Grimm Masalları

Grimm Kardeşler tarafından derlenen Grimm Masalları, yüzyıllardır okuyucuları büyüleyen zamansız halk masallarının bir derlemesidir. Bu masallar, nesiller boyu yankılanan cesaret, sihir ve ahlaki değerleri içeren bir folklor hazinesidir. ”Külkedisi,” ”Pamuk Prenses” ve ”Hansel ile Gretel” gibi klasiklerden, ”Balıkçı ve Karısı” ve ”Rumpelstiltskin” gibi daha az bilinen mücevherlere kadar her hikaye, Avrupa ağız geleneğinin zengin dokusuna bir pencere açar. Grimm Masalları, canlı karakterleri, ahlaki dersleri ve genellikle karanlık alt tonlarıyla, tarihsel bağlamlarının sert gerçeklerini ve fantastik unsurlarını yansıtır. Kalıcı çekiciliği, eğlendirme, öğretme ve hayranlık uyandırma yeteneğinde yatmaktadır. Bu nedenle çocuk edebiyatının temel taşlarından biri ve halk bilimi ve hikaye anlatımı alanında araştırmacılar için bir ilgi kaynağıdır.

Listen on:

  • Podbean App

Episodes

Külkedisi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Zengin bir adamın karısı hastalandı. Kadıncağız öleceğini anlayınca biricik kızını yanma çağırıp, "Bak çocuğum, sakın doğruluktan ve iyilikten sapma; o zaman Tanrı hep seninle olur. Ben de öbür dünyadayken seni hep izleyeceğim" dedikten sonra hayata gözlerini yumdu.
Genç kız her gün annesinin mezarına gidip ağlıyordu. Doğruluktan ve iyilikten hiç sapmadı. Kış geldiğinde mezarın üstüne beyaz bir tül gibi kar tabakası çöktü. İlkbahar güneşi bu karı erittiğinde genç kızın babası ikinci kez evlendi.
Yeni gelen hanım eve iki kızını da beraberinde getirdi. Bu kızlar görünüşte güzeldiler, ancak katı yürekliydiler. Bu yüzden üvey evlat için kötü günler başladı. "Bu aptal kız bizimle aynı çatıda mı kalacak yani! Ekmek yiyen onu hak etmeli! Aşçıyı çıkaralım, onun yerine bu baksın" diyerek onun güzel giysilerini aldılar ve yerine eski püskü bir önlükle bir çift takunya verdiler. "Bak hele, bizim prenses yerleri nasıl da süpürüyor!" diye gülüp alay ettikten sonra onu mutfağa tıktılar. Genç kız orada erkenden kalkıp sabahtan akşama kadar su taşımak, ateş yakmak, yemek pişirmek ve çamaşır yıkamak gibi ağır işleri yapmak zorunda kalıyordu. Bu da yetmiyormuş gibi, onu üzmek için akla gelmedik şeyler yapıyordu iki kız kardeş. Onunla dalga geçiyor, ocağın külüne bezelye ve mercimek atıyor, sonra da oturup onları ayıklamasını istiyorlardı. Kızcağız akşamları yorgun argın, yatağa bile gidemeden ocağın yanındaki küllerin üzerine uzanıveriyordu. Yani üstü başı hep kül içindeydi ve kirli görünüyordu. Bu yüzden ona Külkedisi adını taktılar.
Bir gün babaları pazar ayinine gitmek üzere yola çıkmadan önce üvey kızlarına, "Size ne getireyim?" diye sordu. Biri güzel giysiler, öbürü inci ve elmas istedi. Babası "Ya sen ne istersin Külkedisi?" diye sorduğunda genç kız, "Bana eve dönerken şapkana takılan ilk filizlenmiş dalı koparıp getir baba" dedi. Adam üvey kızlarına güzel giysilerle inci, elmas gibi takılar satın aldıktan sonra eve dönerken şapkasına filizlenmiş bir fındık dalı takıldı; dalı hemen kopararak koltuğuna sıkıştırdı. Eve vardığında üvey kızlarına istediklerini, kendi kızına da fındık dalını verdi.
Külkedisi ona teşekkür ederek hemen annesinin mezarına gitti ve fındık dalını oraya dikerek ağlamaya başladı. O kadar çok ağladı ki, gözlerinden akan yaşlar fidanı suladı. Zamanla bu fidan büyüdü ve güzel bir ağaç oldu. Külkedisi günde üç kez oraya gidiyor, ağlıyor ve dua ediyordu. Ancak her seferinde ağaca beyaz bir kuş konuyordu ve genç kız ne zaman bir şey istese kuş onu aşağı atıveriyordu.
Derken, o ülkenin kralı üç gün sürecek bir düğün şenliği düzenledi. Şenliğe hiç evlenmemiş tüm güzel kızlar davet edildi; böylelikle prens kendisine bir eş seçecekti. Bunu duyunca üvey kardeşlerin yüreği hop etti, çünkü ikisi de davet edilmişti. Hemen Külkedisi'ni çağırarak "Saçlarımızı tara, pabuçlarımızı fırçala, kemerimizi bağla. Kralın sarayına davetliyiz!" diye emir yağdırdılar. Külkedisi söylenenleri yaptı, ama bir taraftan da ağladı, çünkü kendisi de dansa gitmeyi çok istiyordu. Bu yüzden üvey annesinden kendisine izin vermesini rica etti. Ama üvey annesi, "Külkedisi, üstün başın toz toprak içinde. Bu kıyafetle mi şenliğe katılacaksın? Ne elbisen var, ne ayakkabın! Bu yetmiyormuş gibi bir de dans etmek istiyorsun!" dedi. Kızın yalvarışı karşısında ise, "Bak, bir kazan mercimeği küllere döktüm. İki saat içinde onların iyilerini seçebilirsen bizimle gelirsin" diye ekledi.
