormuş" dedi.
"Hayır. Hiç de öyle değil" diyen oğlan yüzünü buruşturdu. "Bu denk değirmentaşı gibi, çok baskı yapıyor; elmalarla armutlar da kurşun gibi ağır. Nefes alamıyorum!" Tüm yükü sırtından atmak istediyse de kocakarı buna izin vermedi.
"Bak hele" dedi alayla, "Benim gibi yaşlı bir kadının her gün taşıdığı şeyi delikanlımız taşıyamıyor. İş lafa gelince üzerlerine yok. Ama ciddiye binince toz olmaya kalkıyorlar hep" diyerek ekledi. "Ne duruyorsun orda? Yaylan bakalım! Kimse o yükü senin sırtından alamaz."
Düz yolda yürüdükleri sürece oğlan buna dayanabildi, ama dağa tırmanmaya başlayınca, bastığı yerdeki taşlar sanki canlıymış gibi ayaklarının altından yuvarlanıp gidince daha fazla dayanamadı. Kan ter içinde kalmıştı.
"Anacığım, daha fazla yürüyemeyeceğim. Biraz dinleneyim" dedi.
"Hayır, olmaz! Gideceğimiz yere varınca dinlenirsin. Şimdi yürü bakalım. Bir işe yara" dedi kadın.
"Bana bak kocakarı, edepsizleşme" diyen oğlan yükünü sırtından atmak istedi, ama o denk sanki yapışmış gibiydi. Sağa döndü sola döndü, bir türlü ondan kurtulamadı.
Kocakarı bir kahkaha atarak bastonuna binip oğlanın etrafında dans etmeye başladı.
"Bozulma bayım" dedi. "Suratın horoz ibiği gibi kızardı! Sen şu yükü eve kadar taşı da, sana orada iyi bir bahşiş vereyim!"
Oğlan ne yapabilirdi ki? Kaderine boyun eğerek sabırla kocakarının peşinden gitti.
Kocakarı birden çevikleşti, bir sıçrayışta oğlanın taşıdığı dengin üstüne bindi; zayıf gibi görünse de şişko köylülerin ağırlığındaydı.
Delikanlının dizleri titriyor ve yürümek istemiyordu, ama bu kez kocakarı sopayla ve ısırgan demetiyle çıplak bacaklarına vurup duruyordu.
Neyse, oğlan oflaya poflaya dağı tırmandı ve tam yere kapaklanacağı sırada kocakarının evine vardı.
Kazlar kocakarıyı görünce kanat çırpa çırpa, ona doğru koşarken: "Yaşlı kız, yaşlı kız! Mızmız da mızmız! Mızmız da mızmız" diye bağrıştılar. Onların arkasında elindeki sopasıyla bir kız çıkageldi; uzun boylu ve güçlü biriydi bu, ama çirkin mi çirkindi!
"Hanımanne" dedi kocakarıya, "Başına bir şey mi geldi? Çok geç kaldın da!"
"Yok kızım, başıma bir şey gelmedi! Tam tersine, iyi kalpli bir bey yükümü taşıdı. Hatta yorulduğumda beni de sırtına aldı. Böylece yol bu kez bana hiç de uzun gelmedi; yolculuğum neşeli geçti, çok eğlendik" diyen kocakarı, oğlanın sırtından inerek elindeki sepetleri aldı ve ona dostça sırıtarak, "Şu kapı yanındaki sıraya otur, dinlen biraz. Ücretini hak ettin. Unutmadım yani" dedi.
Sonra kazları güden kıza dönerek, "Sen içeri gir kızım. Genç bir beyle bir arada olman yakışık almaz. Ateşe yağ dökmeye gelmez! Sonra bakarsın sana âşık oluverir" dedi.
Kont ağlasam mı gülsem mi diye aklından geçirdi. "Şu kıza bak! Otuz yaş daha genç olsa yine kılım kıpırdamaz!"
Bu sırada kocakarı kazlarını kendi çocuklarıymış gibi okşayıp sıvazladıktan sonra kızıyla birlikte eve girdi.
Oğlan da bir armut ağacının altına uzandı.
Hava ılıktı, her yanı kaplayan yeşil çimenler çuha çiçeği, kekik ve daha bir sürü yabani çiçekle doluydu. Tüm bunların ortasından suyu billur gibi olan bir kaynak akıyordu. Güneş ışınlarının oynaştığı bu suda yabanikazlar dolaşıyor ya da yüzüyordu.
"Burası gerçekten çok güzel" diye mırıldandı delikanlı. "Ama öyle yorgunum ki, canım biraz uyumak istiyor. Yeter ki rüzgâr çıkıp bacaklarımı üşütmesin, çünkü dayak yemekten canları çıktı!"
Henüz uykuya dalmıştı ki, kocakarı çıkageldi ve onu sarsarak, "Hadi kalk! Burada kalamazsın! Elbette sana çok çektirdim, ama yine de hayatta kaldığına şükret! Şimdi seni ödüllendireceğim. Paraya ve mala ihtiyacın yok. Al, bu başka bir şey" dedikten sonra onun eline zümrüt işlemeli ufak bir kutu sıkıştırdı.
"Bunu iyi sakla" dedikten sonra ekledi, "Sana şans getirecek!"
Genç kont ayağa fırladı; şimdi kendini zinde ve güçlü hissediyordu. Hediyesini aldıktan sonra kocakarıya teşekkür ederek, güzel kızına bir kere bile dönüp bakmadan yola çıktı. Bir süre böyle gittikten sonra ta uzaktan kazların neşeli seslerini işitti.
Kont yolunu buluncaya kadar vahşi ormanda üç gün boyunca didindi durdu. Derken büyük bir şehre vardı; kimse onu tanımadığı için saraya götürüldü ve tahtlarına oturmuş kral ve kraliçenin huzuruna çıkarıldı.
Kont diz çöktü ve cebinden çıkardığı zümrüt işlemeli kutuyu kraliçenin ayaklarının dibine bıraktı.
Kraliçe ona ayağa kalkmasını söyledi; o da kutuyu ona ayakta verdi. Ama kraliçe kutunun kapağını açıp da içine bakar bakmaz ölü gibi yere düştü!
Kralın adamları kontu yakalayıp hapse attılar. Derken kraliçe gözlerini açtı ve onu serbest bırakmalarını emretti. Sonra herkesi dışarı çıkarttı, onunla gizli bir şey konuşmak istiyordu.
Kraliçe onunla yalnız kalınca acı acı ağlayarak derdini döktü.
"Bunca şan ve şöhret, bunca zenginlik neye yarar ki! Ben her sabah üzüntü ve sıkıntıyla uyanıyorum. Benim üç tane kızım vardı; bunlardan en küçüğü o kadar güzeldi ki, herkes ona dünya harikası diyordu. Teni kar gibi beyazdı, yanakları elma gibi kırmızıydı, saçları da güneş gibi parlıyordu. Ağladığı zaman gözlerinden yaş değil inci taneleri dökülüyordu. On beş yaşına bastığında kral onu ve diğer iki kardeşini tahtına çağırdı. En küçük kız salona girdiğinde herkesin gözleri nasıl fal taşı gibi açıldı, anlatamam! Sanki oraya güneş doğmuş gibiydi!
Kral,'Kızlarım, ben ne zaman ölürüm bilmem, ama benden sonra hepinize ne düşeceğine şimdiden karar vermek istiyorum. Hepiniz beni seviyorsunuz, ama beni en fazla seven en iyi ödülü alacak' dedi.
Her biri en çok onu sevdiğini söyledi. Ama kral, 'Bunu kelimelere dökün bakalım' diye karşılık verdi. Büyük kız, 'Ben babamı en tatlı şekermiş gibi seviyorum' dedi. Ortanca kız, 'Ben babamı en sevdiğim elbise kadar seviyorum' dedi. Ama küçük kız sustu. Bunun üzerine babası, 'Ya sen kızım, sen beni ne kadar seviyorsun?' diye sordu. 'Bilmiyorum' dedi kız, 'Benim sevgimi hiçbir şeyle ölçemezsiniz!' Ama babası bir şeyler söylemesi için diretti. Sonunda kız, 'En sevdiğim yemek bile tuzsuz olursa bir işe yaramaz, bu yüzden ben babamı tuz kadar seviyorum' dedi.
Kral bunu duyunca öfkelendi. 'Madem ki beni tuz kadar seviyorsun, o halde ödülün de tuzlu olsun' diyerek servetini ikiye bölerek öbür iki kıza bıraktı. Sonra bir torba tuzu küçük kızının sırtına yükletip bağlattıktan sonra onu saraydan kovarak iki uşağın yardımıyla vahşi bir ormana bıraktırdı. Hepimiz onun için yalvarıp yakardık, ama kralı yumuşatamadık. Benim küçük kızım bizi terk ederken nasıl ağladı, bilemezsin! Gittiği yol ağlamaktan gözyaşıyla değil inciyle dolmuştu. Daha sonra kral yumuşadı ve zavallı çocuğumuzu ormanda arattı, ama kimse onu bulamadı. Vahşi hayvanlar tarafından parçalandığını düşündükçe üzüntüden ne yapacağımı bilemiyorum. Bazen hayatta olduğunu düşünüyor ve belki de ona acıyan birinin yanına sığınmıştır diye teselli bulmaya çalışıyorum. Sen o zümrüt işlemeli kutuyu açınca, içinde tek bir inci gördüm; kızımın gözyaşına çok benziyordu. İşte bu beni öyle heyecanlandırdı ki, bilemezsin! Söyle bana, bu inciyi nereden buldun?"
Kontonu ormandaki bir kocakarıdan aldığını, ancak kadından biraz çekindiğini, çünkü onun bir büyücü olduğunu, kraliçenin kızını da ne gördüğünü ne de onun hakkından bir şey duyduğunu söyledi.
Kral ve kraliçe o kocakarıyı aramaya karar verdiler. İncinin olduğu yerden kızlarından bir haber alabileceklerini düşündüler.
Kocakarıysa vadideki kulübesinde iplik çekmekle uğraşıyordu. Hava çoktan kararmıştı. Derken ocağın altından çıkan bir kıvılcım acayip bir ışık saçtı. Birden dışarıda bir gürültüdür koptu. Kazlar otlaktan dönüyordu, sesleri onlar çıkarıyordu. Çok geçmeden kız da içeri girdi. Ama kocakarı ona teşekkür bile etmedi, sadece hafifçe kafasını salladı.
Kız çıkrığın başına geçerek iplik çekmeye başladı. Bu işi öyle bir neşeyle yapıyordu ki, küçük bir kız gibiydi.
Böylece iki saat boyunca karşılıklı oturdular, ama tek laf etmediler.
Derken pencerede bir hışırtı duyuldu; ateş gibi yanan bir çift göz içeriye bakmaktaydı.
Bu, üç kez huu! huu! huu! diye bağıran baykuştu.
Kocakarı başını biraz yukarı kaldırarak, "Hadi bakalım kızım, dışarı çık ve işini yap" dedi.
Kız ayağa kalkarak dışarı çıktı. "Nereye gitti bu kuş?" diye söylenerek otlağı geçerek vadiye kadar yürüdü. Derken bir kuyu gördü; burada üç tane meşe ağacı bulunuyordu. Bu arada dağların ardından dolunay çıktı! Etraf o kadar aydınlandı ki, yerde bir toplu iğneyi görebilirdin!
Kız yüzünü örten deriyi çekip çıkardı ve sonra kuyuya eğilip yüzünü yıkamaya başladı. Bu iş bittikten sonra maske şeklindeki deriyi de suya sokup, ay batıncaya kadar kuruması için çimenlerin üstüne yaydı. Ama kız nasıl da değişivermişti! Böylesini hiç görmemişsindir! O kır saçlar gitti, yerini güneş ışını gibi parlayan altın sarısı gür saçlara bıraktı ve bu saçlar onun vücudunu manto gibi örttü. Gözleri gökyüzün- deki yıldızlar kadar parlaktı, yanakları da elma çiçeği gibi pembemsiydi.
Ne var ki, bu güzel kız çok üzgündü. Yere çöküp saatlerce ağladı. Gözlerinden akan yaşlar uzun saçlarının arasından yere akıyordu.
Yakınındaki ağaç dallarının hışırtısını duymasa belki daha saatlerce orada kalacaktı.
Derken avcının kurşunundan kaçan bir ceylan gibi yerinden sıçradı. Ay tam o sırada bir bulutun arkasına saklanmıştı. Birden genç kızın yüzüne yine eski derisi yapışıverdi; rüzgâr ışığı söndürmüştü!
Kız tir tir titreyerek eve döndü. Kocakarı kapı önündeydi; kız başına gelenleri anlatmak istediyse de o, "Hepsini biliyorum" dedi. Sonra kızı içeri sokup çıkrığın başına oturtarak eline bir çile yün verdi. Ama kendisi oturmadığı gibi eline bir süpürge alarak etrafı süpürmeye başladı. "Her yer tertemiz olmalı" dedi kıza.
"Ama anacığım, neden böyle geç saatte işe başladın? Niyetin ne?" diye sordu kız.
"Saatin kaç olduğunu biliyor musun?" diye sordu kocakarı.
"Daha gece yarısı olmadı. Ama on bire geliyor" diye cevap verdi kız.
"Tam üç yıl önce buraya geldiğini unuttun mu yoksa? Zamanın doldu, artık birlikte kalamayız" dedi kocakarı.
Kız dehşete kapılarak, "Ah, anacığım, beni evden mi atıyorsun? Nereye gideyim peki? Başka evim barkım ya da bir arkadaşım yok ki! Şimdiye kadar senin bir dediğini iki ettirmedim; beni gönderme" dedi.
Kocakarı kızının başına daha neler geleceğini söylemedi. "Ben de burada fazla kalmayacağım" dedi. "Buradan ayrılmadan önce evin tertemiz olması lazım; onun için beni işimden alıkoyma. Sana gelince, merak etme! Nasılsa başını sokacak bir yer bulursun; sana vereceğim para da her ihtiyacını giderir."
Kız yine sordu, "Ama söyle bana, neler oluyor?"
"Beni işimden alıkoyma dedim ya sana! Kapa çeneni de odana geç! Yüzündeki deriyi çıkar, bana geldiğin gündeki ipek elbiseni giy, sonra da seni çağırıncaya kadar odanda bekle" dedi kocakarı.
Ama gelelim kontla birlikte vadideki kocakarıyı aramaya çıkan kral ile kraliçeye!
Hep birlikte ormana varınca kont gece yarısı onlardan ayrılarak tek kaldı. Ama ertesi sabah doğru yolda yürüdüğünden emindi. O gün akşama kadar yürüdü; derken hava karardı. Yolunu şaşırmamak için bir ağaca tırmandı; geceyi burda geçirecekti! Ay çıkıp da etrafı aydınlattığında dağdan aşağı inmekte olan bir karaltı gördü; elinde değneği olmasa da bunun daha önce kocakarının evinde kazları güden kız olduğunu anladı.
"Bir büyücüden kurtuldum, şimdi öteki çıktı başıma" diye söylendi. Ama kız kuyu başına gelip yüzündeki deriyi sıyırdıktan sonra yıkanıp altın saçlarını da yere dökünce kont, ömründe görmediği güzellikte biriyle karşılaştı. Adeta soluğu kesildi. Boynunu yapraklar arasından uzatabildiği kadar uzattıktan sonra hiç gözünü kırpmadan ona baktı. Ancak öne fazla mı eğildi nedir? Yoksa başka bir nedenle mi? Dal gürültüyle çatırdadı. Aynı anda kız yine derisine bürünerek bir ceylan gibi sıçrayarak oradan kaçtı gitti. Tam o sırada ay bulutların arkasına girmişti! Öyle ki, kont kızı bir daha göremedi.
Kız gittikten sonra kont ağaçtan indi ve hızlı adımlarla onun peşine düştü. Çok gitmedi; alacakaranlıkta, çimler üzerinde yürüyen iki karaltı gördü. Bunlar kral ve kraliçeydi!
Ta uzaktan kocakarının evinden sızan ışığı görüp oraya doğru gitmekteydiler.
Kont onlara kuyu başında tanık olduğu mucizeyi anlattı. Onlar bu kızın kendi kızları olduğundan emindiler.
Sevinçle yola koyuldular ve az sonra kulübeye vardılar. Her taraf kaz doluydu; hepsi başlarını kanatlarının altına sokmuş uyuyordu; nitekim hiçbiri kıpırdamadı.
Kulübenin penceresinden içeri baktılar. Kocakarı hiç ses çıkarmadan iplik çekmekteydi; başını öne eğmişti ve etrafa bakındığı yoktu. Bulunduğu oda da, yan oda da tertemizdi; toz göremezdiniz! Ama kızı meydanda yoktu! Bir süre öylece bakakaldılar. Sonunda cesareti ele alarak hafifçe camı tıkırdattılar.
Kocakarı onları bekliyor gibiydi; ayağa kalkarak dostça selamladı. "Buyrun, buyrun, ben sizleri tanıyorum" dedi.
İçeri girdiklerinde kocakarı, "Bu uzun yolu boşu boşuna geldiniz. Sizin kızınız o kadar iyi ve cana yakın ki, üç yıl dayandı ve büyüyü bozmadı! Kendisine bir şey olmadı, üç yıl boyunca kaz gütmesi gerekiyordu. Kötü bir şey öğrenmedi, tertemiz bir kalbi var! Ama onu kokuttuğunuz için siz de yeterince cezalandırıldınız" dedi ve yandaki odaya giderek, "Gel bakalım, kızım" diye seslendi.
Kapı açıldı, kralın kızı gözüktü. İpek elbisesi içinde altın sarısı saçlarıyla, pırıl pırıl gözleriyle karşılarındaydı. Sanki gökten bir melek inmişti. Anne ve babasının kucağına atılarak onları öptü kız. Sanki hiçbir şey olmamıştı. Hepsi sevinçten ağladı. Kont onların yanında duruyordu. Genç kız onu görünce kıpkırmızı kesildi, neden böyle olduğunu kendisi de anlamadı.
Kral, "Sevgili çocuğum, krallığımı sana bırakıyorum" dedi.
"Buna ihtiyacı yok" dedi kocakarı. "Ben ona gözyaşları hediye ettim; dökeceği her damla gözyaşı denizlerdekilerden ve sizin sarayınızdakilerden kat kat güzel birer inci tanesine dönüşecek çünkü! Yaptığı hizmetlere karşılık da ona evimi veriyorum."
Bu sözleri söyler söylemez kocakarı göz önünden kaybolup gitti. Derken duvarlar çatırdamaya başladı ve küçücük ev koskoca bir saraya dönüştü. Krallara layık bir sofra kuruldu; hizmetçiler seferber oldu; mükemmel bir servis sunuldu. Bu masal daha sürecek, ama bunu bana anlatan büyükannem hafızası zayıfladığı için gerisini unuttu. Ama bana kalırsa kralın kızı kontla evlendi; ikisi de yeni sarayda kalarak ömürlerinin yettiğince mutlu yaşadılar.
O kulübedeki bembeyaz kazlar da herhalde kocakarı tarafından güzel kızlara dönüştürüldü... dersem sakın alınmayın; onlar belki de şimdi genç kraliçenin nedimesi oldular; bilmiyorum, ama bana öyle geliyor işte! Kesin olan şu ki, o kocakarı büyücü falan değildi; büyüye yakalanmış bir bilge kadındı ve iyi niyetliydi! Herhalde genç kraliçeye de gözyaşı yerine inci akıtma yeteneğini o verdi. Bugün böyle bir şey olmaz artık; olsaydı tüm fakirler zengin olurdu!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Pfriem Usta