Genç kız arka kapıdan bahçeye çıktı ve "Güvercinler, kumrular, sevgili kuşlar! Bana ayıklamada yardım edin!" diye seslendi:
İyileri kazana atınKötüleri kursağınıza katın.
Derken iki beyaz güvercin pencere pervazına tüneyiverdi. Ardından kumrular çıkageldi. Daha sonra da gökteki tüm kuşlar cıvıldaşarak kül yığınının başına geçti. Güvercinler ve öteki kuşlar başlarını küle soktu, mercimekleri gagalayarak iyilerini kazana attı. Aradan bir saat kadar geçmişti ki, işleri bitti ve sonra hepsi uçup gitti. Genç kız kazanı üvey annesine götürdü; böylece düğüne gidebileceğini sanmıştı. Ama kadın, "Olmaz Külkedisi, senin giyecek elbisen yok. Ustündekilerle dans edemezsin, herkes sana güler" dedi. Kız ağlayınca, "Eğer iki kazan mercimeği bir saat içinde ayıklarsan bizimle gelebilirsin" diye ekledi ve "Bunu nasıl olsa yapamaz!" diye geçirdi içinden. İki kazan mercimeği küllerin içine boşalttı. Genç kız hemen arka kapıdan bahçeye çıkarak, "Güvercinler, kumrular, gökteki öbür kuşlar. Gelin bana ayıklamada yardım edin!" diye seslendi.
İyileri kazana atınKötüleri kursağınıza katın.
Hemen mutfak penceresine iki tane beyaz güvercin, ardından da iki kumru kondu. Sonra da gökteki öbür kuşlar cıvıldaşarak kül yığınının başına geçti. Güvercinler ve diğer kuşlar başlarını küle soktu ve gagalarıyla seçtikleri iyi mercimekleri kazana doldurdular. Yarım saat içinde işleri bitti ve sonra hepsi uçup gitti. Bunun üzerine genç kız kazanı üvey annesine götürdü; onlarla birlikte düğüne gidebileceğini sandı. Ama kadın, "Boşuna uğraşma! Sen gelmiyorsun; giyecek elbisen yok. Ustündekilerle dans edemezsin, sonra bizi utandırırsın" dedi. Ve sırtını dönerek kibirli kızlarıyla birlikte çekip gitti.
Evde kimse kalmayınca Külkedisi annesinin fındık ağacının altındaki mezarına giderek şöyle seslendi:
Ey ağaç, sallan silkelen,Altınla gümüş olsun gelen!
Bunun üzerine bir kuş ona altın ve gümüşten bir elbiseyle ipek ve gümüş işlemeli bir çift pabuç attı. Genç kız hemen bunları giyerek şenliğe gitti. Üvey kardeşleriyle üvey annesi bile onu tanımadı. Altın giysisi içinde öyle güzel görünüyordu ki, onu bir kralın kızı sandılar.
Prens Külkedisi'ne yaklaşarak elinden tuttu ve dans etmeye başladılar. Prens başka hiç kimseyle dans etmedi.
Gecenin geç saatlerine kadar dans etti genç kız. Sonra eve dönmek istedi. Prens ona, "Ben de geliyorum, seni eve bırakayım" dedi. Bu güzel kızın nereden geldiğini bilmek istiyordu, ama genç kız onun elinden kurtularak güvercin yuvasına sıçrayıverdi. Prens kızın babası gelinceye kadar bekledi ve sonra ona, yabancı kızın güvercin yuvasına sıçradığını söyledi. Yaşlı adam, "Bu sakın Külkedisi olmasın?" diye düşündü. Bir balta getirterek güvercin yuvasını ikiye böldü, ama içinde kimse yoktu.
Eve geldiklerinde Külkedisi eski püskü önlüğüyle küllerin yanma uzanmıştı. Bacanın içinde solgun ışık veren bir gaz lambası yanıyordu. Aslında Külkedisi güvercin yuvasından atlayarak fındık ağacının olduğu yere koşmuştu. Bu arada güzel giysilerini üzerinden çıkararak mezarın üstüne sermiş, kuş da onları alıp gitmişti. Bu yüzden genç kız şimdi eski önlüğüyle mutfaktaydı.
Şenliğin ikinci gününde, üvey annesi ve kardeşleri evden çıkar çıkmaz Külkedisi annesinin mezarına giderek fındık ağacına seslendi:
Ey ağaç, sallan silkelenAltınla gümüş olsun gelen!
Bu kez kuş bir öncekinden daha güzel bir elbise attı aşağıya. Genç kız bu giysiyle saraya geldiğinde herkes onun güzelliği karşısında şaşırıp kaldı.
Prens onu beklemişti; gelir gelmez elinden tuttu ve gece boyunca yalnızca onunla dans etti. Vakit geç olunca genç kız eve dönmek istedi. Prens onun peşinden gitti, çünkü hangi evde oturduğunu bilmek istiyordu. Ancak genç kız arka bahçeye fırladı. Orada çok güzel ve kocaman bir armut ağacı vardı, dalları nefis armutlarla doluydu. Genç kız tıpkı bir sincap gibi ağacın dalları arasına sıçradı. Prens onun nereye gittiğini anlayamadı. Yine de kızın babası gelinceye kadar bekledi ve ona "Yabancı kız elimden kaçtı, galiba armut ağacına çıktı" dedi. Baba "Bu sakın Külkedisi olmasın?" diye aklından geçirdi ve bir balta getirterek ağacı kesip devirdi. Ama ağacın üzerinde kimse yoktu. Eve geldiklerinde Külkedisi mutfakta, küllerin üzerinde yatmaktaydı. Külkedisi ağacın öbür tarafından atlamış, kuş da ağaçta kalan güzel giysileri alıp gitmişti. Genç kız da eski önlüğünü tekrar giymişti.
Üçüncü gün ailesi evden çıkar çıkmaz Külkedisi yine annesinin mezarına giderek fındık ağacına seslendi:
Ey ağaç, sallan silkelen,Altınla gümüş olsun gelen!
Kuş yine aşağıya bir elbise attı. Bu elbise diğerlerinden çok daha güzel ve görkemliydi; pabuçları ise saf altındandı. Külkedisi bu giysiyle düğüne geldiğinde kimse hayranlığını ifade edecek sözcük bulamadı. Prens bütün gece yalnızca onunla dans etti.
Vakit geç olunca Külkedisi eve gitmek istedi. Prens ona eşlik edecekti, ancak genç kız oradan o kadar çabuk ayrıldı ki, oğlan onu takip edemedi.
Ancak prens kurnazlık etmiş ve merdiven basamaklarına zift döktürmüştü. Bu yüzden kaçarken genç kızın sol ayağındaki pabuç zifte saplanıverdi. Prens onu alıp baktı; ufak, zarif ve altından yapılmış bir iskarpindi bu! Ertesi sabah kızların babasına giderek, "Kimin ayağı şu altın ayakkabıya uyarsa o benim eşim olacak!" dedi. İki kız kardeş buna çok sevindi, çünkü ikisinin de ayakları güzeldi.
Büyük kız ayakkabıyı alarak annesiyle beraber giyinme odasına geçti ve denedi. Ama kocaman ayak başparmağı ayakkabıya sığmadı; ayakkabı ona küçük gelmişti. Annesi bir bıçak uzatarak, "Kes onu! Evlenirsen nasılsa artık yaya yürümeyeceksin" dedi. Kız başparmağını keserek ayakkabıyı zar zor giydi; acısını içine atarak prense gitti. Prens de onu eş olarak alıp atına bindirdi, sonra oradan ayrıldılar. Tam mezarın önünden geçerken fındık ağacına tünemiş iki güvercin şöyle seslendi:
Bak bir kere bak,Pabuç çok ufak!Ve kan içindeAsıl gelin evinde.
Prens kızın ayağına baktı ve kanadığını gördü. Atını döndürerek sahte gelini evine geri götürdü. Onun gerçek gelin olmadığını söyledi ve ayakkabıyı küçük kardeşin denemesini sitedi. Kız sevinç içinde giyinme odasına geçerek ayakkabıyı giydi, ama topuğu çok büyük olduğu için ayağı sığmadı. Annesi ona bir bıçak vererek, "Topuğundan biraz kes! Prensle evlenirsen, nasıl olsa ayağın bir daha yere basmayacak" dedi.
Kız topuğundan bir parça kestikten sonra ayakkabıyı zorla ayağına geçirdi. Dişlerini sıkarak duyduğu acıya katlandı ve bu şekilde prensin yanına vardı. Oğlan onu atına bindirerek oradan uzaklaştı. Tam mezarın önünden geçerken, fındık ağacına tünemiş iki güvercin şöyle seslendi:
Bak bir kere bak,Pabuç çok ufak!Ve kan içinde.Asıl gelin evinde.
Prens eğilip kızın ayağına baktı; ayakkabı kan içindeydi ve beyaz çorabı kıpkırmızı kesilmişti. Hemen atını döndürerek sahte gelini evine geri götürdü. "Bu da asıl gelin değil! Başka kızınız yok mu?" diye sordu. "Yok" diye cevap verdi babaları. "Sadece ilk eşimden olma, kir pas içinde ufak bir kızım daha var, ama ondan gelin olmaz!"
Prens adama kızı getirmesini emretti, ama üvey anne, "Olmaaaz, üstü başı çok kirli. Kimsenin önüne çıkacak hali yok" diye cevap verdi. Ancak prens ısrar etti. Külkedisi'ni çağırdılar. Genç kız önce elini yüzünü yıkadı, sonra kalkıp gelerek kendisine altın ayakkabıyı uzatan prense yaklaştı. Bir tabureye oturarak ağır takunyasını çıkardı ve altın ayakkabıyı ayağına geçirdi; tıpatıp uydu! Ayağa kalktığında prens ona iyice baktı ve dans ettiği güzel kızı tanıyıverdi. "Asıl gelin bu!" diye haykırdı.
Üvey anneyle kızları dehşet içinde kaldılar, öfkeden yüzlerinin rengi attı.
Prens Külkedisi'ni atma bindirerek oradan uzaklaştı. Fındık ağacının önünden geçerlerken iki beyaz güvercin şöyle seslendi:
Bak bir kere bak,Pabuç ne büyük, ne ufak;Ayağı da kanamıyor.Asıl gelin bu işte!
Bunları söyler söylemez her iki güvercin bulundukları yerden uçarak Külkedisi'nin omzuna kondular; biri sağına, öbürü soluna. Ve orada kaldılar.