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Pfriem Usta kısa boylu, zayıf ve hiç yerinde durama- yan huzursuz bir adamdı. Kargaburunluydu, yüzü sivilceliydi ve soluktu; kırlaşmış saçları dağınıktı; ufacık gözleri fıldır fıldırdı. Gözünden hiçbir şey kaçmazdı; her şeyde bir kusur bulur ve haklı çıkmaya çalışırdı. Yolda kollarını sağa sola sallayarak yürürdü. Bir keresinde su taşımakta olan bir kıza öyle bir çarptı ki, kova baş aşağı olarak üstünü başını ıslattı.
Silkinerek, "Aptal kız" diye seslendi. "Arkandan geldiğimi görmedin mi?"
Mesleği kunduracılıktı; derileri dikerken kunduracı bizini öyle bir kullanırdı ki, yara almamak için uzakta durmak gerekirdi. Hiçbir çırak onun yanında bir aydan daha fazla kalamazdı; en iyi çalışanda bile hep bir kusur bulurdu. Yok dikişler uymamış, yok birinin boyu daha uzun olmuş, yok bir topuğu daha yüksek tutulmuş ya da deri iyice dövülmemiş!
Bir gün, "Dur hele" diye bağırdı çırağına. "Deri nasıl dövülürmüş göstereyim sana" diyerek eline aldığı bir değnekle oğlanın sırtına birkaç kere vurdu. Herkese tembel diyordu. Oysa kendisinin pek öyle uzun boylu çalıştığı yoktu; çünkü on beş dakika olsun bir yerde devamlı oturmuyordu.
Bir gün karısı erkenden kalkarak ocağı yaktı; bizimki yataktan fırlayarak yalınayak mutfağa koştu.
"Evi mi yakacaksın sen? Bu ateşte öküz bile kızartılır. Odunu bedava mı alıyorum sandın sen?" diye haykırdı.
Kazan başındaki hizmetçiler gülerek aralarında dedikodu yapmaya başlayınca adam durumu anladı ve "İşi olmayan kazlar hep tıslar işte! Sabun sizin neyinize? İsraf bu! Tembelliğiniz yetmiyormuş gibi bir de ellerinizi korumak için çamaşırları sıkmak istemiyorsunuz" diye haykırdı.
Sonra yerinden kalkarak içinde sodalı suyun olduğu kovaya bir tekme attı; bütün mutfak su içinde kaldı.
Bir gün yeni bir ev yapılırken pencereden baktı. "Yine deniz kumu kullanıyorlar; kurumaz ki! Bu evde kimse sağlam kalmaz; heriflere baksana, tuğlaları nasıl diziyor! Bunun harcı da bir işe yaramaz. Çakıl kullanmak lazım, kum değil! Bir gün bu evin başlarına yıkıldığını da göreceğim herhalde" diye söylendi.
Yerine oturdu, birkaç dikiş attı, sonra önlüğünü yana fırlatarak yerinden kalktı. "Dışarı çıkayım da şunların vicdanına sesleneyim bari" dedi. Ama duvarcılarla karşılaştı.
"Bu ne be!" diye bağırdı. "Ölçüye göre çalışmıyorsunuz! Keresteler doğru dikilmemiş ki! Tuğlalar hep yana kaymış!"
Duvarcılardan birinin elinden balyozu alarak nasıl kırılacağını gösterdi. Sonra kerpiç dolu bir arabanın geldiğini görünce, balyozu yere fırlattıktan sonra köylünün yanına sıçradı: "Hiç insaf yok mu sizde?" diye bağırdı: "Bu ağır yükü kim taşır be? Zavallı hayvanlar nerdeyse yere çökecek!" Köylü cevap vermedi. Pfriem o kızgınlıkla eve döndü. Tam işe başlayacaktı ki, çırağı ona bir ayakkabı uzattı. "Ne oldu yine?" diye haykırdı adam. "Ayakkabıları bu kadar geniş tutma demedim mi sana? Kim bunu satın alır? Ayakkabı değil, sırf taban bu! Emir verdim mi yerine getirilmeli, işte o kadar!"
"Belki haklısın usta" diye cevap verdi oğlan. "Ama bir işe yaramaz dediğiniz bu ayakkabının derisini siz kesip çalıştınız. Demin dışarı çıkarken tezgâhınızdan düşürdünüz, ben sadece onu yerden alıp size uzattım. Gökten melek inse size yaranamaz!"
Pfriem Usta bir gece rüyasında öldüğünü ve cennete gittiğini gördü. Oraya varınca kapıya olanca gücüyle vurdu. "Niye sanki şu kapıya demir halka asmamışlar? İnsan vururken kemikleri acıyor."
Kapıyı havari Petrus açtı ve içeri girmek isteyen bu heyecanlı kişinin kim olduğunu görmek istedi.
"Haa, siz misiniz Pfriem Usta" dedi. "Sizi içeri alayım, ama şimdiden uyarıyorum: her zamanki âdetlerinizden vazgeçin! Cennette bulunanları sakın paylamayın! Yoksa ceremesini siz çekersiniz!"
"Uyarıya gerek yok" diye karşılık verdi Pfriem. "Burada nasıl davranılacağını biliyorum ben. Neyse ki, burada her şey kusursuz, yeryüzündeki gibi değil."
Ve içeri girdi, cennetin koskocaman odalarında bir aşağı bir yukarı gezindi. Sağına soluna bakındı; az sonra başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdandı. Bir kalas taşımakta olan iki meleğe baktı. O kalası uzunlamasına değil de, enlemesine taşıyorlardı. Kendi gözündeki merteği görmeyip karşısındakinde kusur ararcasına, "Böyle akılsız iş olur mu?" diye düşündü ama sustu ve durumu kabullendi. "Aslında fark etmez; ha öyle taşımışsın, ha böyle! Önemli olan, taşınması. Bakıyorum da, hiçbir yere çarpmıyorlar" diye kendi kendisini yatıştırdı.
Az sonra iki melek daha gördü; kuyudan çektikleri suyu bir fıçıya dolduruyorlardı. Ama fıçıda bir sürü delik vardı ve su, her delikten dışarı akıyordu. Toprağa sanki yağmur yağıyordu! "Yahu olur mu bu iş!" diye haykıracak oldu, ama kendini tuttu. "Belki de vakit geçirmek için böyle yapıyorlar; hoşlarına gidiyor herhalde! Bakıyorum, cennette bile tembellikten böyle saçma sapan işler yapıyorlar" diye mırıldandı.
Biraz daha yürüdü, derken derin bir çukura saplanmış bir araba gördü. Yanı başında duran arabacıya: "Böyle kafasızca yüklersen böyle olur işte! Hiç şaşmamak lazım! Ne yükledin ki?"
"Olmayacak istekler" diye cevap verdi adam. "Doğru yolu bulamadım, ama en azından arabayı yokuşa sürdüm; herhalde beni burda böyle bırakmazlar."
Gerçekten bir melek çıkageldi ve iki atı arabaya koştu.
"Çok iyi" dedi Pfriem. "Ama iki at, bu arabayı oradan çıkaramaz. En az dört at lazım."
Bir başka melek gözüktü, yanında iki at vardı. Ama onları öne değil de, arkaya koştu.
Pfriem Usta artık dayanamadı ve "Aptal!" diye haykırdı. "Ne yapıyorsun sen orda? Hiç böyle bir şey olur mu dünyada? Araba böyle mi kurtarılır? Sizin kafalar böyle mi çalışıyor yani?"
Daha fazla konuşmak istedi, ama cennet sakinlerinden biri, onun yakasına yapıştı ve inanılmaz bir güçle dışarı attı.
Kapı önünde Usta, başını çevirerek bir kez daha dört kanatlı atla havaya yükselen arabaya baktı.
İşte o anda Pfriem Usta uyandı.
"Cennette bazı şeyler gerçekten de dünyadakinden farklıymış" diye mırıldandı. "Bazı şeyleri hoş görebiliyorsun. Ama bir arabaya hem önden hem arkadan at koşulduğunu kim sabırla izleyebilir? Elbette, kanatları varmış atların! Ama bunu kim, nerden bilecek? Öte yandan atların dört ayağı varken onlara kanat takmak da büyük bir aptallık. Hadi artık kalkayım bari! Yoksa evde herkes yanlış bir şeyler yapacak. İyi ki ölmemişim be!"Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Ölüm Elçileri

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Vaktiyle bir dev ana yoldan giderken tanımadığı bir adam ona, "Dur! Bir adım daha atayım deme" diye seslendi.
"Ne? İki parmağımın arasında ezebileceğim bir cüce benim nasıl yolumu keser! Kimsin sen? Kimsin ki, böyle küstahça konuşuyorsun?" dedi dev.
"Ben Azrail'im" diye cevap verdi adam. "Kimse bana karşı gelemez. Sen de benim emirlerimi dinlemelisin."
Dev bunu reddetti ve Azrail'le güreşe başladı. Uzun ve kıran kırana bir mücadeleydi bu; sonunda dev üstün geldi ve bir yumrukta Azrail'i bir taşın yanına devirdi.
Dev yoluna devam etti.
Azrail yenilmişti, dermanı kalmamıştı, bir türlü kendine gelemedi:
"Ben böyle bir köşede kalırsam ne olacak sonra? Dünyada kimse ölmeyecek ve yeryüzünde artık ayakta duracak kadar bile yer kalmayacak" diye kendi kendine söylendi.
Bu sırada sapasağlam ve neşeli bir oğlan şarkı söyleyerek ve de sağa sola bakınarak devin bulunduğu yere geldi. Yerde baygın yatan birini görünce acıyarak onu kaldırdı, şişesinden biraz su içirterek iyice ayılmasını bekledi.
Kendine gelen adam, "Benim kim olduğumu biliyor musun? Kimi ayılttığından haberin var mı?" diye sordu.
"Hayır" diye cevap verdi oğlan, "Seni tanımıyorum."
"Ben Azrail'im" dedi adam, "Kimseye acımam, sana da bir ayrıcalık yapmam. Yine de sana minnet borcum olduğu için söz veriyorum senin canını tesadüfen almayacağım, gelmeden önce sana elçilerimi göndereceğim."
"Öyle olsun. Hiç değilse ne zaman geleceğini ve canımı ne zaman alacağını bilmem bile bir kârdır" diyen oğlan neşeyle yola koyuldu; ondan sonra hep gününü gün etti, iyi yaşadı.
Ama işte gençlik ve sağlık uzun sürmez; araya hastalıklar ve acı dolu günler girdi. Oğlan geceleri uyuyamaz oldu.
"Ölmeyeceğim" dedi kendi kendine: "Çünkü Azrail elçilerini gönderecekti ya! Şu hastalıklı günleri bir atlatayım hele!"
Ve iyileşir iyileşmez yine neşe dolu bir hayat sürmeye başladı.
Derken bir gün biri omzuna dokundu. Dönüp baktı, karşısında Azrail'i gördü.
"Peşimden gel, dünyaya veda saatin geldi!"
"Nasıl olur? Verdiğin sözü bozacak mısın yani? Hani sen, gelmeden önce elçilerini gönderecektin? Ben hiç kimseyi görmedim" dedi oğlan.
"Sus!" diye karşılık verdi Azrail. "Başka şeylerle sana haber göndermedim mi? Yükselen ateşin seni sarsıp hırpalamadı mı? Yatağa düşürmedi mi? Baş dönmesinden ayağa kalkamadığını unuttun mu? Mafsallarına ağrı girmedi mi? Kulakların çınlamadı mı? Azı dişin ağrımadı mı? Gözün kararmadı mı? Tüm bunlar benim özbeöz elçilerim işte; tıpkı her akşam beni anımsatan uyku gibi! Geceleri ölü gibi yatmadın mı sanki?"
Oğlan ne cevap vereceğini bilemedi, kaderine razı olarak Azrail'le beraber gitti.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Yaşam Süresi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Tanrı dünyayı yarattığında her yaratığa bir ömür biçmek istedi. Huzuruna önce eşek çıktı. "Efendimiz, ben ne kadar yaşayacağım?" diye sordu. "Otuz yıl" diye cevap verdi Tanrı, "Yeter mi?"
"Ama efendim" diye karşılık verdi eşek, "Bu çok uzun bir zaman. Benim işimi bir düşünsenize. Sabahtan gece yarılarına kadar ağır yük taşımak; başkaları ekmek yerken buğday çuvallarını değirmene götürmek; canlanayım diye yok yere dayak ve tekme yemek! Bana daha az bir zaman tanıyın!" Tanrı ona acıyarak on sekiz yıllık bir ömür verdi; eşek teselli bularak çekti gitti. Derken köpek çıkageldi.
"Sen ne kadar yaşamak istersin?" diye sordu ona Tanrı ve "Eşek otuz yılı çok gördü, ama sen razı gelirsin herhalde" dedi.
"Efendim" diye cevap verdi köpek, "Bu mu senin isteğin? Düşünsene, ne kadar yürüyeceğim ben! Buna ayaklarım dayanmaz; onca zaman havlayınca önce ses tellerim bozulur; ağzımda ısıracak diş kalmaz ve bana bir köşeye çekilip ona buna hırlamaktan başka bir iş düşmez!"
Tanrı ona hak verdi ve yaşam süresini on iki yıl olarak saptadı.
Derken maymun çıkageldi. "Sen herhalde otuz yıl yaşamak istersin, değil mi?" diye sordu Tanrı. "Senin eşek ve köpek gibi çalışmaya ihtiyacın yok nasılsa."
"Ah, efendim" diye cevap verdi maymun. "Öyle gözüküyorsa da durum bambaşka. Gökten darı yağsa kaşığım yok! Hep komik şeyler yapmak zorundayım, insanlar gülsün diye hep suratımı çarpıtmam gerek. Bana bir elma atsalar, ısırıyorum, ama ekşi! O oyunlarımın arkasında ne üzüntüler saklı halbuki! Buna otuz yıl dayanamam ben."
Tanrı ona acıdı ve on yıllık bir ömür biçti.
En sonunda insanoğlu geldi: sevinçliydi, sapasağlamdı, taptazeydi; ömür süresi biçmesi için Tanrı'ya rica etti.
"Sen otuz yıl yaşa" dedi Tanrı, "Yetmez mi?"
"Bu çok kısa bir zaman" diye haykırdı insanoğlu. "Bir ev yapıncaya kadar ve içine girip kendi sobamla ısınıncaya kadar, ağaç dikip onların meyvesini toplayıncaya kadar ve tüm bunlara sevinirken... bu zaman yetmez ki! N'olur Tanrım, benim yaşam süremi biraz uzat!"
"Sana eşeğin on sekiz yılını vereyim" dedi Tanrı. "Buna köpeğin on iki yılını da katayım."
"Yine yetmez!"
"Peki, maymunun on yılını da bunlara ekleyeyim" dedi Tanrı.
İnsanoğlu çekip gitti, ama memnun kalmamıştı. Sonuçta ona yetmiş yıllık bir ömür biçildi. İlk otuz yılı tam yaşanacak çağdı, ama çabuk geçti. O süre içinde sapasağlamdı, neşeliydi, şevkle çalıştı ve yaşamaktan zevk aldı. Onu takip eden on sekiz yıl -ki eşeğin yıllarıydı bu- ona zor geldi; dert derdi kovaladı. Eşek gibi çalıştı, başkalarını besledi; onca çalışmasına karşın dayak yediği oldu. Daha sonra köpekler gibi bir köşeye çekilip homurdandı durdu; ağzında ısıracak dişleri bile kalmadı. O günler de geçtikten sonra maymunun zamanını üstlendi ve çocukların maskarası oldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Ay