Düğün günü gelip çattı. Kötü kız kardeşler prense yaltaklanarak şans dilediler. Gelinle damat kiliseye girerken büyük kız kardeş onların sağında, küçük kız kardeş solunda yer aldı. Tam o sırada güvercinler kızların birer gözünü gagalayarak kör etti. Kilise çıkışında bu kez büyük kız kardeş sol tarafta, küçük kız kardeş sağ tarafta yer aldı. Güvercinler onların diğer gözünü de gagalayarak kör etti. Böylece her iki kız da yaptıkları kötülüklerin ve söyledikleri yalanın cezasını ömür boyu çekmiş oldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Cesur Terzi

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir yaz sabahı bir terzi pencere önündeki masasının başına geçmiş, büyük bir keyifle harıl harıl dikiş dikmekteydi. Bu sırada kapı önünden geçmekte olan bir köylü kadın "Satılık reçellerim var! Satılık reçellerim var!" diye seslendi.Bu ses terzinin kulağına hoş geldi ve başını pencereden çıkararak "Buraya gel hanım, satışı burada yap" dedi.Kadın ağır yüküyle üç merdiven yukarı çıkarak terzinin yanma vardı ve tüm kavanozları yere serdi. Adam hepsine baktı, eliyle tarttı, kokladı ve sonunda, "Bu iyiye benziyor; bana yüz gram tartsana, yüz elli de olsa olur" dedi.İyi bir satış yapacağını uman kadın reçeli verdi, ama çok bozulmuştu. Öfkeyle homurdanarak oradan uzaklaştı.Terzi, "Bu reçel şifalı olmalı, bana güç verecektir" diye düşündü. Reçeli bir somun ekmeğe sürdükten sonra, "Böyle daha tatlı olacak, ama yemeden önce şu ceketi bitireyim" diye düşündü.Ekmeği yanına koyarak dikişe devam etti; her iğne atışında daha da keyifleniyordu.Bu arada reçelin kokusu yükseldi; bu kokuya bir sürü sinek üşüştü ve duvarda adeta bir sinek grubu oluştu.Terzi, "Sizleri kim davet etti!" diyerek bu beklenmedik misafirleri kovaladı. Ama onlar laftan anlamadığı için yine reçele kondu; sinek sürüsü daha da büyümüştü. Terzinin sabrı tükendi, yerinden kalkarak eline bir havlu aldı. "Şimdi görürsünüz gününüzü!" diyerek acımasızca sineklere vurdu. Öldürdüğü en az yedi sinek, terzinin önünde bacaklarını uzatmış, ölü yatıyordu şimdi."Yaman adammışım!" diye mırıldanarak kendi cesaretine hayran kaldı."Bunu bütün şehir duymalı!" diyerek bir kayış hazırladı ve "Bir vuruşta yedisi birden!" diye yazdı, daha doğrusu dikti kayışa.Sonra da "Ne şehri be, bütün dünya duysun!" dedi.Yüreği sevinçten kuzu kuyruğu gibi titredi.Terzi bu kayışı beline doladı. Niyeti dünyaya açılmaktı; cesaretini sergilemek için şimdi çalıştığı yer ona ufak geliyordu.Evden ayrılmadan önce, yanına alabileceği bir şey var mı diye her tarafa bakındı, ama bayatlamış peynirden başka bir şey bulamadı; onu cebine attı.Kapının önünde çalılığa takılmış bir kuşa rastladı; onu da alıp peynirin yanma koydu.Ve yola koyuldu. Yükü olmadığı için çevik adımlarla yürüdü; yorulmadı.Karşısına çıkan dağı aşarak zirveye ulaştı. Orada koskoca bir dev oturmuş, huzur içinde etrafına bakınmaktaydı. Terzi korkmadan ona yaklaştı ve "Merhaba arkadaş, orada oturmuş dünyayı seyrediyorsun galiba?" dedi ve ekledi: "Benim niyetim dünyayı dolaşmak aslında. Bana katılır mısın?"Dev onu aşağılamasına yukarıdan aşağı süzdükten sonra, "Hadi ordan serseri! Tabansız herif!" diye söylendi."Öyle mi sandın!" diyen terzi, ceketini açarak beline doladığı kayışı gösterdi.Dev "Bir vuruşta yedisi birden!" yazısını okuyunca, terzinin öldürdüklerinin insan olduğunu sanarak bu ufak adama karşı az da olsa saygı duydu. Ama önce onu denemek istedi; eline bir taş parçası alarak sıktı ve suyunu çıkardı."Eğer o kadar güçlüysen sen de yap!" dedi."Bu benim için çocuk oyuncağı!" diye yanıtlayan terzi, cebinden çıkardığı beyaz peyniri sıkarak suyunu çıkardı.Dev ne söyleyeceğini bilemedi; gözlerine inanamadı.Derken yerden bir taş alarak havaya fırlattı; taş gözden kayboldu."Hadi bakalım bücür, sen de yap!" dedi."İyi atıştı" dedi terzi. "Ama o taş nasıl olsa yere düşecek. Benim atacağım hiç geri gelmeyecek!" diyerek cebinden çıkardığı kuşu havaya saldı.Kuş, özgürlüğüne kavuştuğu için uçup gitti ve bir daha dönmedi. "Ee, buna ne diyorsun, arkadaş?" diye sordu terzi."Taş atmakta üstüne yok! Ama bakalım doğru dürüst yük taşıyacak mısın?" diyen dev, terziye yere devrilmiş koskoca bir meşe ağacı gösterdi."O kadar güçlüysen bana yardım et de, şu ağacı ormandan dışarı taşıyalım!" dedi."Olur. Sen ağacın kökünü sırtlan, ben de daha ağır olan dalları taşıyayım" diye yanıtladı ufak adam.Dev, koskoca ağacı kökünden kaldırıp sırtına vurdu, terzi de dallardan birine oturuverdi. Dev arkasına bakamadığı için ağacı ve terziyi birlikte taşıdı.Terzi arkada keyif çatarak, "Uç terzi kapıyı açıp giderdi ..." diye ıslıkla bir türkü tutturdu. Ağaç taşımak ona çocuk oyuncağı gibi gelmişti!Bu ağır yükü bir süre taşıyan dev, daha fazla yürüyemedi ve "Dikkat et, ağacı bırakıyorum!" dedi.Terzi hemen yere sıçradı. Kollarını ağacın dallarına doladı sanki taşıyormuş gibi yaparak. "Koskoca adamsın, bir ağacı bile taşıyamıyorsun!" diye sitemde bulundu deve.Birlikte yürümeye devam ettiler, derken bir kiraz ağacı gördüler.Dev, ağacın üst kısımlarını kucaklayıp aşağı eğerek dallarından birini terzinin eline tutuşturdu.Ama terzi bu ağacı sabit tutamayacak kadar güçsüzdü. Dev ağacı bırakır bırakmaz adamcağız havaya uçtu. Yaralanmadan tekrar yere indiğinde "Ne oldu yahu, şu incecik dalı tutacak kadar kuvvetin yok mu?" dedi dev."Kuvvetim var tabi. Bir vuruşta yedisini haklayan biri için bu bir çocuk oyuncağı!" diye cevap verdi terzi."Ben ağaçtan aşağıya sıçradım, çünkü aşağıdaki avcı benim olduğum yere nişan almıştı. Cesaretin varsa gel sen de sıçra bakalım!"Dev bunu denedi, ama sıçrayamadı; dallara takılı kaldı. Böylece terzi bir kez daha haklı çıktı.Dev "Madem ki bu kadar cesursun, bizim yaşadığımız mağaraya gel, bir geceyi orada geçir" dedi. Terzi razı oldu ve onu takip etti.Mağaraya vardıklarında öbür devler ocak başındaydı. Her birinin elinde kızarmış birer koyun vardı; yemek yiyorlardı.Terzi etrafına bakınarak, "Burası benim terzihanemden daha büyükmüş" dedi.Dev, ona yatacağı yeri göstererek uzanıp yatmasını söyledi. Ama yatak terziye çok büyük geldi. Oraya yatmayıp bir köşeye sindi.Gece yarısı oldu. Dev, terzinin derin bir uykuya daldığını sanarak eline geçirdiği demir bir çubukla yatağa öyle bir vurdu ki! 'Onun hakkından geldim!' diye düşündü.Devler ertesi sabah erkenden ormana gitti. Terziyi unutmuşlardı. Terzi hiç korkmadan, güle oynaya onların peşine düştü. Devler onu görür görmez büyük bir korkuya kapıldı; hepsi öldürülmekten korktu. Her biri bir tarafa kaçtı.Terzi burnunun dikine yola koyuldu. Uzun süre dolaştıktan sonra bir sarayın avlusuna vardı. Yorgun düştüğü için çimlere uzanıverdi. O orada yatarken gelen geçen başına toplandı; hepsi kayıştaki yazıyı okudu: "Bir vuruşta yedisi birden!""Vay canına, bu bir savaş kahramanı olmalı; burada ne arıyor ki?" diye aralarında konuşarak bu durumu gidip krala haber verdiler.Savaş sona erdiğine göre bu adamdan yararlanılabilirdi!Onu kesinlikle elden kaçırmamak gerekirdi!Bu öneri kralın hoşuna gitti. Adamlarından birini gönderdi ve uyanır uyanmaz terziye orduya girmeyi teklif etmesini emretti. Gönderilen adam terzinin yanına vardı. Onun gerinerek uyanmasını bekledi ve sonra kralın teklifini iletti.Terzi, "Ben zaten buraya bunun için gelmiştim. Kralın hizmetine girmeye hazırım!" diye cevap verdi.Bunun üzerine onu merasimle karşıladılar ve kendisine özel bir barınak verdiler. Ama askerler onu kıskandı; binlerce mil uzakta olmasını dilediler. Aralarında "Bunu ne yapsak?" diye konuştular. "Onunla kavgaya tutuşsak olmaz; adam bir vuruşta yedi kişiyi birden deviriyor baksanıza! Bu şekilde onunla başa çıkamayız" dediler.Bunun üzerine kralın huzuruna çıkarak istifalarını verdiler. "Bir vuruşta yedi kişiyi deviren bir adamı çekemiyoruz!" dediler.Kral çok üzüldü. Bir kişi yüzünden sadık askerlerini kaybetmek istemediği için terzinin uzaklaşmasını istedi. Ama bunu ona söylemeye cesaret edemedi. Niyeti, terziyi halkına öldürtmekti!Böylece kendisi tahtta kalmayı sürdürebilecekti.Uzun boylu düşündükten sonra bir çare buldu. Terziye haber göndererek ona şöyle bir öneride bulundu: Ülkesinin ormanlarından birinde iki tane dev yaşıyordu. Bu devler çalıyor, öldürüyor ve her yeri yakıp yıkıyordu. Terzi eğer bu iki devi öldürürse kral kızını onunla evlendirecekti ve krallığın yarısı da onun olacaktı! Bu iş için yanına yüz asker de alabilirdi. Terzi, "Güzel bir prensesle evlenmek ve kraliyetin yarısına sahip olmak! Bu fırsat her zaman ele geçmez" diye geçirdi aklından."Tamam!" diye cevap verdi. "Yüz askere gerek yok. Devleri tek başıma yakalamak istiyorum. Bir vuruşta yedisini deviren biri, iki kişiden mi korkacak yani!"Terzi yola çıktı; yüz asker onun peşinden gitti. Ormanın kenarına vardıklarında terzi onlara, "Siz burada bekleyin. Ben devlerin hakkından kendim geleceğim!" dedi. Sonra ormana dalarak sağına soluna bakındı.Az sonra devleri gördü. Bir ağacın altına yatmış, eğik dalların gölgesinde horluyorlardı.Terzi her iki cebini taşla doldurduktan sonra ağaca tırmandı. Orta kısma geldiğinde dallardan birinin üzerine bindi; devleri hizalayarak, cebindeki taşları onlardan birinin göğsüne art arda yağdırmaya başladı.Dev bir süre hiçbir şey hissetmedi, sonunda ayağa kalkarak yanındakini uyandırdı."Bana niye vuruyorsun?" diye sordu."Sen rüya görüyorsun. Sana vurduğum filan yok!" diye cevap verdi terzi.Tekrar uyuyakaldılar. Bu kez terzi öbür deve taş yağdırdı."Bu da nesi? Niye bana taş atıyorsun?" diye sordu ikinci dev.Birinci dev, "Sana taş atmıyorum!" diyerek homurdandı. Bir süre tartıştılar. Ama yorgun oldukları için daha fazla didişmeden uykuya yattılar.Terzi aynı oyuna yeniden başladı; en iri taşı alarak var gücüyle birinci devin göğsüne fırlattı."Bu kadarı yeter artık!" diye yerinden