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Çok eski zamanlarda bir ülke vardı; orada geceler sanki üzerine siyah bir tül çekilmiş gibi kapkaranlıktı. Çünkü orada hiç ay doğmuyordu. Gökte hiç yıldız görünmüyordu. Dünyanın yaratılışında gece ışığı yeterli geliyordu.Bir gün bu ülkeden dört çocuk seyahate çıktı; yolları bir başka ülkeye çıktı. Orada güneş dağların ardında kayboluyor, sonra da parlak bir küre bir meşe ağacının üstünde yükselerek etrafa hoş bir ışık saçıyordu. Güneşinki kadar olmasa da bu ışık altında yine her şey iyice görülüyor ve ayırt edilebiliyordu. Oğlanlar hiç ses çıkarmadan durup baktıktan sonra önlerinden arabasıyla geçen bir köylüye bunun nasıl bir ışık olduğunu sordular.Köylü, "Bu, ay" dedi. "Bizim muhtar onu üç liraya satın alıp meşe ağacına bağladı. Onu her gün yağlayıp temiz tutması gerekiyor ki, hep böyle parlasın! Bu yüzden bizden her hafta birer lira alıyor."Köylü gittikten sonra oğlanlardan biri, "Bu lambayı biz kullanalım; nasılsa evimizde bir meşe ağacı var; hem de kocaman; bunu ona bağlarız. Geceleri onun altında oynayıp dans etmek ne keyifli olur!" dedi. İkincisi, "Ne yapalım, biliyor musunuz? Arabayla atları alıp ayı buradan taşıyalım. Köylüler bir başkasını satın alsın" diye önerdi.Üçüncüsü, "Ben rahatça tırmanır, onu aşağı indiririm" dedi.Dördüncüsü arabayla atları getirdi. Üçüncü oğlan ağaca çıkarak ayın göbeğinde bir delik açtı, oradan bir halat geçirerek onu aşağı sarkıttı.Parlayan küreyi arabaya koyduktan sonra, çalındığı fark edilmesin diye üzerine bir örtü örttüler.Onu sağ salim ülkelerine getirip kocaman meşe ağacına yerleştirdiler.Gencinden yaşlısına kadar herkes bayram yaptı; çünkü bu yeni lamba tüm tarlaları, evleri ve odaları aydınlatıyordu.Tüm cüceler kayalıklardaki inlerinden çıkarak kırmızı giysileriyle dans etmeye başladı.Dört oğlan ayı her gün yağlayıp fitilini temizledi; karşılığında da herkesten haftada birer lira aldılar.Ama zamanla yaşlandılar. Bir tanesi hastalanıp da öleceğini hissedince, dörtte biri kendi hakkı olduğu için ayın kendisiyle birlikte mezara gömülmesini emretti. O öldükten sonra muhtar ağaca çıktı ve bir makasla ayın dörtte birini keserek tabutun içine yerleştirdi.Ay ışığı parlaklığını biraz kaybetse de pek bir şey olmadı. Ama ikinci oğlan ölünce, ona da ayın dörtte birlik parçası verildi; böylece ışık azaldı. Üçüncü oğlanın ölümünden sonra ay ışığı iyice azaldı ve dördüncü oğlan da mezara girdikten sonra ışık tamamen kayboldu. Ve eskiden olduğu gibi her yer yine kapkaranlık kaldı.Öyle ki, lambasız sokağa çıkan karşısındakiyle toslaşıyordu.Ama ayın parçaları, karanlığın hüküm sürdüğü öbür dünyada yine birleşince huzurları kaçan ölüler uyanıverdi.Tekrar görebildikleri için şaşırdılar.Ay ışığı onlara yetti. Çünkü gözleri o kadar zayıflamıştı ki, ayın parlaklığına dayanamamışlardı. Yerlerinden kalkarak neşeyle eski yaşamlarına döndüler. Bir kısmı oyun oynayıp dans ederken diğerleri meyhanelere gidip şarap içti, hoplayıp zıpladı; derken sopaları kaptıkları gibi birbirlerine girdiler. Çıkardıkları gürültü o kadar fazlaydı ki, sonunda ta gökyüzüne uzandı.Cennetin kapısını beklemekte olan Cebrail öbür dünyada isyan çıktığını sandı; ölülerin huzurunu kaçıran düşmanın üzerine yürümek üzere meleklerini çağırdı. Ama onlar gelmeyince atına atladığı gibi cennetin kapısından geçerek öbür dünyaya vardı. Orada diğer ölülerin huzurunu kaçıranları sakinleştirerek onları yine mezarlarına yatırdı. Sonra ayı yanına alarak göğe yükseldi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Baykuş

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Birkaç yüz yıl önce, yani insanların bugünkü gibi kurnaz, çakal ve üçkâğıtçı olmadığı zamanlarda, ufak bir kasabada tuhaf bir olay gerçekleşti. Civardaki ormandan gelen puhu da denilen kocaman baykuşlardan biri bir vatandaşın samanlığına girdi. Öbür kuşlar onu gördüğünde hep ciyak ciyak bağrıştıkları için baykuş bütün gece saklandığı yerden çıkmaya korktu. Ertesi sabah seyis, yem almak için samanlığa geldiğinde, bir köşede tünemiş olan o heybetli baykuşu görünce oradan kaçarak efendisine, şimdiye kadar hiç rastlamadığı bir canavarın samanlıkta tünediğini haber verdi. Bu canavar gözlerini dört bir yana çevirerek önüne geleni yutacak kadar korkunç bir şeymiş!
Ama efendisi, "Ben seni iyi tanırım! Tarlada karatavuk kovalamaya kovalarsın da, ölü bir tavuk görsen, yanına yaklaşırken eline değnek alırsın! Şu canavar dediğin şeyi ben kendi gözlerimle bir göreyim bakalım" diyerek hiç korkmadan samanlığa girdi ve etrafına bakındı. Ama bu acayip ve korkunç hayvanı görünce en azından seyis kadar o da korktu. Birkaç adımda dışarı fırlayarak komşusuna gitti ve bilinmedik ve korkunç bir hayvana karşı ondan yardım istedi. Güya bu kuş bulunduğu yerden dışarı çıkarsa tüm kasaba tehlike altında kalacaktı!
Tüm sokaklarda halk ayağa kalktı; bağıra çağıra, ellerindeki diren, tırpan ve baltalarla düşmana doğru ilerledi. Başı belediye başkanı ve belediyede çalışanlar çekmekteydi. Hepsi samanlığın etrafını çevirdi. İçlerinden en yiğidi elindeki kargıyla içeri girdi, ama ölü gibi bembeyaz bir suratla tekrar dışarı fırladı ve ağzından tek laf çıkmadı. İki kişi daha şansını denedi, ama onların da başına aynı şey geldi.
Derken, savaşta gösterdiği kahramanlıklarla ünlü, iri yarı ve güçlü bir adam, "Canavarı lafla kaçıramazsınız! Palavrayı bırakalım! Ama bakıyorum hepiniz korkak fareler gibisiniz, tabansızsınız" dedi. Zırhını, kılıcını ve kargısını getirtti, onları giyinip kuşandırdı. Herkes onun cesaretini övdü, aynı zamanda da canını tehlikeye attığı için endişe duydu.
Samanlığın iki kapısını da açtılar; kirişlerden birine tünemiş olan baykuş göründü.
Cesur adam bir merdiven getirtti, sonra onu döşeme kirişlerinden birine dayadı ve çıkmaya hazırlanırken herkes ona cesaret verdi, korkmamasını ve canavarı öldüren kutsal George'u örnek almasını önerdi.
Adam merdivenden tırmanıp ta tepeye varınca baykuşla karşı karşıya geldi. Ona yaklaşmak isterken aşağıdakilerin bağrışlarından ve sayıca çokluğundan ürken hayvan, nereye kaçacağını bilemedi; gözlerini döndürdü, tüylerini kabarttı, kanatlarını ardına kadar açtı ve gagasını tıkırdattıktan sonra huuu! huuu! diye boğuk bir ses çıkardı.
Herkes "Vur! Vur onu" diye bağrıştı.
Adam bir basamak daha çıkmak üzere ayağını kaldırmışken birden titremeye başladı ve yarı baygın şekilde arka üstü yere düştü.
Artık kimse canını tehlikeye atmak istemedi.
"Canavar, en güçlü adamımızı kanatlarıyla, tıslamalarıyla ve gagasıyla ölümcül yaraladı. Hayatımızı şansa mı bırakalım yani?" diye tartıştılar. Şehrin mahvolmaması için ne yapmak gerektiği konusunda fikir yürüttüler. Uzun bir süre hiçbir şey yapamadılar. Sonunda belediye başkanı bir çare buldu.
"Bana kalırsa zarar etmemeleri için samanlıktaki arpa ve buğday dolu çuvallarla samanların sahiplerine bunların karşılığında para verelim. Sonra da samanlığı, içindeki bu korkunç canavarla birlikte ateşe verelim. Böylece kimsenin hayatını tehlikeye atmamış oluruz! Bu fırsatı kaçırmayalım; cimriliğin sırası değil şimdi" dedi.
Herkes ona hak verdi. Neyse, dört bir yanından ateşe verdikleri samanlık tamamen yanarken baykuş da bağıra bağıra can verdi. Buna inanmayan varsa, gitsin oraya kendisi sorsun!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Balıkçıl ile İbibik

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Yaşlı bir çobana sordular: "Sürünü nerde otlatıyorsun?" - "İşte şurda bayım, otların çok gelişmediği, çok da cılız kalmadığı yerde otlatıyorum; yoksa bir işe yaramaz" diye cevap verdi adam.
"Niye ki?" diye sordu adam.
"Şu çayırdan yükselen boğuk sesi duyuyor musun?" diye cevap verdi çoban: O bir balıkçıldır, bir zamanlar çobandı. İbibik de öyle. Sana onların öyküsünü anlatayım: Balıkçıl, sürüsünü hep yemyeşil ve olgun çimlerle besledi; bunun üzerine inekler öyle gelişti ve vahşileşti ki!
İbibik ise kendi sürüsünü rüzgârın ve kum fırtınasının hiç eksik olmadığı dağlara sürdü. Bu yüzden onun hayvanları hep zayıf ve güçsüz kaldı.
Akşam olup da çobanlar evlerine dönünce balıkçıl kendi sürüsünü toplayamadı; çünkü hayvanlar çok hareketliydi ve vahşiydi; oraya buraya kaçıştılar hep. Bunun üzerine "Geri gelin, geri gelin!" diye seslendi.
İbibik ise sürüsünü ayağa bile kaldıramadı, çünkü hayvanlar zaten cılız ve yorgundu.
"Bik! Bik! Bik!" diye seslendiyse de bunun bir yararı olmadı, hepsi kuma çöküp oturdu.
Bugün bile her ikisi de artık sürüleri olmadığı halde hâlâ "Bi-gel! Bi-gel!" ve "Bi-bik! Bi-bik!" diye öterler.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Dilbalığı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bulundukları ortamda huzur kalmadığı için balıklar hiç de memnun değildiler. Hiçbiri diğerleriyle buluşmuyor, keyifleri nasıl isterse biri sağa, öbürü sola gidiyordu. Bir araya gelmek isteyenlerin önü kesiliyordu; güçlü olan kuyruğuyla zayıf olanı dövüp kaçırıyor ya da yutmaya çalışıyordu.
"Bir kralımız olsa ne iyi olurdu; hak ve hukukumuzu sağlardı" diyerek toplandılar ve aralarında, denizin kabarması halinde en iyi ve en hızlı yüzüp zorda kalanlara yardım edecek olanı seçmeye karar verdiler.
Sahilde sıralandılar. Turna balığı kuyruğuyla bir işaret verdi, hepsi aynı anda yüzmeye başladı.
Turna balığı ok gibi ileri atıldı; onunla birlikte zargana, uskumru, levrek, sazan balığı ve daha ne varsa! Dilbalığı da hedefe ulaşma umudu içinde onlarla birlikte yüzdü.
Derken bir ses duyuldu: "Turna balığı önde! Turna balığı önde!" diye.
Bu işe canı sıkılan kötü kalpli kara ve fesat dilbalığı, "Kimmiş önde?" diye bağırdı.
"Levrek! Levrek!" şeklinde geldi cevap.
"Çıplak levrek mi?" diye seslendi kıskanç balık, "Çıplak levrek mi?"
İşte o günden beri çenesini tutması için dilbalığına bir ceza verildi. O günden beri dilbalığının ağzı hep çarpıktır.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Çalıkuşu

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Eskiden her sesin bir anlamı vardı. Demirci çekicini örse vurduğunda "Çrink, çrink!" diye bir ses çıkartırdı. Marangozun rendesi "Vjjt, vjjt" gibi gelirdi kulağa. Değirmenin tekerleği de "Tan-rım, yardım et; tan-rım, yardım et" derdi sanki. Eğer değirmenci üçkâğıtçıysa anlaşılır bir dille "Gelen-kim ki, gelen-kim ki?" diye dönen tekerlek, "Değir-menci, değir-menci" diye de cevap verir ve daha hızlı dönerken de "Yi-ne çal-dı, altı ki-lo al-dı" derdi.O zamanlar kuşların da kendilerine özgü dili vardı ki, bunu herkes anlardı. Bugünse ona cıvıltı, ıslık, vızıltı falan diyoruz: müzik var, ama sözcük yok!Neyse, günün birinde kuşlar, kendilerine bir başkan seçmeye karar verdiler. Yani içlerinden biri kral olacaktı!Ancak kızkuşu buna karşı çıktı: kendisi şimdiye kadar özgür yaşamıştı, özgür ölecekti! Korku içinde oraya buraya uçarken "Nerde kaliim, cik! Nerde kaliim, cik!" diye ötüp durdu. Sonra da ıssız bataklıktaki yandaşlarının yanma vardı.Ama kuşlar bu konuyu tartışmak niyetindeydi. Güzel bir mayıs sabahı ormandaki ve tarladaki bütün kuşlar toplandı: kartal, ispinoz, baykuş, karga, tarlakuşu, serçe ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü kuş! Gugukkuşuyla, zangocunu beraberinde getiren ibibik bile geldi. Henüz isim takılmamış minik bir kuş da onlara katıldı.Konudan nedense haberi olmayan tavuk bu kadar hayvanı bir arada görünce "Gı-dak, gı-daak, şu kuşlara baak!" diye hayret etmekten kendini alamadı. Ama horoz "Ö-öröö, korkma! Sakın panik yapma!" diyerek sevgili tavuğunu yatıştırdı.Sonunda karar verildi. En yüksekten uçabilen kuş kral olacaktı!Bunu duyan çalılıktaki yeşil kurbağa "Vrrak, vrrak, vrrak, vrrrak!" diye bağırdı, yani bu yolda çok gözyaşı dökülecek demek istiyordu.Karga ise "Gaak!" dedi, yani seçim barışçıl olacak anlamında.Kimse sonradan "Ben daha yükseğe uçabilirdim, ama hava karardığı için yapamadım" gibi laflar etmesin diye seçime hemen o güzel mayıs sabahı başladılar.işaret verildikten sonra bütün kuşlar göğe yükseldi. Arkalarında bir toz yığını kaldı; bir kanat çırpmasıdır gitti; sanki gökyüzünü bir kara bulut kaplamıştı.Az sonra küçük kuşlar yarışı yarıda bıraktı; daha fazla yükselemeyerek yere düştüler. Büyük olanları bir hayli dayandı, ama kimse kartala yetişemedi.Kartal yükseldi, yükseldi; artık güneş gözüne girmeye başladı. Öbür kuşların peşinden gelmediğini görünce, "Daha ne uçacaksın ki? Artık kral sayılırsın!" diye düşünerek inişe başladı.Onun altında kalan kuşların hepsi, "Kral sen olmalısın! Hiçbirimiz senin kadar yüksekten uçamadık!" dediler.Ama kartalın göğüs tüyleri arasına saklanmış olan isimsiz minik kuş:"Ben hariç!" diye haykırdı. O ana kadar hiç yorulmadığı için önce kartaldan ayrıldı ve hemen sonra daha yükseklere uçmaya başladı. O kadar yükseldi ki, Tanrı katına çıktı. Ondan sonra kanatlarını kısarak yere doğru indi ve çınlayan sesiyle "Kral benim! Kral benim!" diye seslendi."Sen mi bizim kralımız olacaksın? Sen kurnazlığa kaçtın, bizi oyuna getirdin!" diye öfkeyle bağrıştı kuşlar. Ve bu kez toprağın en altına düşecek olan kuşun kral olmasına karar verdiler.Kaz kanatlarını aça aça göğsüyle karaya öyle bir iniş yaptı ki! Horozun toprağı eşelemesi görülecek gibiydi! Ördeğin başına daha kötüsü geldi: mezarlığa iniş yaparken bacaklarını yaraladı, paytak paytak bir su birikintisine daldı.isimsiz kuşsa kendine bir fare deliği arayıp bulduktan sonra incecik sesiyle:"Kral benim! Kral benim!" diye öttü."Sen mi kral olacaksın?" diye seslendi kuşlar. Bu kez daha öfkeliydiler. "Senin o numaranı yuttuk mu sanıyorsun?"Ve onu deliğinde kapalı tutup aç bırakmaya karar verdiler. Baykuşu da nöbetçi olarak başına diktiler; hayatı pahasına da olsa o üçkâğıtçıyı dışarı bırakmayacaktı!Akşam olduğunda bütün kuşlar uçmaktan yorulmuştu; hepsi çoluk çocuğunu ve eşini alarak yatmaya gitti.Baykuş fare deliğinin önünde tek başına kaldı, ama o da yorgun düşmüştü.Bir gözümü kaparım, ötekiyle nöbet tutarım! Yeter ki, ufaklık fare deliğinden çıkmasın diye düşündü. Ve bir gözünü kapadı, öbürküyle fare yuvasına baktı.Minik kuş kafasını çıkararak kaçmayı denedi, ama baykuş hemen karşısına çıkınca yine yuvada kaldı. Bu kez baykuş yine bir gözünü kapayarak öbürünü açtı. Bütün bir gece böyle geçti. Bir keresinde bir gözünü kaparken öbürkünü açmayı unuttu ve iki gözü kapalıyken de uyuyakaldı. Minik kuş bunu fark edince oradan kaçıp gitti.O günden sonra baykuş kimsenin gözüne gözükmedi, yoksa gördükleri yerde onun tüylerini yolacaklardı! Ancak geceleri uçtu ve toprağa böyle berbat delikler açan farelerin peşine düştü hep.Minik kuş da pek gözükmez oldu; çünkü korkuyordu; yakalanırsa hali haraptı!Bu nedenle hep çalılıklara tüneyip, etrafa bakındıktan ve kendini güvencede hissettikten sonra "Cik, cik; kral benim! Cik, cik; kral benim!" diye ötüp durdu. Bu yüzden de ona çalıkuşu adını taktılar.Tarlakuşuysa çok keyifliydi, çünkü onun çalıkuşunu dinlemeye ihtiyacı yoktu. Güneş doğar doğmaz havaya uçuyor ve "Her-şey-ne-güzel! Her-şey-ne-güzel! Ah, her-şey-ne-güzel" diye ötüyordu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Aşkı ve Acıyı Paylaşmak

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir terzi vardı, çok kavgacıydı. Çok iyi bir kadın olsa da karısı kocasına bir türlü yaranamıyordu. Kadın ne yapsa herif memnun kalmıyor, homurdanıyor, bağırıyor, çağırıyor ve onu dövüyordu.
Adamı yakalayarak mahkemeye çıkardılar; hâkim onu uslansın diye hapse attırdı. Terzi bir süre sadece su ve ekmekle beslendikten sonra salıverildi. Ama öncesinde karısını bir daha dövmeyeceğine, onunla kavga etmeden yaşayacağına, her evlilikte olduğu gibi iyi ve kötü günlerde onun yanında olacağına yemin etti.
Bir süre bu böyle gitti, ama sonra yine eski hamam eski tasa dönüştü. Adam yine aksileşti ve kavgacı oldu. Karısını dövmeye izin verilmediği için bir gün onu saçlarından yakalayarak yere çaldı.
Kadın ondan kaçarak kurtulmaya çalıştı. Ama adam elindeki cetvel ve makasla karısının peşine düştü, kovaladı. Yakalayamayınca cetvelle makası, sonra da ne eline geçirdiyse ona fırlattı. İsabet ettirdiğinde gülüyor, ettiremezse zıp zıp zıplıyor ve sövüp sayıyordu. Bu işi o dereceye getirdi ki, komşular kadına yardım etmek zorunda kaldı.
Terzi bir kez daha hâkimin huzuruna çıktı; etmiş olduğu yemin hatırlatıldı kendisine. "Efendim" diye cevap verdi, "Ben verdiğim sözü tuttum, onu dövmedim; tam tersine, aşkı ve sevgiyi onunla paylaştım."
"Nasıl olur?" dedi hâkim. "Bu kez de geçen defa olduğu gibi hakkında bir sürü şikâyet var!"
"Ben onu dövmedim; yalnız o kadar güzel görünüyordu ki, saçlarını elimle taramak istedim. Ama elimden kaçtı ve küfür ederek beni terk etti. Ben de peşinden giderek kendisine yükümlülüklerini hatırlatmak için elime ne geçerse fırlattım. Sevgiyi ve acıyı onunla paylaştım. Her isabet ettirişimde ben sevindim, o üzüldü; her ıskalayışımda o sevindi, ben üzüldüm" diye cevap verdi adam.
Bu cevap hâkimin hoşuna gitmedi ve adamı maaşını kesmek suretiyle cezalandırdı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Orman Evi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Issız bir ormanın kenarındaki ufak bir evde karısı ve üç kızıyla birlikte yaşayan bir oduncu vardı. Bir gün işe gitmeden önce karısına, "Öğlen yemeğimi büyük kızla ormana gönder, yoksa işimi bitiremeyeceğim" dedi ve ekledi: "Yolunu şaşırmasın diye yanıma darı alıp geçtiğim yerlere serpeceğim!" Kız, güneş ormanın üzerinde yükselirken bir kâse çorbayla yola çıktı. Ama serçeler, tarla kuşları, ispinozlar, karatavuklar ve isketeler darıların hepsini çoktan yiyip bitirmişti bile; bu yüzden kız babasının izini bulamadı. İşi şansa bırakarak yürüdü gitti.
Derken güneş battı ve akşam oldu. Gecenin karanlığında ağaçlar hışırdamaya başladı, baykuşlar öttü. Kız korkmaya başladı. Uzakta, ağaçlar arasında bir ışık çarptı gözüne. "Orada birileri oturuyor olmalı. Herhalde geceyi orada geçirmeme izin verirler" diye geçirdi aklından. Işığın geldiği eve doğru gidip kapıyı çaldı. "Gir!" diye seslendi içeriden boğuk bir ses. Kız karanlık bir sofaya girdikten sonra iç kapıyı çaldı. "Gir dedik ya!" diye seslendi aynı ses. Kız kapıyı açıp içeri girdiğinde, masa başında oturan çok yaşlı bir adam gördü. Yüzünü ellerine gömmüştü ve ak sakalı masanın üzerinden ta yere kadar sarkmıştı. Sobanın yanında üç tane de hayvan vardı; bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek. Kız başına gelenleri anlattıktan sonra yaşlı adamdan yatacak bir yer istedi. Adam şöyle sordu:
Güzel tavuğum,Güzel horozum,Alacalı ineğim,Siz ne dersiniz?
"Duks!" diye cevap verdi hayvanlar. Bu olur anlamına geliyordu. "Tamam o zaman, git bize akşam yemeğimizi pişir!" dedi yaşlı adam.Kız mutfakta her türlü malzemeyi buldu ve güzel bir yemek yaptı, ama hayvanları hiç düşünmedi. Yemek dolu tabakları masaya taşıdı, yaşlı adamın karşısına geçtikten sonra onu doyurdu.Kendi karnını da doyurduktan sonra, "Ben de yoruldum, yatıp uyuyacağım. Yatak nerede?" diye sordu.Hayvanlar şu cevabı verdi:
Onunla içtin, onunla yedinAma bizi hiç düşünmedin,Bakalım gece nerede yatacaksın?
"Merdivenden yukarı çık, bir odada iki yatak bulacaksın. Onları havalandır, temiz çarşaf ser; daha sonra ben de gelip yatacağım" dedi yaşlı adam.Kız merdivenden çıktı, yatakları havalandırdı, temiz çarşaf serdi, ama yaşlı adamı beklemeden kendi yattı.Az sonra yaşlı adam çıkageldi. Elindeki mumla kızın yüzünü aydınlattı, sonra da başını iki yana salladı. Onun derin uyuduğunu görünce zemindeki bir kapağı açarak kızı mahzene attı.Akşam olunca oduncu evine döndü ve kendisini bütün gün aç bıraktığı için karısına çattı."Kabahat bende değil" dedi kadın, "Ben senin yemeğini kızla gönderdim, yolunu şaşırmış olmalı. Yarın yine gelir."Ertesi gün oduncu ormana gitmeden önce öğle yemeğini bu kez ortanca kızın getirmesini istedi."Yanıma bir torba mercimek alıp yola ekeceğim, taneleri darınınkinden daha büyük çünkü. Kız onları rahatlıkla görür, yolunu da kaybetmez" dedi.Öğle olunca kız yemeği alıp yola koyuldu. Ama ormandaki kuşlar, tıpkı bir gün önce olduğu gibi, bütün mercimekleri gagalamış ve geriye hiçbir şey bırakmamıştı.Kız ormanda yolunu şaşırdı ve gece olunca aynı şekilde yaşlı adamın evine vardı. Kapıyı çalarak yiyip içecek ve yatacak bir yer istedi.Aksakallı adam yine hayvanlara sordu:
Güzel tavuğum,Güzel horozum,Alacalı ineğim,Siz ne dersiniz?
Hayvanlar aynı şekilde "Duks!" dediler. Ve her şey bir gün önceki gibi olup bitti. Kız güzel bir yemek yaptı, yaşlı adamla birlikte yedi içti, hayvanlara hiç bakmadı.Nerede yatacağını sorduğunda hayvanlar şöyle dedi:
Onunla içtin, onunla yedin,Ama bizi hiç düşünmedin.Bakalım gece nerede yatacaksın?
Kız uyuduktan sonra yaşlı adam yine geldi, kafasını sallayarak ona baktı, sonra da onu mahzene attı.Oduncu üçüncü günün sabahı karısına, "Bana bugünkü yemeğimi her zaman söz dinleyen en küçük kızımla gönder; o ablalarına ya da oraya buraya uçan arılara benzemez, doğru yolu bulacaktır" dedi.Ama karısı bunu istemedi ve "En sevdiğim kızımı da mı kaybedeyim?" dedi."Merak etme" diye cevap verdi adam. "O yolunu kaybetmez; akıllıdır, kafası da çalışır. Ben bu sefer yanıma bezelye alayım, mercimekten daha iridir, kızımıza yolunu daha iyi gösterir."Ama güvercinler tüm bezelyeleri kursaklarına gönderiverdiler; öyle ki, kız ne tarafa gideceğini bilemedi.Çok üzüldü. Hep aç kalacak olan zavallı babasıyla meraktan ölecek annesini düşündü. Derken, hava kararınca gözüne bir ışık çarptı ve orman evine geliverdi. Nazik bir şekilde geceyi burada geçirip geçiremeyeceğini sordu. Aksakallı adam yine hayvanlarına danıştı:
Güzel tavuğum,Güzel horozum,Alacalı ineğim,Siz ne dersiniz?
Onlar yine "Duks!" diye cevap verdi.Kız sobanın yanındaki hayvanlara yaklaştı, tavukla horozun parlak tüylerini sıvazladı, alacalı ineğin iki boynuzu arasında kalan başını okşadı.Yaşlı adamın emri üzerine güzel bir çorba pişirdi. Çorbayı ve tabakları masaya koyduktan sonra, "Ben yiyeyim de şu güzel hayvanlar aç mı kalsın yani? Dışarıda bol bol yiyecek var nasılsa. Önce onların karnını doyurayım" dedi.Dışarı çıktı, tavukla horoza yemlerini verdi, alacalı ineğe de bir kucak dolusu taze saman."Afiyet olsun, sevgili hayvanlar. Susarsanız diye size su getireyim" deyip bir kova dolusu su taşıdı. Tavukla horoz hemen kovanın kenarına çıktı, gagalarını suya soktu, sonra da kafalarını yukarı kaldırarak kuşların yaptığı gibi su içtiler. Alacalı inek de susuzluğunu iyice giderdi. Hayvanları böyle besledikten sonra kız, yaşlı adamın masasına oturdu ve arta kalan yemeği yedi. Aradan çok geçmeden tavukla horoz, parmaklıklar arasından başlarını uzattı, alacalı inek de göz kırptı. "Artık yatsak nasıl olur?" diye sordu kız. Aksakallı adam yine hayvanlarına danıştı:
Güzel tavuğum,Güzel horozum,Alacalı ineğim,Siz ne dersiniz?
Hayvanlar cevap verdi: "Duks!"
Sen bizimle içtin, bizimle yedin,Ve de hep bizi düşündün,İyi geceler dileriz!
Kız merdivenden yukarı çıktı, yatakları havalandırdı, temiz çarşaf serdi; her şey hazır olunca yaşlı adam yukarı çıkıp yataklardan birine yattı; ak sakalı ta yere kadar sarktı. Kız öbür yatağa yattı, duasını etti ve derin bir uykuya daldı. Gece yarısına kadar böyle uyudu. Derken evde bir gürültü oldu, kız uyandı. Tüm ev her köşesinden zangır zangır titredi, kapı açıldı ve çatıdaki duvara vurdu. Kirişler yerinden oynadı, merdiven çökecekmiş gibi oldu; sonra öyle bir çatırtı duyuldu ki, sanki dam çöküyordu. Ama birden ortalığı bir sessizlik kapladı. Kıza hiçbir şey olmamıştı, yattığı yerde sakince kaldı ve sonra uyudu. Ertesi sabah gün ışığıyla uyanınca bir de ne görsün? Koskoca oda, görkemli bir saraya dönüşmüştü; her taraf pırıl pırıldı. Duvarları kaplayan yeşil renkteki ipek kumaşlar altın çiçeklerle donanmıştı. Tavan kırmızı kadifeyle kaplıydı. Yatak fildişindendi. Bir iskemlenin yanında incilerle süslü bir çift terlik duruyordu. Kız rüya gördüğünü sandı. Ama aynı anda zengin giysileriyle üç tane hizmetçi girdi içeriye ve "Ne emredersiniz?" diye sordular. "Gidin şimdi. Ben kalkıp yaşlı adama çorbasını yapayım, sonra da güzel tavukla horozu ve alacalı ineği besleyeyim" dedi kız. Yaşlı adamın çoktan kalkmış olacağını düşünerek onun yatağına baktı, ama onun yerine yatakta bir delikanlı yatmaktaydı. Çok genç ve yakışıklıydı delikanlı.
Oğlan yatağında doğrularak şöyle dedi: "Ben bir prensim. Kötü bir cadının lanetine uğrayarak aksakallı, yaşlı bir adam olarak ormanda yaşamaya mahkûm edildim. Çevremde tavuk, horoz ve alacalı inek kılığına girmiş üç hizmetçimden başka hiç kimse olmadı. Bu büyü ancak sadece insanlara değil hayvanlara karşı da sevecen davranan, iyi kalpli bir kız çıkıp gelinceye kadar sürecekti. İşte sen geldin ve dün gece yarısı bu büyüyü bozdun; orman evi de yine saraya dönüştü." Hepsi kalktıktan sonra prens hizmetçilerine kızın anne ve babasını getirmelerini, sonra da düğün hazırlıklarının başlamasını emretti. "Ablalarım ne olacak?" diye sordu kız. "Onları mahzene tıktım. İkisi de bundan böyle bir kömürcünün yanında kalıp çalışacaklar, ta ki huylarını düzeltip hayvanlara iyi bakmayı öğreninceye kadar" dedi prens.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sıska Liese