fırlayan dev, arkadaşını deliler gibi ağaca çarptı; ağaç zangır zangır titredi. Öbürü de aynı şekilde karşılık verince öyle kavga etmeye başladılar ki, ağaçlar yıkıldı. Birbirlerine öyle bir dayak attılar ki, sonunda ikisi de yere düşüp öldü.Terzi hemen ağaçtan indi. "İyi ki benim bulunduğum dalı koparmadılar. Yoksa sincap gibi başka bir dala atlamak zorunda kalacaktım. Bizimkiler kaçtı galiba!" diye söylendi. Kılıcını çekip devlerin göğsüne birkaç yara açtı ve sonra askerlerin yanına vardı."Bu iş bitti; ikisini de temizledim! Ama pek de kolay olmadı; sıkıyı görünce ağaçları devirdiler, ama bir işe yaramadı. Benim gibi bir vuruşta yedisini deviren birine karşı hiç şansları yoktu" dedi."Siz yaralanmadınız mı?" diye sordu askerler.Terzi, "Yok yahu, kılıma bile dokunamadılar!" diye cevap verdi.Askerler ona inanmayıp ormana daldı; ama kanlar içindeki devleri ve devrik ağaçları görünce fikirleri değişti.Terzi kraldan vermiş olduğu sözü tutmasını istedi. Ama kral söz verdiğine pişman olmuştu. Şu adamdan nasıl kurtulsam diye düşünüp duruyordu."Kızıma ve krallığımın yarısına sahip olmadan önce kahramanca bir şey daha yapmalısın. Ormanda koskoca bir gergedan dolaşıp durmakta; her tarafa zarar veriyor. Önce onu yakalayacaksın!" dedi."İki devden korkmadım da bir gergedandan mı korkacağım? Benim gibi bir vuruşta yedisini deviren adam!" diye cevap verdi terzi.Bir baltayla bir kement alarak ormana daldı. Bu kez de kendisine katılanları ormanın dışında bekletti. Uzun uzun aramasına gerek kalmadı. Gergedan ortaya çıkıverdi ve hemen terziye saldırdı. Niyeti onu boynuzlamaktı.Terzi, "Ağır ol bakalım! Bu o kadar kolay değil!" diye söylenerek olduğu yerde kaldı ve hayvanın gelmesini bekledi. Hayvan tam yaklaşmışken bir ağacın arkasına sıçrayıverdi. Gergedan tüm gücüyle ağaca tosladı ve boynuzunu ağacın gövdesine öyle bir geçirdi ki, bir daha çekip çıkaramadı. Böylece yakalanmış oldu."Kuşu yakaladım!" diyen terzi, ağacın arkasından çıkarak elindeki kemendi gergedanın boynuna geçirdi. Sonra yanındaki baltayla onun boynuzunu kesiverdi. Daha sonra da hayvanı iple çekerek krala getirdi.Kral vaat ettiği ödülü yine vermek istemedi ve üçüncü bir teklifte bulundu. Buna göre terzi düğünden önce, ormana büyük zarar veren bir yabandomuzunu yakalayacaktı. Avcılarda ona yardım edecekti."Olur! Bu benim için çocuk oyuncağı!" dedi terzi.Avcıları yanına almadı. Adamlar bu işe sevindi, çünkü daha önce birkaç kez domuzla karşılaşmışlardı ve bir daha karşılaşmaya da hiç niyetleri yoktu.Yabandomuzu terziyi görür görmez ağzından köpükler saça saça ve keskin dişlerini göstererek saldırdı. Ama bizim kahraman en yakındaki ufacık kiliseye girerek üst katındaki pencereden yine dışarı çıktı. Domuz onun peşinden koştu. Bu kez terzi kapıyı dışarıdan kapadı. Domuz içeride kaldı ve pencereden dışarı sıçrayamadı. Terzi askerlere seslendi. Domuzun yakalandığını gelip kendi gözleriyle gördüler.Kahramanımız kralın huzuruna vardı. Kral da ister istemez kızını ve kraliyetinin yarısını ona vermek zorunda kaldı.Karşısındakinin cesur bir asker değil de sıradan bir terzi olduğunu bilseydi belki daha fazla üzülürdü.Görkemli bir düğün gerçekleşti; pek eğlenilmediyse de bir terziden bir kral oldu işte!Bir zaman sonra genç kraliçe, rüya görmekte olan kocasının "Bana bak oğlum, şu yeleği hazırla, pantolonu da dik! Yoksa kulaklarını çekerim ha!" diye konuştuğunu duydu. O zaman onun nasıl bir yerden geldiğini tahmin edip hemen babasına haber verdi: Kocası meğerse terziymiş!Kral onu avutarak şöyle dedi: "Bu gece yatak odasının kapısını açık bırak. Askerlerim dışarıda bekleyecek. Kocan uyur uyumaz onu yakalayıp bağlayacaklar. Sonra da bir gemiye bindirip dünyanın öbür ucuna götürecekler!"Bu fikir kadının hoşuna gitti. Ama bu konuşmayı işiten kralın silahçısı genç damada durumu bildirdi. "Ben onları yola getiririm!" dedi terzi. Ve akşam olunca her zamanki saatte karısıyla birlikte yatağa gitti. Az sonra karısı onun uyuduğunu sanarak kalkıp kapıyı açtı, sonra tekrar dönüp yatağa yattı. Uyuma numarası yapan terzi bu kez -sözüm ona rüyasında- yüksek sesle şöyle bağırdı:"Bana bak oğlum; şu yeleği hazırla, pantolonu da dik! Yoksa kulaklarını çekerim ha! Ben ki, bir vuruşta yedisini yere sermişim, iki devi öldürmüşüm, bir gergedanı yok etmişim ve bir yabandomuzu yakalamışım beni kapı dışında bekleyenlerden mi korkacağım yani!"Terzinin konuştuğunu duyan askerler büyük bir korkuya kapılarak oradan kaçtı ve kimse terziye yaklaşmaya cesaret edemedi. Böylece terzi ömrü boyunca kral olarak yaşadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Balıkçı ve Karısı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir balıkçıyla karısı ufacık bir barakada oturmaktaydı. Adam her gün göl kenarına gidip durmadan olta atıyordu. Bir gün yine göl başında olta attı; su çok berraktı; adam orada oturdu, oturdu, oturdu.
Oltası gittikçe derine indi, tekrar topladığında ucuna bir pisi balığı takılmıştı.
Balık ona, "Dinle bak, balıkçı, hayatımı bağışla! Ben gerçek bir balık değilim, büyü yapılmış bir prensim. Beni öldürürsen eline ne geçecek ki? Yemeye kalksan tat bile alamayacaksın. Bırak gideyim" dedi.
Adam, "Fazla bir şey söylemene gerek yok! Ben konuşan bir balığı nasıl olsa yine salıverirdim" dedikten sonra onu berrak suya bıraktı. Balık dibe doğru inerken ardında kınalı bir çizgi bıraktı.
Derken avcı eve döndü. Karısı, "Bugün yine mi bir şey yakalayamadın be adam!" diye serzenişte bulundu.
"Yakaladım" dedi adam, "Bir balık yakaladım, ama o bana kendisinin bir prens olduğunu söyledi. Bunun üzerine onu serbest bıraktım."
"Peki, bir istekte bulunmadın mı?" diye sordu karısı.
"Hayır. Ne isteyecektim ki?"
"Yahu, bu barakada oturmak hiç de kolay değil; iğrenç ve de pis kokuyor! En azından ufak bir ev isteyebilirdin. Hadi, tekrar oraya git, seslen ona. Küçük bir ev istiyoruz de! Kesinlikle bunu yerine getirecektir!"
"Yani bir daha mı oraya gideyim?"
"Elbette!" dedi kadın, "Sen onu yakaladın, sonra da serbest bıraktın. Bu yüzden isteğini yerine getirecektir. Hadi, git oraya!"
Adamın hiç niyeti yoktu, ama karısına karşı gelmek de istemedi ve göle gitti.
Oraya vardığında su yemyeşildi, hiç de önceki gibi berrak değildi. Yerini aldıktan sonra şöyle seslendi:
Pisi, pisi, gel beri,Sakın gitme geri.Beni karım gönderdi'Bana bir şey iste!' dedi.
Balık hemen sahile yanaşarak, "Neymiş onun istediği?" diye sordu.
"Ben seni yakalamıştım ya! Keşke o zaman ondan bir şey isteseydin deyip duruyor. Kendisi artık barakada kalmaktan bıktı, ufak bir ev istiyor" dedi balıkçı.
"Karının yanına dön; o, eve kavuştu bile" diye cevap verdi balık.
Adam onun yanına vardı, gerçekten de, artık barakada değil de, küçük bir evin kapısı önündeki bir sırada oturmaktaydı karısı.
Karısı onu elinden tutarak, "Gel, içeri gir; burası çok daha güzel" dedi.
Birlikte eve girdiler; burada akla gelebilecek her şeyin bulunduğu, en kaliteli mobilyalarla döşenmiş, pirinçten ve bakırdan eşyalarla dolu bir veranda, bir ufak ve şirin bir oturma odası, bir yatak odası, bir mutfak ve bir kiler vardı.
Evin arkasındaki ufak avluda tavuklar, ördekler dolaşıyordu; içinde her türlü sebze ve meyvenin yetiştiği bir de bahçe!
"Bak" dedi kadın, "Ne güzel, değil mi?"
"Evet" dedi adam, "Hep böyle kalsın! Burada rahat yaşarız."
"Göreceğiz bakalım."
Neyse, yemek yedikten sonra yatmaya gittiler. Aradan sekiz ya da on dört gün geçti.
Kadın, "Dinle, bey! Bu ev çok dar geliyor; avlu da, bahçe de çok küçük. Balık bize daha büyük bir ev verebilirdi. Ben büyük bir sarayda oturmak isterim. Sen git balığa söyle de, bize taştan yapılma bir şato versin!"
"Yapma hanım!" dedi adam. "Ev gayet güzel. Şatoda ne yapalım?"
"Öff, canımı sıkma! Git balıktan iste! O verir."
"Olmaz, hanım! Balık bize ev verdi. Ben şimdi yine gidip onun canını sıkmak istemiyorum."
"Git, git!" dedi kadın, "Verir o! Yeter ki, sen iste!"
Adam üzgündü, bunu istemiyordu. Kendi kendine, "Bu doğru değil" diye söylendi. Ama buna rağmen oraya gitti.
Göle vardığında suyun rengi koyu mavi ve griydi; artık yeşil hatta sarı bile değildi; yine de sakindi.
Adam yerini aldıktan sonra şöyle seslendi:
Pisi, pisi, gel beri;Sakın gitme geri.Beni karım gönderdi,'Bana bir şey iste!' dedi.
"Neymiş onun istediği?" diye sordu balık.
"Sorma!" dedi adam üzgün üzgün. "Taştan yapılma koskocaman bir şato istiyor!"
"Sen eve git, seni kapı önünde bekliyor" dedi balık.
Adam oradan ayrıldı, eve gitmek istedi, ama o evin bulunduğu yerde şimdi koskocaman bir şato durmaktaydı. Karısı merdiven başındaydı ve içeri girmek üzereydi. Kocasını görünce yanına gelip elinden tuttu ve "Gel içeri" dedi.