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Tembellikten yerinden bile kıpırdamayan Heinz'la şişko Trine gibi düşünmüyordu Sıska Liese. Sabahtan akşama kadar yan gelip yatıyor ve üç çuval taşıyan eşeğin yapabileceği işi kocasına yüklüyordu. Ama bu da bir işe yaramıyordu. Ellerinde hiçbir şey yoktu; hiçbir şey de kazanamadılar.
O akşam yatağa yattığında, yorgunluktan elini ayağını oynatamazken uyuyamadı: aklına bir şey takılmıştı!
Kocasına bir dirsek atarak, "Dinle, Uzun Lenz" dedi. "Ne düşündüm, biliyor musun? Sokakta 1 gulden bulursam, 1 gulden de biri bana hediye ederse, 1 gulden de ben borçlanırım ve sen de 1 gulden verdin mi, eder 4 gulden; bununla bir inek satın alırım."
Bu fikir adamın çok hoşuna gitti. "Sana hediye etmemi istediğin 1 guldeni nerden bulurum bilmiyorum, ama 4 guldeni bir araya getirip bir inek satın alırsan, niyetin ne, bilmiyorum" dedi kocası. "Ama buna sevindim. İnek bir dana doğurursa, ara sıra susadığımda ben de sütünden içerim" diye ekledi.
"O süt senin için değil" dedi karısı. "Danayı sağdırırız ki, büyüsün ve yağlansın; sonra da sütünü iyi paraya satarız."
"Elbette" diye cevap verdi kocası. "Ama kendimize de birazcık süt alırız, bunun bir zararı olmaz."
"Sen inekten ne anlarsın ki? Zararı olsa da, olmasa da ben istemiyorum işte! Yer yerinden oynasa, bir damla bile süt vermem sana. Bana bak Uzun Lenz! Senin karnın doymak bilmez zaten. Ben o kadar çalışacağım, sen hepsini yiyip içeceksin! Yok öyle!"
"Hanım! Kapa çeneni yoksa bir tane çakarım ha" dedi adam.
"Nee? Beni tehdit mi ediyorsun yani? Hadi ordan asma sırığı" diye bağıran kadın, kocasının saçlarına saldırdı, ama adam yatağında doğrularak bir eliyle Sıska Liese'nin kolunu yakalarken öbür eliyle başını yastığa bastırdı ve kadını bağırmaya bıraktı, ta ki Liese yorgunluktan bitkin düşüp uyuyuncaya kadar.
Kadın ertesi sabah tartışmayı sürdürdü mü, sokağa çıkıp gulden aradı mı, aradıysa buldu mu... bilmiyorum!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Cennetteki Köylü Kızı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir gün dindar ve fakir bir köylü kızı öldü ve kendisini cennetin kapısında buldu. Aynı anda zengin bir bey de cennete girmek istedi. Derken Aziz Petrus elinde bir anahtarla çıkageldi ve zengin beyi içeri aldı. Anlaşılan fakir kızı görmemişti; cennetin kapısını kapadı. Köylü kızı, o zengin beyin nasıl coşkuyla cennete alındığını ve içerde nasıl şarkılar söylenip oynandığını duydu. Sonunda etrafı bir sessizlik kapladı. Aziz Petrus geri dönerek cennetin kapısını açtı ve köylü kızı içeri aldı. Köylü kızı kendisi için de şarkılar söylenecek ve oyunlar oynanacak sandı. Ama içeri girdiğinde her taraf sessizdi. Onu melekler karşılamış ve seve seve içeri almışlardı, ama kimse şarkı söylememişti. Bu yüzden kız Aziz Petrus'a, kendisinin neden zengin bey gibi şarkılarla karşılanmadığını sordu. Yani dünyada olduğu gibi cennette de bazı insanlar kayırılıyor muydu?
Bunun üzerine Aziz Petrus şöyle dedi: "Kesinlikle yok öyle bir şey. Sen de diğerleri gibi sevilerek karşılandın; sen de o zengin bey gibi cennetin nimetlerinden yararlanacaksın. Ama bak, senin gibi fakir köylüleri biz her gün cennete alıyoruz. Oysa o gördüğün zengin bey gibi insanlar ancak birkaç yüzyılda bir geliyorlar buraya."Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Güçlü Hans

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir karı koca vardı; tek çocuklarıyla şehirden uzak bir vadide yalnız yaşıyorlardı. Bir gün kadın çam yaprağı toplamak üzere ormana gitti; iki yaşındaki oğlu Hans'ı da yanına aldı. İlkbahar yeni başlamıştı; ormandaki rengârenk çiçeklerden hoşlanıyordu çocuk; bu nedenle annesi onu her gün yanına alıyordu.O gün çalılıklar arasından iki haydut fırlayarak kadınla çocuğu yakaladıkları gibi ormanın derinliklerine kaçırdılar; oraya hiç kimsenin uğradığı yoktu.Zavallı kadın onlara çocuğu serbest bırakmaları için yalvardı; ama herifler taş yürekliydi. Onun yalvarıp yakarışına aldırış etmeksizin ikisini de zorla yanlarında sürüklediler. İki saat boyunca çalılıklar arasında yürüdükten sonra bir kayalığa vardılar. Burada bir kapı vardı. Haydutlar vurur vurmaz bu kapı açılıverdi. Uzun ve karanlık bir koridordan geçtikten sonra, bir ocakta yanan ateşin aydınlattığı büyük bir mağaraya geldiler. Duvarda kılıçlar, palalar ve diğer silahlar asılıydı; ışık altında hepsi pırıl pırıldı. Ortadaki siyah bir masada dört haydut kâğıt oynamaktaydı; reisleri de baş köşedeydi. Kadını görünce yerinden kalkarak ona yaklaştı ve korkmamasını, sakin olmasını, kendisine bir zarar vermeyeceklerini anlattı; etrafı derleyip toplayıp yemek pişirdiği takdirde burada rahat bir hayat sürebileceğini de vurguladı.Daha sonra kadına yiyecek bir şeyler verdikten sonra, çocuğuyla birlikte yatacağı yatağını gösterdiler.Kadın dört yıl bu haydutların arasında yaşadı; bu arada Hans büyüdü ve güçlendi. Annesi ona masallar anlattı ve mağarada bulduğu bir şövalye kitabından maceralar okudu. Hans dokuz yaşına geldiğinde kendine çam dalından sağlam bir değnek yonttu ve onu yatağının altına sakladı. Sonra anasının yanına vararak, "Anneciğim, söylesene bana, benim babam kim? Bilmek istiyorum!" dedi.Annesi hiç ses çıkarmadan sustu; doğup büyüdüğü yeri özlemesin diye ona söylemek istemedi. Ayrıca bu acımasız haydutların onu serbest bırakmayacağını da biliyordu. Öte yandan Hans'ın, babasına kavuşamayacağını düşündükçe yüreği parçalanıyorduHaydutların soygundan döndüğü bir gece Hans, değneğini yanına alıp çete reisinin karşısına geçerek, "Ben şimdi babamın kim olduğunu bilmek istiyorum; bunu bana söylemezsen seni döverim!" dedi. Reis gülerek ona öyle bir tokat attı ki, oğlan masanın altına yuvarlandı. Ama çok geçmeden yine ayağa kalktı ve değneğiyle reise ve adamlarına öyle bir dayak attı ki, her biri elini ayağını kıpırdatamaz hale geldi. Bir köşeye çekilmiş olan annesi oğlunun bu cesaretine ve gücüne hayran kaldı.Hans işini bitirdikten sonra annesine dönerek, "Ben çok ciddiyim; babam kimdir, bilmeliyim!" dedi. Annesi, "Bak Hans'çığım, istersen onu buluncaya kadar birlikte gidip arayalım" diye cevap verdi. Çete reisinin cebinden giriş kapısının anahtarını aldı; bu arada Hans da bir çuval un sırtladı; ayrıca altın, gümüş, yani ne kadar değerli eşya varsa taşıyabildiği kadarını bu çuvala yükledi. Birlikte mağarayı terk ettiler. Ama karanlıktan aydınlığa çıktıklarında yemyeşil orman, çiçekler, kuşlar ve gökyüzündeki sabah güneşi Hans'ın gözünü aldı. Bir an durup aklını başına toparlamaya çalıştı.Annesi evin yolunu aradı, birkaç saat yürüdükten sonra evlerinin bulunduğu ıssız vadiye ulaştılar.Babası kapı önünde oturmaktaydı. Karısını görünce, hele Hans'ın, ölü sandığı oğlu olduğunu öğrenince sevinçten ağlamaya başladı.Hans artık on iki yaşında olmasına karşın boyca babasından daha da uzundu.Hep birlikte eve girdiler. Hans sırtındaki çuvalı ocağa bitişik sıranın üstüne bırakır bırakmaz ev çatırdadı; sıra kırıldı ve döşeme çöktü; ağır çuval kilere düşüverdi."Bu ne yahu?" diye söylendi adam, "Evi yıktın!""Merak etme, babacığım!" diye cevap verdi Hans, "Çuvalın içindekilerle yeni bir ev yaparsın."Ve Hans babasıyla birlikte yeni bir ev inşa etmeye, hayvan ve toprak satın alarak elde ettikleri ürünü satmaya başladı.Tarlayı hep Hans sürüyor, harman yerinde düvenin altına samanları hep o serpiştiriyordu; boğalar düveni kendiliğinden çekiveriyordu.İlkbahar gelip çattığında Hans, "Baba, para sende kalsın; bana elli kiloluk bir değnek yaptırt; gurbete çıkarken onu yanıma alacağım" dedi.Değnek hazır olunca onu alarak baba evini terk etti; derken yolu karanlık ve balta girmemiş bir ormana düştü. Birden bir çatırtı ve çıtırtı işitti; çevresine bakınınca bir çam ağacı gördü. Dibinden ta tepesine kadar gövdesi bir halatla sarılıydı; oğlan gözlerini yukarı çevirdiğinde koskoca bir herifin ağacı değnek gibi salladığını gördü."Heey, napıyorsun sen orda?" diye seslendi Hans.Herif, "Ben dün çam yapraklarını dürdüm, onlardan halat yapmak istiyorum" diye cevap verdi. "Bu iyi işte! Adamda kuvvet var!" diye düşündü Hans ona seslenerek, "Sen boşver bunu, benimle gel, daha iyi" dedi.Adam ağaçtan indi; boyu Hans'tan bir baş uzundu. Kaldı ki, Hans da kısa sayılmazdı. Oğlan ona, "Bundan sonra senin adın Çamdürücü olsun" dedi.Birlikte yürümeye başladılar; bir ara tak tak tak diye öyle sesler duydular ki, her vuruşta sanki yer yerinden oynuyordu.Derken koskoca bir kayalığa vardılar. Burada koskoca bir dev durmuş, yumruğuyla kayadan parçalar koparmaktaydı. Hans ona ne yaptığını sorduğunda dev:"Geceleri ne zaman uykuya yatsam ayılar, kurtlar ya da başka hayvanlar gelip orayı burayı kokluyor; ben de bir türlü uyuyamıyorum. Kendime bir ev yapıp içine gireyim, bir güzel uyku çekeyim de, rahat edeyim diyorum" dedi."Haklısın be! Aslında iyi de olurdu!" diye aklından geçiren Hans ona:"Sen ev yapmayı falan bırak da, bizimle gel!" dedi. "Senin adın da Taşkoparan olsun!"Adam razı oldu ve üçü birlikte yola çıktılar. Vardıkları her yerde vahşi hayvanlar onlardan ürkerek kaçtı.Akşam olunca eski ve terk edilmiş bir şatoya geldiler. Içeri girdiler ve büyük bir salonda uyudular.Ertesi sabah Hans bahçeye çıktı; burası tamamen bakımsızdı, her tarafı yabanıl otlar bürümüştü. Oraya girer girmez karşısına çıkan bir yabandomuzu ona saldırdı; oğlan değneğiyle bir vuruşta onu yere yıktı ve sonra sırtladığı gibi şatoya taşıdı.Hayvanı şişe geçirdikten sonra güzelce kızarttılar ve afiyetle yediler.Bundan böyle her gün iki kişi ava çıkacak, üçüncüyse şatoda kalıp yemek pişirecekti; adam başına dört buçuk kilo et düşmüştü!İlk gün Çamdürücü evde kaldı, Hans'la Taşkıran ava çıktı.Çamdürücü yemek pişirirken üstü başı perişan, yaşlı bir cüce şatoya gelerek et istedi."Hadi ordan serseri, sana et met yok!" dedi Çamdürücü.Ama o çelimsiz cüce karşısındakine yumruklarıyla öyle bir girişti ki, Çamdürücü karşı koyamadı ve yere düştü; güç nefes alıyordu. Cüce hıncını alıncaya dek oradan ayrılmadı.Hans'la Taşkıran avdan döndüklerinde Çamdürücü onlara cüceden ve yediği dayaktan bahsetmedi ve onlar da evde kalsın da pataklanmak nasılmış görsünler diye içinden geçirerek keyiflendi.Ertesi gün evde kalma sırası Taşkıran'daydı; Çamdürücü'nün başına gelenler onun da başına geldi; cüceye et vermek istemediği için o da güzel bir dayak yedi.Diğerleri akşama doğru eve döndüğünde Çamdürücü Taşkıran'a baktı; o anda ikisi de sustu ve Hans da şu dayaktan kısmetini alsın bakalım diye akıllarından geçirdiler.Bir gün sonra Hans evde kaldı; mutfaktaki işini bitirip kaynamakta olan kazanı karıştırırken aynı cüce çıkageldi ve ondan bir parça et istedi. Zavallı cüce, ona kendi payımdan vereyim de, öbürkülerin eti eksilmesin bari diye düşünen Hans ona biraz et verdi.Cüce bunu yiyip bitirdikten sonra yine et istedi.Yufka yürekli Hans ona daha iyi bir parça et verdikten sonra:"Artık yeter, herhalde!" dedi. Cüce üçüncü kez et isteyince oğlan, "Şımardın ama!" diyerek ona bir şey vermedi. Arsız cüce onun da üzerine atılarak Çamdürücü'yle Taşkıran'a yaptığı gibi, bir dayak atmak istedi. Ama yanlış kapı çalmıştı! Hans hiç zorlanmadan ona değneğiyle bir kere dokunduğu gibi cüce merdivenlerden sıçrayarak kaçtı. Hans peşinden gitmek istedi, ama tökezleyerek boylu boyunca cücenin üzerine düştü. Tekrar doğrulduğunda cüce kaçmıştı bile.Hans onu ormana kadar kovaladı ve kayalıklardaki mağaraya nasıl giriverdiğini de gördü. Sonra eve döndü, ama mağaranın yerini işaretlemişti.Onun sapasağlam geri geldiğini gören ötekiler şaşırdı; Hans onlara olan biteni anlattı; onlar da artık susmayarak kendi başlarına gelenleri açıkladı.Hans gülerek, "Hak etmişsiniz; et konusunda da cimri davranmışsınız. Ayrıca siz koca adamlarsınız, bir cüceden dayak yemeye utanmıyor musunuz?" dedi.Neyse, üçü de bir küfeyle halat alıp kayalıklardaki mağaraya gitti. Hans'ı küfeye koyup halatla aşağı sarkıttılar. Hans dibe vardığında orada bir kapı gördü. Kapıyı açtı, içerde genç ve güzel bir kız oturmaktaydı; güzel demek yeterli değildi! O güzelliği tarif edecek kelime bulamıyor insan! Ve kızın yanında da, Hans'a bakarak pişmiş kelle gibi sırıtan cüce vardı. Ancak kız zincire vurulmuştu ve üzgün üzgün bakmaktaydı. Hans ona çok acıdı. Şu pis cüceden onu kurtarmalıyım diye kendi kendine söylendi. Ve değneğiyle dokunur dokunmaz cüce yere düşüp öldü. Hans hemen genç kızı zincirlerinden kurtardı; ama güzelliğine de hayran kaldı.Genç kız ona, kendisinin bir prenses olduğunu, ülkesindeki vahşi bir kont tarafından kaçırılıp buradaki mağaraya hapsedildiğini anlattı; kendisiyle evlenmek isteyen kontu reddetmişti. Kont da cüceyi onun başına nöbetçi olarak dikmişti! Cüce de işkence yapmaktan geri kalmamıştı.Hans genç kızı küfeye koyarak yukarı çektirtti. Daha sonra boş küfe yine aşağı sarkıtıldı. Ama Hans'ın yandaşlarına pek güveni yoktu. "Acayip davrandılar; sana cüceden hiç bahsetmediler. Kimbilir şimdi sana karşı ne numara çevirecekler!" diye söylendi kendi kendine. Ve sepete kendisi bineceği yerde elli kiloluk değneğini koydu. İyi ki de öyle yaptı! Çünkü yarı yoldayken sepeti bırakıverdiler; Hans içinde olmuş olsaydı ölmüştü! Ama şimdi buradan yukarıya nasıl çıkacağını bilemiyordu; ne kadar kafa yorduysa da, bir çare bulamadı. "Çok yazık; burada açlıktan öleceksin" diye söylendi kendi kendine. Böyle bir aşağı bir yukarı dolaşıp dururken, daha önce genç kızın bulunduğu ufak odaya geldi. Derken, bakışları cücenin parmağındaki yüzüğe takıldı; yüzük ışıl ışıl parlıyordu. Onu alıp kendi parmağına taktı ve yüzüğü döndürdüğü anda başının üzerinde bir uğultu işitti. Yukarıya baktı ve orada, havada uçan cinleri gördü. Cinler, "Efendimizin emirlerini bekliyoruz" dedi. Hans önce şaşırdı, ama sonra kendisini yukarı çekmelerini istedi. Emrini hemen yerine getirdiler; oğlan kuş gibi uçtuğu hissine kapıldı. Yukarıya vardığında orada kimseyi göremedi. Şatoya gitti; orada da kimse yoktu! Çamdürücü ile Taşkıran çekip gitmişti; genç kızı da yanlarına almışlardı.Hans yüzüğü bir kez daha döndürünce cinler çıkageldi; oğlana yandaşlarının denize açıldığını söylediler.Hans cinlerden birine binerek deniz kenarına kadar geldi; ta uzaklarda ufak bir tekne gördü; içinde kalleş yandaşları bulunuyordu.Hans kızgınlıktan ne yapacağını bilemedi; değneğini kaptığı gibi yüzmeye başladı, ama elli kiloluk değnek onu dibe çekti; neredeyse boğulacaktı. Neyse ki, tam zamanında yüzüğü çevirdi de, cinler gelip onu havada uçurarak tekneye yetiştiriverdi.Oraya varınca Hans, o kötü niyetli yandaşlarına hak ettikleri dayağı değneğiyle öyle bir attı ki! Sonra da onları denizde bıraktı. Ondan sonra da küreklere asılarak, ikinci kez hayatını kurtardığı güzel kızı anne ve babasına teslim etti.Daha sonra da onunla evlendi. Böylece herkes mutlu oldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Yırtıcı Kuş

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir kral vardı, adı neydi, hangi ülkeyi yönetiyordu bilmiyorum; bu kralın hiç erkek çocuğu olmadı, ama bir kızı vardı. Bu kızcağız devamlı hastaydı; ancak hiçbir doktor onu iyileştiremiyordu. Bilge kişiler krala, kızının elma yediği takdirde sağlığına kavuşacağını söylediler. Bunun üzerine kral tüm ülkeye şu bildiride bulundu: Kim ki, getireceği elmayla kızını iyileştirirse, onunla evlenmeye hak kazanarak kral olacaktı! Bunu bir köylü duydu, kendisinin üç oğlu vardı. En büyüğüne: "Tavan arasına çık, en güzel kırmızı elmalardan bir sepet doldurup saraya götür; o zaman kızla evlenir, kral olursun!" dedi.Oğlan söyleneni yaparak yola çıktı. Bir süre gittikten sonra yaşlı bir cüceyle karşılaştı. Cüce ona sepette ne taşıdığını sordu.Ulrich - oğlanın adı buydu:"Kurbağa bacağı" diye cevap verdi."O zaman öyle kalsın!" diyen cüce oradan uzaklaştı. Ulrich saraya varınca kapısını çaldı ve elma getirdiğini, kralın kızı bunu yerse iyileşeceğini söyledi.Kral buna çok sevindi ve Ulrich'i yanına çağırdı. Vay canına! Sepetin ağzını açınca elma yerine zıp zıp zıplayan kurbağa bacağı görmez mi! Kral fena halde bozuldu ve oğlanı kapı dışarı etti. Ulrich eve dönünce olan biteni babasına anlattı.Bu kez adam Samuel adındaki ortanca oğlunu gönderdi; ama onun da başına gelen Ulrich'inkinden farksız olmadı.O da yaşlı cüceyle karşılaştı. Cüce ona da, sepette ne var diye sorduğunda Samuel:"Domuz kılı" diye dalga geçti.Cüce, "Madem ki öyle, öyle kalsın!" dedi.Oğlan saraya varıp da kralın kızı için elma getirdiğini bildirdiğinde onu içeri almak istemediler.Daha önce de birinin çıkagelip kendilerini aptal yerine koyduğunu söylediler. Ama Samuel kesinlikle elma getirdiğini söyleyerek içeri alınmasını istedi. Sonunda inandılar ve onu kralın huzuruna çıkardılar. Ancak sepetin ağzını açtığında içinden sadece domuz kılı çıktı. Kral öfkeden küplere binerek onu dışarı attırdı ve kırbaçlattı. Oğlan eve dönünce olan biteni anlattı.Bunun üzerine hep Aptal Hans dedikleri en küçük çocuk babasına:"İzin ver de elmayı ben götüreyim!" dedi.Babası, "Sen ha! Sanki başka adam yokmuş! Akıllı oğullarım bu işin üstesinden gelemedikten sonra, sen mi başaracaksın yani?" diye dalga geçti.Ama oğlan diretti. "Olsun baba, ben de gitmek istiyorum!" dedi."Çekil yolumdan, aptal! Akıllanıncaya kadar daha bekle bakalım" diyen babası ona sırtını döndü.Ama Hans onu önlüğünden çekerek: "Olsun baba, ben gitmek istiyorum" diye diretti."Hadi git bakalım; nasılsa eli boş döneceksin" diye ters ters söylendi babası.Oğlan sevincinden havaya sıçradı.Babası, "Daha şimdiden fıttırdın, günden güne aptallaşıyorsun sen" dedi.Ama Hans buna aldırış etmedi ve moralini bozmak istemedi.Ne var ki, akşam yaklaşıyordu. Aynı gün saraya varamayacağını bildiği için sabaha kadar beklemeyi yeğledi.Yatakta uyku tutmadı; bir ara daldıysa da hep güzel kadınları, sarayları, altın ve gümüş eşyaları ya da ona benzer şeyleri gördü rüyasında.Ertesi sabah erkenden yola çıktı.Çok geçmeden eski püskü bir pelerine bürünmüş ufacık ve somurtkan bir cüceyle karşılaştı.Cüce ona sepette ne var diye sordu. Hans ona sepette elma bulunduğunu, iyileşmesi için bunları kralın kızma götürdüğünü söyledi.Cüce de: "Madem ki öyle, öyle olsun!" dedi.Saraya vardığında Hans'ı hiçbir şekilde içeri almadılar; ondan önce gelen iki kişinin sözüm ona elma getirdiğini, ama birinin sepetinden elma yerine kurbağa bacağı, öbürününkinden de domuz kılı çıktığını söylediler.Ama Hans ricasını sürdürerek kurbağa bacağı falan getirmediğini, sepetinde ülkenin en güzel elmalarının bulunduğunu vurguladı.Onun inandırıcı konuşması üzerine nöbetçi, herhalde yalan söylemiyordur diye düşündü. Oğlanı içeri aldılar; aldıklarına da iyi ettiler.Nitekim Hans kralın önünde sepetin ağzını açınca içindeki sarılı kırmızılı elmalar meydana çıktı.Kral çok sevindi, hemen onları kızına gönderdi ve elmaların etkisini gösterip göstermediği haberini merakla bekledi.Aradan çok geçmedi, birisi bu haberi getirdi.Kim mi dersiniz? Kızın bizzat kendisi!Elmaları yer yemez iyileşmiş ve hemen yataktan fırlamıştı! Kralın ne kadar sevindiğini anlatacak sözcükleri bulmak kolay değil!Ama kral kızını Hans'a vermek istemedi; daha önce Hans ona karada, denizdekinden daha hızlı giden bir kayık yapıp getirecekti!Hans bu koşulu kabul etti ve eve dönerek olanları anlattı.Bunun üzerine babası böyle bir kayık yapması için Ulrich'i ormana gönderdi.Oğlan harıl harıl ve ustaca çalıştı. Öğle vakti, güneş tam tepedeyken, yaşlı bir cüce çıkagelerek ona ne yaptığını sordu. Ulrich, "Kepçe yapıyorum!" diye dalga geçti. "Madem ki öyle, öyle kalsın!" dedi cüce. Akşam olunca Ulrich eve döndü. Kayığı bitirdiğini söyledi. Ama onu tam yerleştireceği sırada etrafa bir sürü kepçe yayıldı. Ertesi gün Samuel gitti ormana. Ancak Ulrich'in başına gelenler onun da başına geldi.Üçüncü gün sıra Aptal Hans'a geldi. O da çok çalıştı; öyle ki, balta sesleri tüm ormanı kapladı; ama o şarkı tutturarak, ıslık çalarak, neşeyle çalıştı. Tam öğlen sıcağında cüce yine çıkageldi ve ona ne yaptığını sordu."Karada sudakinden daha hızlı giden bir kayık" diye cevap verdi oğlan. Ve bunu tamamladığı takdirde kralın kızıyla evlenebileceğini anlattı."Madem ki öyle, öyle olsun!" dedi cüce.Akşam güneşi tüm kızıllığıyla batarken Hans kayığı tüm akşamıyla tamamlamıştı.Ona binerek saraya doğru kürek çekmeye başladı. Kayık rüzgârdan bile hızlıydı.Kral bunu ta uzaktan gördü, ama yine de kızını vermek niyetinde değildi.Bu kez Hans'ın sabahtan akşama kadar yüz tane tavşanı güderek bir yerde toplaması gerekiyordu; tek bir tavşan eksilirse kızı alamayacaktı.Hans sevindi; hemen ertesi gün tavşan sürüsünü çayırlığa güttü ve hiçbir hayvanın sürüden ayrılmamasına dikkat etti.Aradan çok zaman geçmedi, saraydan bir hizmetçi kız çıkageldi ve Hans'a hemen bir tavşan vermesini, çünkü misafir beklediklerini söyledi.Oğlan bu işin nereye varacağını kestirdiği için hayvanı vermedi."Kral misafirine tavşan yerine başka bir şey versin" dedi.Ama kız çok dayattı, hatta sonunda küfür etmeye başladı.O zaman Hans kralın kızı kendi gelip isterse tavşanı verebileceğini söyledi. Hizmetçi kız bunu saraya iletince kralın kızı bizzat yola çıktı.Ama bu arada cüce Hans'ın yanına vararak ona ne yaptığını sordu.O da, yüz tane tavşanı gütmekte olduğunu ve onlardan hiçbirinin eksilmemesi gerektiğini, ancak o zaman kralın kızıyla evlenebileceğini anlattı."Tamam" dedi cüce, "Sen al şu düdüğü; sürüden ayrılan tavşan olursa öttürürsün, o zaman geri gelir."Kralın kızı gelince Hans onun önlüğüne bir tavşan yerleştirdi.Ama kız yüz adım gitmişti ki, Hans düdüğünü öttürünce tavşan kızın önlüğünden sıçrayıverdi ve - görmedin mi? - yine sürüye katıldı.Akşam olunca tavşangüden bir düdük daha çalarak hayvanların hepsi orada mı diye etrafına bakındıktan sonra onları saraya güttü.Kral, Hans'ın hiçbirini kaybetmeden yüz tavşanı nasıl güttüğünü görünce şaşırdı. Buna rağmen kızını yine vermek istemedi. Bu kez Hans'ın, Yırtıcı Kuş'un kuyruğundan bir tüy koparıp getirmesi gerekiyordu.Hans hemen yola çıktı ve çevik adımlarla yürümeye başladı. Akşama doğru bir şatoya vardı; yatacak bir yer sordu, çünkü o zamanlar lokanta, han falan yoktu.Şatonun efendisi ona bir yer göstererek nereye gittiğini bilmek istedi.Hans, "Yırtıcı Kuş'a" diye cevap verdi."Yaa, Yırtıcı Kuş'a demek! Onun her şeyi bildiğini söylüyorlar. Ben demirden bir para kasasının anahtarını kaybettim. Sana zahmet olmazsa, ona bir sor bakalım, bu anahtar neredeymiş?""Sorarım elbette" dedi Hans. "Neden olmasın!"Ertesi sabah oradan yola çıktı ve yine akşama doğru bir başka şatoya vardı; bir geceyi de orada geçirdi. Şato sahibi onun Yırtıcı Kuş'a gideceğini öğrenince, kızının hastalandığını, şimdiye kadar hangi ilacı denedilerse biç birinin onu iyileştiremediğini, bu yüzden Yırtıcı Kuş'a, kızın iyileşmesi için ne gerektiğini sormasını söyledi.Hans bunu yapacağını vurgulayarak yoluna devam etti.Derken büyük bir nehre geldi; karşıdan karşıya geçecek sal ya da sandal falan yoktu; ama orada koskoca bir adam vardı ve herkesi nehrin öbür ucuna taşıyordu.Adam Hans'a nereye gittiğini sordu.Hans, "Yırtıcı Kuş'a" dedi.Adam, "Onun yanına varırsan sor bakalım, niye ben herkesi bu nehrin bir yakasından öbür yakasına taşımak zorundayım?" dedi.Hans, "Sorarım elbette; neden olmasın!" diye cevap verdi.Sonra adam onu koltuk altlarından tuttuğu gibi nehrin öbür yakasına taşıdı.Sonunda Hans Yırtıcı Kuş'un evine vardı; ama orada sadece karısı vardı; Yırtıcı Kuş'un kendisi yoktu.Kadın ona ne istediğini sordu. Hans her şeyi anlattı; yani Yırtıcı Kuş'un kuyruğundan bir tüy koparması gerektiğini, bir şatoda para kasasının kaybolan anahtarının nerede olduğunu Yırtıcı Kuş'a soracağını, bir başka şatoda da hasta bir kızın neyle şifa bulacağını ve de yakındaki bir nehrin başında bekleyen bir adamın neden herkesi karşıdan karşıya taşımak zorunda kaldığını bilmek istediğini falan...Bunun üzerine kadın, "Bak dostum!" dedi, "Hiç bir insan Yırtıcı Kuş'la konuşamaz! O şimdiye kadar tüm insanları yedi. Ama istersen onun yatağının altına saklan; o uyur uymaz kalkar kuyruğundan bir tüy koparırsın. Bilmek istediğin öbür şeyler için soruları ona ben sorarım."Hans çok sevinerek hemen yatağın altına saklandı.Akşam olunca Yırtıcı Kuş eve geldi ve içeri girer girmez: "Hanım, burası insan kokuyor!" dedi."Evet" dedi karısı. "Bugün biri geldi, ama yine gitti." Bunun üzerine Yırtıcı Kuş fazla laf etmedi.Gece yarısı horlamaya başlayınca Hans yatağın altından çıkarak onun kuyruğundan bir tüy kopardı.Yırtıcı Kuş birden irkildi ve ayağa kalkarak, "Burası insan kokuyor hanım! Sanki birisi kuyruğumu çekti!" dedi.Bunun üzerine karısı, "Rüya görmüş olmalısın; sana söyledim ya, bugün bir insan geldi sonra da gitti diye... Kendisi bana çok şeyler anlattı. Bir şatoda demir kasanın anahtarı kaybolmuş, bir türlü bulamıyorlarmış.""Ahh, aptallar! Anahtar kapının arkasındaki dolabın raflarından birinde.""Bir başka şatoda da bir kız hastaymış; onu iyileştirecek ilacın ne olduğunu bilen yokmuş!""Aptallar!" dedi Yırtıcı Kuş, "Bodruma inen merdivenin en alt basamağında bir kurbağa değiştirdiği derilerle bir yuva yaptı; kıza bu derileri verirlerse iyileşir.""Bir şey daha söyledi. Bir yerde bir nehir varmış, onun başında bekleyen bir adam herkesi karşıdan karşıya geçirmek zorundaymış; neden?""Ahh, aptal! Onlardan birini nehrin ortasında bırakıversin; bak bir daha kimse gelir mi!"Ertesi sabah erkenden kalkan Yırtıcı Kuş çıkıp gitti. O zaman Hans yatağın altından çıktı; elinde güzel bir tüy vardı; ayrıca anahtar, ilaç ve adam taşıma konusundaki konuşmaları da işitmişti.Yine de unutmaması için Yırtıcı Kuş'un karısı hepsini ona bir kez daha anlattı.Hans evine yollandı. Önce nehirdeki adamla karşılaştı. Adam ona Yırtıcı Kuş'un ne dediğini sordu. Hans önce kendisini karşıya geçirmesini, öbür yakaya varınca açıklayacağını söyledi.Adam onu öbür yakaya taşıdı.O zaman Hans ona, birini karşıya geçirirken suyun ortasında bırakırsa bir daha kimsenin karşıya geçmek istemeyeceğini anlattı.Adam çok teşekkür ederek bunun karşılığında Hans'ı iki kez karşıdan karşıya geçirebileceğini bildirdi.Ama Hans ona zahmet etmemesini, zaten yeterince iyilikte bulunduğunu söyledikten sonra yoluna devam etti.Derken hasta kızın bulunduğu şatoya geldi; zavallıcık yürüyemiyordu; onu sırtlayarak bodruma inen merdivene taşıdı; kurbağa yuvasını buldu; onu alıp kızın eline verdi. Kız aynı anda omzundan yere sıçrayıverdi; tamamen iyileşmişti!Ailesi bu duruma çok, ama çok sevindi. Hans'ı bol bol altın ve gümüş hediyelerle ödüllendirdiler. Ona istediği her şeyi verdiler.Hans öbür şatoya vardığında hemen kapı arkasındaki dolabın raflarından birinde anahtarı bularak derebeyine verdi. O da çok sevindi ve Hans'a bir ufak sandık dolusu altın verdi. Ve de bunun yanısıra bir sürü hediyeler, inekler, koyunlar ve keçiler...Hans hepsiyle, yani para, altın, gümüş, inek, koyun ve keçilerle kralın huzuruna vardığında, tüm bunları nereden bulduğunu sordu. O da ona, Yırtıcı Kuş'un isteyene istediği kadar hediye verdiğini anlattı.Bunun üzerine kral kendisinin de böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünerek Yırtıcı Kuş'un yanma varmak üzere yola çıktı. Ancak nehrin başında bekleyen adamla karşılaşınca, adam onu sırtında suyun ortasına kadar taşıdıktan sonra orada bıraktı ve çekip gitti.Ve kral boğuldu.Hans kızla evlendi ve kral oldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Tembel Heinz

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Heinz çok tembel biriydi. Bütün gün keçisini otlatmaktan başka işi olmadığı halde gün batarken evine vardığında hep sızlanıyordu: "Aslında zor bir iş benim yaptığım; her gün keçi otlatmak, yıllarca başka iş yapmamak, sonbaharlara kadar hep peşinde dolaşmak! Hani bu arada biraz yatıp kestirsem! Ama olmuyor işte, hayvan fidanlara ya da çit çiçeklerine zarar vermesin diye gözlerini iyice açacaksın! Bu koşullarda nasıl rahat edip hayatın tadını çıkarırsın ki!" diye sızlanıyordu.Bu sıkıntıdan kurtulmak için bir gün oturup iyice düşündü. Aklından neler geçmedi ki! Derken buluverdi. "Şimdi ne yapacağımı biliyorum! Tombul Trine'yle evlenirim, onun da tek bir keçisi var. Benimkiyle birlikte otlatır, ben de sıkıntıdan kurtulmuş olurum" diye söylendi.Yerinden kalkarak biraz bacaklarını oynattı, sonra sokağa çıkarak pek fazla uzakta olmayan kızın evine vardı. Onun anne ve babasına çalışkan ve meziyetli kızlarıyla evlenmek istediğini söyledi. Anne ve baba uzun boylu düşünmedi, tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş kabilinden hemen razı oldular.Tombul Trine, Heinz'ın karısı oldu ve o günden sonra her iki keçiyi birden otlatmaya başladı. Heinz'm keyfine diyecek yoktu, artık tembellikten başka yapacak' bir şeyi kalmamıştı.Arada sırada onunla dışarı çıkıyor ve "Bunu sadece biraz yorulmak için yapıyorum yoksa yan gelip yatmanın zevki çıkmaz ki!"Ama Tombul Trine'nin de ondan daha aşağı kalır yanı yoktu. Bir gün kocasına "Bak, Heinz'cığım, ne diye canımızı sıkıp duruyoruz sanki? En güzel zamanlarımız geçip gidiyor. Bizi her sabah inatçılıklarıyla rahatsız eden keçilerimizi komşumuza versek de bunun karşılığında ondan bir arı kovanı istesek daha iyi olmaz mı? O kovanı evin arkasında güneşli bir yere koyar, sonra hiçbir şeye karışmayız. Arıları inekler gibi kollamaya ya da gütmeye gerek yok; onlar nasıl olsa uçarak kendi kovanlarını bulurlar, balı da kendileri yaparlar, biz parmağımızı bile kıpırdatmayız!" dedi."Akıllı bir kadın gibi konuştun" diye cevap verdi Heinz ve ekledi: "Bunu hemen yapalım. Ayrıca bal sütten daha besleyicidir. Hem de daha fazla dayanır."Komşuları iki keçiye karşılık bir arı kovanını seve seve verdi.Arılar sabahtan akşama kadar yorulmak bilmeden uçup durdu ve kovanı nefis bir balla doldurdu. Trine ballar çalınmasın ya da üzerinde fareler gezinmesin diye kendine fındık ağacından kalın bir değnek yaparak onu yatağının yanına, eliyle erişebileceği bir yere koydu; davetsiz misafirleri kovabilmek için!Tembel Heinz öğlene kadar yataktan kalkmıyordu. "Erken kalkan cepten yer!" diyordu. Bütün gece uykusunu aldıktan sonra bir sabah karısına şöyle dedi: "Kadınlar tatlıyı sever, sen de durmadan bal atıştırıyorsun. Hepsini bitirmeden önce bir kazla yavrusunu alsak daha iyi olmaz mı, ne dersin?""Ama önce bir çocuk yapalım" dedi Trine. "Bütün gün kaz yavrusuyla uğraşacağıma!""Öyle mi dersin? Yani çocuk mu kazlara bakar? Bugün çocuk dediğin artık söz dinlemiyor, canı ne isterse onu yapıyor, yani anne babasından daha zekice düşünüyor; inek arayan seyisin üç tavuğun peşine düşmesi gibi!""Benim çocuğum olacak da öyle davranacak ha! Söylediğimi yapmazsa alırım elime sopayı, gösteririm ona gününü!" diyen Trine o heyecanla değneği kaptığı gibi fareleri kovalamaya çalıştı."Gördün mü, ona da böyle vururum!" diyerek hızlandı ve aynı anda talihsizlik eseri, yatağın başucundaki rafa yerleştirilmiş bal testisine vurdu; testi duvara çarparak parçalandı ve o güzelim bal yere aktı."işte kazla yavrusu yerde yatıyor" dedi Heinz. "Artık korunmaları gerekmez. Neyse ki testi kafamıza düşmedi. Bu yüzden talihimize şükretmeliyiz."Testi parçalarından birinde hâlâ bal bulunduğunu görünce onu alıp karısına uzattı. "Kalanını biz yiyelim hanım, yiyelim de kendimize gelelim. Bu olaydan sonra artık her zamankinden daha geç kalkarız. Gün yeterince uzun zaten.""Evet" diye cevap verdi Trine. "Nasılsa her yere zamanında varırız. Hani bir sümüklü böceği düğüne davet etmişler de, o da aceleden yolunu şaşırmış ve bir çocuğun vaftiz edildiği kiliseye gelmiş ya! Ne demiş biliyor musun? Acele işe şeytan karışır!"Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Cam Tabut

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Sakın fakir bir terzinin yüksek bir mevkiye gelemeyeceğini söyleme. Çünkü böyle bir şey oldu, o doğru adresi buldu ve şansı yaver gitti.İşte böyle akıllı uslu bir oğlan günün birinde yola çıkarak büyük bir ormana vardı. Ama tam bilemediği için yolunu şaşırdı. Gece oldu ve korkunç yalnızlığının içinde yatacak bir yer aradı. Elbette yosunlardan kendine bir yatak yapmasını biliyordu. Ama vahşi hayvanların saldırısından korktuğu için gecelemek üzere bir ağaca tırmanmaya karar verdi. Kocaman bir çam ağacı arayıp buldu ve tepesine çıktı. Demir ütüsünü yanına almış olduğu için dua etti, yoksa rüzgâr onu uçurabilirdi.Karanlıkta, titremeden ve korkmadan öylece birkaç saat geçirdikten sonra ta uzakta ufak bir ışık parıldadığını gördü. Bir insan barınağında gecelemenin daha iyi olacağını düşünerek ağaçtan dikkatlice indi ve ışığa doğru yürüdü. Derken kamıştan ve hasırdan yapılma ufak bir eve vardı. Cesaretle kapısını çaldı, kapı açıldı. Ve ışık altında saçı sakalı ağarmış bir cüce göründü; üzerinde renkli çaputtan yapılmış bir giysi vardı.Boğuk bir sesle, "Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?" diye sordu."Ben fakir bir terziyim" diye cevap verdi oğlan ve yalvardı: "Gece bastırdı, yarma kadar kulübenizde kasam?""Hadi git yoluna be!" diye homurdandı yaşlı cüce, "Dilencilerle işim yok benim! Başka kapıyı çal!"Bu sözlerden sonra tekrar evine girmek isterken terzi cüceyi ceketinin ucundan öyle bir yakaladı ki, aslında pek de kötü yürekli olmayan cüce yumuşadı ve onu içeri aldı. Ona yemek verdi ve yatacak yer gösterdi.Yorgun terzi biç oyalanmadan yatıp uyudu; ertesi sabah kalkmayı bile düşünmedi, ama dışarıdaki gürültüden ürktü. Yüksek sesli bağrışmalar ve küfürler evin duvarlarından içeri giriyordu. Terzi kendisinden beklenmeyen bir cesaretle yatağından fırladı, hemen elbiselerini giyerek dışarı çıktı.Evin önünde koskocaman kara bir boğayla güzel bir geyik kavgaya tutuşmuştu. Tüm güçleriyle birbirlerine saldırmaktaydılar. Tepmişleri toprağı titretiyor, bağırışları havada çınlıyordu. Kimin kazanacağı belli olmuyordu. Sonunda geyik boynuzlarını rakibinin karnına sapladı. Boğa korkunç bir böğürtüyle yere çöktü, sonra geyiğin art arda gelen boynuz darbeleriyle öldü.Bu mücadeleyi şaşkınlıkla seyreden terzi orada öylece dururken geyik ona doğru saldırdı ve kaçmasına fırsat vermeden boynuzuna taktı. Oğlan uzun zaman kendine gelemedi, çünkü geyik dağ taş demeden, vadilerden geçerek ormana daldı. Terzi elleriyle geyiğin boynuzlarını sımsıkı tutarken kendini kadere bıraktı. Sanki uçuyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.Sonunda geyik bir çitin önünde durdu ve üzerindeki terziyi yavaşça yere bıraktı. Oğlan ölü gibiydi, bilincini kazanması uzun zaman aldı. Biraz toparlanınca, yanında durup beklemekte olan geyik kayalıktaki bir pakete öyle bir boynuz geçirdi ki, paket patladı ve etrafa kıvılcımlar saçıldı; öyle bir duman yükseldi ki, geyik gözlerini kaçırdı.Terzi bu ıssız yerden kurtulup yine insanlar arasına karışmak için ne yapacağını ve nereye gideceğini bilemedi. Böyle kararsız bir şekilde beklerken kayalıktan bir ses yükseldi: "Gir içeri, korkma, sana bir şey olmayacak!"Önce duraksadı, ama sonra duyduğu sese kulak vererek demir bir kapıdan koskocaman bir salona girdi. T avam, duvarları ve döşemesi dört köşe cam tuğlalarla kaplıydı salonun. Her bir tuğlaya bilinmeyen bir işaret yapılmıştı. Oğlan tüm bu işaretlere hayranlıkla baktı. Sonra oradan çıkmak üzereyken yine bir ses duydu: "Salonun tam ortasındaki taşa bas ve büyük şansını bekle!"Artık o kadar cesaretliydi ki, verilen emri yerine getirdi. Ayağının altındaki taş oynamaya ve yavaş yavaş aşağı inmeye başladı. Ayakları yere sağlam basınca etrafına bakındı; burası yukarıdaki salonun aynısıydı sanki. Görülecek ve hayran olunacak şeylerle doluydu. Duvarlarda oymalar, içi boyalı ispirto ya da duman dolu cam şişeler falan vardı.Salonun döşemesinde hemen merakını uyandıran iki tane kocaman cam dolap gördü. Yaklaşıp baktı. Bir tanesinin içinde sarayı andıran güzel yapılar vardı: hanlar, ahırlar, ağıllar ve buna benzer şeyler. Hepsi asıllarına tamamen uygundu ve küçücüktü, ama bir sanatçı elinden çıktığı belli oluyordu.Gözlerini bu ender görülen şeyden bir türlü ayıramadı, ta ki o sesi duyuncaya kadar. Aynı ses ona dönmesini ve öbür dolaba daha doğrusu tabuta da bakmasını emretti. O tabutta şahane güzellikte bir kızın yatmakta olduğunu görünce hayranlığı bir kat daha arttı. Kız uykuda gibiydi. Uzun sapsarı saçları bir manto gibi tüm vücudunu örtmüştü. Gözleri kapalıydı, ama yüzünün rengi çok canlıydı ve soluk alışlarıyla inip kalkan bir bant hayatta olduğuna şüphe bırakmıyordu.Terzi yüreği çarpa çarpa ona baktı. Derken kız gözlerini açtı, karşısında bir erkek görünce sevinçle irkildi. "Hele şükür! Kurtuldum demektir! Çabuk, çabuk sürgüyü yana çek ve beni şu cam dolaptan çıkarıp özgürlüğüme kavuştur!" dedi. Terzi hemen istenileni yaptı.Cam tabuttan çıkan kız hemen bir köşeye koşarak üzerine geniş bir manto giydi. Sonra taş merdivene oturarak oğlanı yanına çağırdı ve onun ağzına dostça bir öpücük kondurdu."Sen benim uzun süredir beklediğim kurtarıcımsın; Tanrı beni sana adadı, bugüne kadar çektiklerim sona erir ermez senin şansın açılacak. Sen Tanrı'nın gönderdiği bir kocasın ve benim tarafımdan sevileceksin. Mala mülke kavuşacaksın ve mutlu yaşayacaksın! Şimdi yanıma otur da, sana kendi kaderimi anlatayım!"Ben zengin bir kontun kızıyım; annem babam ölünce, onların isteği doğrultusunda bakımımı ağabeyim üstlendi. Biz birbirimizi çok seviyorduk, her konuda anlaşıyorduk. O kadar ki, ikimiz de evlenmemeye ve birlikte yaşamaya karar verdik. Bizim evden misafir hiç eksik olmazdı; arkadaşlar, komşular hep bize gelirdi. Biz de elimizden geldiğince onları ağırlardık. Derken bir akşam yabancı bir adam şatomuza geldi. Geç olduğu için komşu kasabaya gidemeyeceğini söyledi ve geceyi bizde geçirmek için izin istedi. Onun bu nazik ricasını reddetmedik, yemek boyunca onunla sohbet ettik. Ağabeyim adamdan o kadar hoşlandı ki, birkaç gün daha kalmasını rica etti. O da önce tereddüt etti, ama sonra kabul etti.Gecenin geç saatinde sofradan kalktık, yabancıyı odasına gönderdik. Ben de hemen kendimi yatağa attım, çünkü çok yorulmuştum. Henüz uykuya dalmıştım ki, hafif ve hoş bir müzikle uyandım. Bunun nereden geldiğini anlayamadığım için yandaki odada uyuyan hizmetçiyi kaldırmak istedim, ama üzerime bir kâbus çökünce şaşırdım. Tanımadığım bir gücün etkisinde dilim tutuldu. Öyle halsizdim ki ağzımdan tek sözcük çıkmadı. Gece lambasının ışığında karşımda, kilitli iki kapıdan nasıl geçtiğini bilemediğim yabancıyı gördüm. Adam bana yaklaşarak büyüyle beni uyandırmak için o müziği yaptığını, tüm kilitli kapıları aşarak yanıma vardığını ve benimle evlenmek istediğini söyledi. Ama onun büyücülüğüne öylesine karşı çıktım ki, cevap vermek gereğini bile duymadım. Bir an hiç kıpırdamadan durdu, herhalde olumlu cevap vermemi beklemişti. Ama ben susmaya devam edince öfkelendi. Öç alacağını, benim gururumu kıracak bir yol bulacağını söyleyerek odadan çıkıp gitti.Ben uyanır uyanmaz hemen ağabeyime koştum. Olanları anlatacaktım, ama onu odasında bulamadım. Hizmetçilere sordum, onun sabahın erken saatinde yabancı adamla birlikte ava gittiğini söylediler. Aklıma kötü şeyler geldi tabi. Hemen giyindim, atımı hazırlattım ve yanıma sadece bir kişi alarak ormana gittim. Derken yardımcımın atı tökezlendi ve hayvanın bacağı kırıldı, dolayısıyla benimle gelemedi. Ben hiç durmadan yoluma devam ettim ve birkaç dakika sonra o yabancıyı gördüm. Boynuna ip geçirdiği güzel bir geyikle bana doğru geldi. Kendisine ağabeyimi nereye bıraktığını, bu geyiğin nereden çıktığını ve neden kocaman gözlerinden yaşlar aktığını sordum. Bana cevap vereceği yerde kahkahalar attı. Bunun üzerine çok kızarak tabancamı çektim ve canavar herife ateş ettim. Ama kurşun göğsüne çarptıktan sonra sekerek atımın kafasına isabet etti. Ben yere düştüm, bilincimi kaybederken adamın bir şeyler mırıldandığını duydum.Ayıldığımda kendimi bu yeraltındaki mezarlıkta, cam bir tabut içinde buldum. O kara büyücü yine gözüktü ve ağabeyimi geyiğe dönüştürdüğünü, sarayımı tüm akşamıyla cam bir dolaba yerleştirdiğini, tüm adamlarımı da duman haline getirip gaz şişelerine tıktığını söyledi. Eğer onun isteğini yerine getirirsem her şeyi eski haline dönüştürecekmiş! Kendisine daha önce ne dedimse aynısını söyledim. Yanımdan ayrılıp gitti ve beni, içinde derin bir uykuya daldığım cam tabuta hapsetti. Rüyalarımda hep genç bir oğlanın çıkagelip beni kurtardığını görüyordum ve nitekim bu sabah gözlerimi açtığımda karşımda sen vardın; demek ki rüyalarım gerçek olmuştu! Şimdi bana yardım et ki, her şey eski haline dönüşsün. Önce benim şatomdaki kayayı yukarı koyalım."Kızla genç oğlan kayayı yerleştirdikten sonra üzerine çıkarak tabutun ağzından salona ulaştılar. Oradan özgürlüklerine kavuşabileceklerdi. Genç kız tabutun kapağını açtı; aynı anda şatonun, evlerin ve çiftliklerin nasıl kısa zamanda normal büyüklüklerine dönüştüğünü görmek muhteşem bir şeydi. Bunun üzerine yeraltındaki mezara geri dönerek içi duman dolu şişeleri, kayaya basarak yukarıya çıkardılar. Genç kız şişelerin ağzını açar açmaz hepsinden mavi bir duman yükseldi ve canlı insanlar ortaya çıktı. Genç kız kendi adamlarını ve hizmetçilerini tanıdı. Hele hele boynuzlarıyla büyücüyü öldüren ağabeyinin yine insan kılığında ormandan çıkıp geldiğini görünce sevinci daha da arttı.Aynı gün kız sözünü tuttu ve terziyle kilisede evlendi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Akıllı Seyis

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Söz dinleyen, ama kendi kafasına göre hareket eden bir seyise sahip olmak efendisini ne denli mutlu eder acaba! İşte bir gün, efendisi böyle akıllı bir seyisi, yani Hans'ı, kaybolan ineğini aramaya gönderdi. Bir süre sonra Hans geri dönmeyince adam: "Sadık Hans, iş görürken bile canı sıkılmıyor" diye düşündü. Ancak bir hayli zaman geçtiği halde ondan ses seda çıkmayınca başına bir şey gelmiş olmasından korktu ve kendisi yola düşerek seyisi aramaya koyuldu.Çok aradı, sonunda onu büyük bir tarlada buldu.Adam bir aşağı bir yukarı tur atmaktaydı. Yanına varınca: "Ee, Hans, ineği buldun mu bari?" diye sordu."Hayır" diye cevap verdi Hans. "İneği bulmadım, ama aramadım da.""Peki, ne aradın Hans?""Daha iyi bir şey aradım ve buldum da!""Neymiş o, Hans?""Uç tane karatavuk" diye cevap verdi seyis."Hani nerde onlar?" diye sordu efendisi."Birini görüyorum, öbürünü işitiyorum, üçüncüsünü de arıyorum" diye cevap verdi akıllı seyis. İşte bundan çıkacak ders: Sen efendinin her sözüne ve emrine kulak asma; aklına ne gelirse ve canın ne isterse onu yap ki, akıllı Hans gibi olasın!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sunday Aug 18, 2024

Fakir bir dul kadın tek başına bir kulübede yaşıyordu. Evinin önündeki bahçede iki tane gül fidanı bulunuyordu; biri beyaz, öbürü kırmızı gül veriyordu. Kadının iki kızı vardı ki, onlar da bu gül fidanlarına benziyordu. Hatta birinin adı Karbeyazı, öbürünün adı Gülkırmızısı'ydı. İkisi de o kadar dürüst, çalışkan ve iyi kızlardı ki! Yalnız Kar- beyazı Gülkırmızısı'na göre daha sakin ve uysaldı. Gülkırmızısı hep kırlara çıkar, çiçek toplar ve ötücü kuşlar yakalardı. Karbeyazı'ysa evde, annesinin yanında oturur, ev işlerinde yardım eder, hiç işi olmazsa ona kitap okurdu.
İki kardeş birbirini çok seviyordu. Sokağa çıktıkları zaman hep el ele tutuşup yürürlerdi. Karbeyazı ne zaman, "Biz hiç ayrılmayacağız" dese Gülkırmızısı hemen "Yaşadığımız sürece" diye eklerdi. Anneleri de "Her şeyiniz ortak olsun" derdi. Sık sık ormana gidip çilek toplarlardı; hiçbir hayvan onlara zarar vermezdi. Tam tersine, tavşan lahana yaprağını onların elinden yerdi, ceylan hep yanlarında otlar, geyik de o arada neşeli sıçrayışlar yapar, kuşlar da ağaç dallarına tüneyerek bildikleri şarkıları söylerlerdi. Ormanda geç vakit kalsalar bile başlarına hiç kötü bir şey gelmezdi. Karanlık basınca birbirlerine sokularak yosunların üstünde sabaha kadar yatıp uyurlardı. Anneleri hiç merak etmezdi.
Bir keresinde geceyi yine ormanda geçirdiler. Sabah uyandıklarında karşılarında parlak ve beyaz giysiler giymiş bir çocuk gördüler. Çocuk ayakta durdu, onlara dostça baktı, ama sonra hiçbir şey söylemeden ormana daldı. Etrafa bakındıklarında kendilerinin büyük bir uçurumun hemen kenarında olduklarını gördüler; yani birkaç adım daha atsalar, aşağı düşmeleri işten değildi! Anneleri onun, iyi kalpli çocukları koruyan bir melek olduğunu söyledi.
İki kardeş annelerinin evini o kadar temiz tutuyorlardı ki, içeri girip bakmak insana zevk veriyordu.
Yazları eve Gülkırmızısı bakıyordu ve her sabah annesinin yatağına, o kalkmadan önce, bir demet çiçek getiriyordu; demette her fidandan koparılmış birer gül oluyordu.
Kışın da Karbeyazı sobayı yakıyor, sonra da su dolu kazanı üzerine yerleştiriyordu. Bu kazan pirinçtendi, onu parlatmak ve altın gibi pırıl pırıl yapmak da Karbeyazı'nın işiydi. Sonra ocak başına geçip otururlar, anneleri de gözlüğünü takarak koca bir kitaptan öyküler okurdu. Kızlar da bunu dinlerken iplik eğirirlerdi. Hemen yanlarında, yerde bir kuzu yatardı; duvara yanlamasına sokulmuş bir sopada tünemiş beyaz bir güvercin başını kanatlarına sokardı hep.
Bir akşam böyle hep birlikte otururlarken kapı çalındı. Biri içeri girmek ister gibiydi.
Anneleri, "Gülkırmızısı, git hemen kapıyı aç. Tanrı misafiri olmalı, herhalde yolunu şaşırdı" dedi.
Kız gidip kapının sürgüsünü yana sürerken, herhalde fakir bir adamdır diye aklından geçirdi. Ama gelen bir ayıydı, siyah tüylü kocaman kafasını kapıdan içeri soktu.
Gülkırmızısı haykırarak geri çekildi; kuzu meledi, güvercin kanat çırptı ve Karbeyazı annesinin yatağının arkasına saklandı.
Ama ayı konuşmaya başladı. "Korkmayın, size bir şey yapacak değilim; soğuktan donuyorum, yanınızda biraz ısınmak istiyorum" dedi.
"Zavallı ayı, gel şöyle ateşin yanına. Ama dikkat et, postun yanmasın" diyen anneleri her iki kıza şöyle seslendi: "Karbeyazı, Gülkırmızısı, gelin buraya, ayı size bir şey yapmayacak; iyi niyetliymiş!"
İki kız ağır ağır ona yaklaştı; kuzu da, güvercin de korkularını yendi. Ayı şöyle dedi: "Çocuklar, şu üzerimdeki karları silkelesenize?"
Çocuklar ellerine geçirdikleri süpürgelerle ayının postunu kardan temizlediler; o da ocak başına geçip keyif çıkarırken zevkle homurdandı.
Çok geçmeden kaynaştılar ve bu çaresiz misafiri ehlileştirdiler. Elleriyle postunu çekiştirdiler, ayaklarını sırtına dayadılar, onu yerde yuvarladılar; homurdandığı zaman sopa attılar.
Ayı bunlara seve seve katlandı. Ama kendisini çok kızdırdıkları zaman şöyle seslendi:
Bırakın beni, çocuklar,Karbeyazı, Gülkırmızısı!Canımı yakıyor bazısı.
Yatma vakti geldiğinde kızlar yataklarına yattı; kadın ayıya, "Sen ocak başında yat, dışarıda hava berbat; burada ısınırsın" dedi.
Ertesi sabah çocuklar onu dışarı bıraktı ve ayı karlar üzerinden pat pat yürüyerek ormana daldı.
O günden sonra ayı her akşam belli bir saatte geldi, ocak başına geçti, arada bir çocuklarla oynadı. Çocuklar ona o kadar alıştı ki! Bu koca adam gelinceye kadar sokak kapısını hep açık tuttular.
İlkbahar gelip de her yer yeşillenince ayı bir sabah Karbeyazı'ma, "Artık gitmem gerek, bütün bir yaz burada olmayacağım" dedi.
"Nereye gideceksin, sevgili ayı?" diye sordu kız.
"Ormana gidip hazinemi oradaki cücelerden korumam gerekiyor. Kışları, toprak soğuk olduğu sürece o cüceler hep toprak altındadır, kazıp dışarı çıkamazlar. Ama güneş çıkıp da toprağı ısıtmaya başlayınca hemen ortaya çıkarlar; herkesin işine burunlarını sokarlar, hırsızlık yaparlar; çaldıkları şeyleri toprak altındaki mağaralarına götürdüler mi onları bir daha göremezsin" dedi ayı.
Vedalaşırken kız çok üzüldü. Kapının sürgüsünü yana çekti, ayı oradan geçerken kapıya sürtündü ve derisinin bir parçası soyuldu. Karbeyazı sanki altın görmüş gibi oldu, ama pek emin olamadı. Ayı hemen oradan uzaklaştı ve çok geçmeden ağaçlar arasında kayboldu.
Bir süre sonra anneleri her iki kızı çalı çırpı toplamaları için ormana gönderdi. Kızlar orada büyük bir ağaç gördüler; bu ağaç yere kadar eğilmişti ve gövdesinin yakınında bir oraya bir buraya zıplayan bir şey vardı. Bunun ne olduğunu anlamadılar, ama yanına yaklaştıklarında buruşuk suratlı, çok uzun ve bembeyaz sakallı bir cüce gördüler. Sakalının ucu ağacın yarıklarından birine sıkışmıştı ve cüce ipe bağlı köpek yavrusu gibi, oraya buraya sıçrıyor ve ne yapacağını bilemiyordu.
Kızları görünce kan çanağına dönmüş patlak gözlerini onlara çevirerek haykırdı: "Ne duruyorsunuz orda öyle! Gelip bana yardım etsenize!"
"Ne yaptın ki sen, ufaklık?" diye sordu Gülkırmızısı.
"Aptal, kaz kafalı, sen de" diye cevap verdi cüce: "Yemek pişirmek için ufak bir parça odun kesecektim sadece. Evde biri var, pek yemek yemiyor; sizler gibi arsız değil o. Kamayı tam yerine sokup yerleştirdim, ama uğursuz ağaç birden devriliverdi, o güzel ve bembeyaz sakalımı kurtaramadım; oraya sıkıştı kaldı, ben de bir yere gidemiyorum işte! Sizler de utanmadan gülüyorsunuz bana! Çok ayıp! Çok çirkin!"
Her iki çocuk, cücenin sakalını kurtarmak için ne kadar uğraştılarsa da başaramadılar; öyle bir sıkışmıştı ki!
"Ben gidip yardım getireyim" dedi Gülkırmızısı.
"Ne koyun kafalıymışsınız be" diye homurdandı cüce: "Ne diye adam getireceksiniz? Siz ikiniz yetersiniz; aklınıza hiç mi başka bir şey gelmiyor?"
"Dur bakalım, sabırlı ol" dedi Karbeyazı. "Ben bir çare buldum!"
Böyle diyerek cebinden çıkardığı makasıyla cücenin sakalının ucunu kesti.
Cüce serbest kalır kalmaz ağacın köküne sıkışıp kalan bir zembili çekip aldı; bunun içi altın doluydu! Onu sırtladıktan sonra kendi kendine şöyle homurdandı: "Küstahlar! O güzelim sakalımı nasıl da kestiler! Lanet olsun!"
Ve çocukların yüzüne bile bakmadan çekip gitti.
Daha sonra Karbeyazı ile Gülkırmızısı balık avına çıktılar. Dere kenarına vardıklarında suya sıçramaya çalışan koskoca bir çekirge gördüler. Yanına yaklaştılar ve cüceyi tanıdılar.
"Nereye böyle?" diye sordu Gülkırmızısı, "Yoksa suya mı atlayacaksın?"
"Enayi miyim ben?" diye haykırdı cüce. "Görmüyor musunuz, şu lanet olası balık beni suya çekmek istiyor!"
Daha önce cüce orada oltasıyla balık avlarken birden rüzgâr çıkmış ve sakalını oltasına dolamıştı. Derken koskoca bir balık çıkagelmiş ve onu sakalından yakalamıştı. Bizim yaratık gitgide güçsüzleşmiş ve balık kumandayı ele almıştı. Cüce çimenlere ve sazlıklara ne kadar sarıldıysa da yararı olmadı. Balık ne yaptıysa ona uymak zorunda kaldı. Bu arada sakalı iyice oltaya dolandı. Kızın başka çaresi kalmadı. Cebinden çıkardığı makasıyla cücenin sakalını kesti; bu arada kendi saçından da biraz kesiverdi.
Cüce haykırdı: "Küstahlar, güzel yüzümü mahvettiniz. Önce sakalımın ucunu daha sonra da en güzel kısmını kestiniz! Ben şimdi nasıl hanımın yüzüne bakacağım? Hadi, tabanları yağlayın şimdi!"
Ve sazların arasındaki içi inci dolu zembilini sırtladığı gibi oradan uzaklaştı ve bir kayanın arkasında kayboldu.
Derken günün birinde anneleri iki kızı iğne, iplik, sicim ve şerit satın almak üzere şehre gönderdi. Yolları bir otlaktan geçti, ama burada her yere taş atılmıştı. Derken havada uçmakta olan kocaman bir kuş gördüler. Bu kuş ağır ağır tepelerinde uçtu, sonra gittikçe alçaldı ve kayalıklardan birine iniverdi. Ardından korkunç bir çığlık duyuldu. Hemen oraya koştular ve bir kartalın bizim cüceyi yakalayıp havaya kaldırmaya çalıştığını gördüler.
Her iki kız cüceye acıdıkları için kartalla mücadele ettiler, sonunda kuş avını bırakıp cırtlak sesle bağırarak kaçtı.
Cüce, "Biraz dikkat etsenize be! İnce ceketimi delik deşik ettiniz! Ne sakar yaratıklarsınız siz" diye bağırdı.
Sonra içi kıymetli taşlarla dolu zembilini sırtlayarak kayalıklar arasında kayboldu, mağarasına gitti.
Kızlar onun nankörlüğüne alışıktılar zaten. Yollarına devam ettiler, şehirde alacaklarını aldılar. Eve dönerken yine o otlağa vardıklarında cüceyi gördüler. Temiz bir zemine zembilindeki tüm kıymetli taşları boşaltmıştı; günün bu geç saatinde kimsenin oraya gelmeyeceğini ummuştu.
Akşam güneşi kıymetli taşların üstüne vurmuştu; hepsi çeşitli renklerde pırıl pırıl parlamaktaydı. Çocuklar durup bunu seyretti.
Cüce, "Ne duruyorsunuz orda, aval aval bakıyorsunuz be?" diye haykırdı. Kül rengi suratı kızgınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. Tam küfür etmeye hazırlanıyordu ki, arkasında bir homurtu işitti; ormandan siyah bir ayı çıkmıştı!
Cüce o kadar korktu ki, yuvasına kaçamadı, çünkü ayı o tarafta duruyordu.
Cücenin ödü koptu ve "Sevgili Ayı Bey, nolur acı bana. Sana bütün servetimi vereyim. Bak, şurda yatan taşlara bak! Bunlar dünyanın en güzel ve en kıymetli taşları. Benim hayatımı bağışla, zaten ufacık biriyim; dişinin kovuğunu bile doldurmam. Bak şurda iki tane kız var, tam senin dişine göre; onları ye sen" dedi.
Ayı onun lafına aldırmadı ve bu kötü kalpli yaratığa bir pençe attı; cüce bir daha kıpırdamadı.
Kızlar kaçmaya kalkışınca ayı arkalarından seslendi: "Karbeyazı, Gülkırmızısı, korkmayın, durun. Ben de sizinle gelmek istiyorum."
Kızlar o zaman onun sesini tanıyıp durdular.
Ayı onların yanına yaklaşınca birden postu yere düştü altın giysiler içinde yakışıklı bir delikanlı çıktı karşılarına.
"Ben bir prensim" dedi oğlan. "Benim hazinemi çalan şu imansız cüce beni ormanda dolaşan bir ayıya dönüştürdü. Bu büyüden kurtulabilmem için onun ölmesi gerekiyordu. Şimdi cezasını buldu işte!"
Karbeyazı onunla evlendi, Gülkırmızısı da onun erkek kardeşiyle evlendi. Cücenin mağarasında sakladığı hazineyi paylaştılar.
Yaşlı anaları çocuklarının yanında daha uzun yıllar mutlu yaşadı.
Kadın bahçedeki gül fidanını penceresinin önüne dikti ve onlardan her yıl yeni güller aldı: Beyaz ve kırmızı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Copyright 2024 Podbean All rights reserved.

Podcast Powered By Podbean

Version: 20240731