İçeri girdiler; zemini mermerden uzun bir koridorda dizilen bir sürü uşak koskocaman kapıları ardına kadar açtı. Bembeyaz duvarlar çok kıymetli halılarla bezenmişti; tavandan aşağı kristal avizeler sarkmaktaydı ve tüm odaların zemini halı döşeliydi. Yemek masasına bol yemeğin yanı sıra en güzel şaraplar konmuştu.
Şatonun arka kısmında, içinde atların bulunduğu kocaman bir avlu vardı ve bir de ahırda en lüks faytonlar göze çarpıyordu. En güzel meyve ağaçlarıyla en güzel çiçeklerin yetiştiği şahane bir bahçeden başka yarım mil uzunluğunda ve içinde geyiklerin, ceylanların ve tavşanların cirit attığı bakımlı bir de orman vardı.
"Ee, güzel değil mi?" diye sordu kadın.
"Çok güzel" dedi adam, "Hepsi böyle kalsın. Şatoda oturalım ve keyfimize bakalım."
"Göreceğiz bakalım" dedi karısı. "Önce bir uyuyalım hele."
Sonra yatmaya gittiler. Ertesi sabah ilk önce kadın uyandı; daha sonra yataklarından, önlerindeki harika manzaraya baktılar.
Adam gerindi; ama karısı ona bir dirsek atarak şöyle dedi: "Bey, kalk da pencereden şöyle etrafına bak! Şu ülkenin kralı biz olamaz mıyız? Hadi git balığa söyle, ben kral olmak istiyorum!"
"Yapma hanım!" dedi kocası. "Kral olup da ne yapacaksın? Ben bunu ona söyleyemem."
"Niye ki?" dedi kadın. "Hadi git ona söyle. Ben kral olmalıyım!"
Ve adam göle doğru yola çıktı; karısının kral olmak istemesine çok üzülmüştü. "Bu doğru değil, bu doğru değil" diye aklından geçirdi. Göle gitmeyi canı hiç istemiyordu, ama yine de gitti.
Göle vardığında su siyaha yakın bir renkteydi ve bataklık gibi kokuyordu. Her zamanki yerini aldıktan sonra şöyle dedi:
Pisi, pisi, gel beri;Sakın gitme geri.Beni karım gönderdi,'Bana bir şey iste! dedi.
"Neymiş istediği?" diye sordu balık.
"Sorma!" dedi adam. "Şimdi de kral olmak istiyor."
"Sen git eve, o kral oldu bile!" dedi balık.
Adam geri döndü; bu kez şato çok daha büyümüş ve saraya dönüşmüştü; koskocaman süslü bir de kulesi vardı. Kapısının önünde nöbetçiler dizilmişti; ayrıca bando mızıkalı bir asker topluluğu da göze çarpıyordu.
Derken saray erkânının bulunduğu salonun kapısı açılınca adam, altın ve elmas işlemeli bir tahtta oturmakta olan karısını gördü. Başında koskocaman bir altın taç, elinde de saf altından, kıymetli taşlarla bezenmiş hükümdar asası vardı. Her iki yanında altı nedimesi boy sırasına göre dizilmişti.
Adam bir an durdu ve karısını seyrettikten sonra, "Ah, hanım..." dedi. "Ne de güzel bir kral olmuşsun! Ama artık hiçbir şey istemeyelim!"
"Hayır, bey!" dedi kadın; çok huzursuzdu. "Canım sıkılmaya başladı bile. Daha fazla tahammül edemeyeceğim. Sen git, balığa söyle! Kral oldum olmasına, ama şimdi de imparator olmak istiyorum."
"Yapma, hanım!" dedi adam, "imparator olup da ne yapacaksın?
"Fazla konuşma be adam!" dedi karısı. "Hadi git, balığa söyle, imparator olmak istiyorum ben!"
Kocası, "Yapma, hanım!" diye cevap verdi. "O seni imparator yapamaz; ben bunu ona söylemem, imparatorun bir ülkesi olmalı. Yani balık seni imparator yapamaz! Yapamaz işte!"
"Nee?" dedi kadın. "Kralım ben! Sense sadece kocamsın, o kadar! Hemen gidiyor musun bakayım? Hemen git! Kral yaptığına göre imparator da yapabilir o! Hadi git!"
Ve adam gitmek zorunda kaldı. Gitti, ama korkmuştu. "Bu işin sonu iyi olmayacak" diye aklından geçirdi. "Bu işin sonu iyi olmayacak! imparator olmayı istemek ayıba kaçacak; sonunda balık da bıkacak!"
Böylece göle vardı; su simsiyah kesilmişti. Dipten yüzeye doğru yeşilleniyor ve pis kokuyordu; hava kabarcıkları salıyor ve her rüzgâr esişinde bunlar birbirine karışıyordu. Öyle ki, adam bayağı korktu. Yine de her zamanki yerine geçerek şöyle seslendi:
Pisi, pisi, gel beri;Sakıtı gitme geri.Beni hatim gönderdi,'Bana bir şey iste!' dedi.
"Peki, ne istiyormuş?" diye sordu balık.
"Ah, sorma!" dedi adam. "Karım imparator olmak istiyor."
"Sen geri dön" dedi balık, "Oldu bile!"
Adam döndüğünde sarayı büyümüş olarak buldu. Büyük bir kulesi vardı ve tüm saray süslerle bezenmişti. Kapı önünde askerler yürüyor, davul eşliğinde trompetler çalınıyordu. Sarayın içine girdiğinde kontların ve düklerin hizmetçi kılığında hizmet verdiğini gördü; som altından yapılmış koskoca kapıları açıp kapıyorlardı.
Karısı altı arşın yüksekliğindeki altın bir tahta oturmuştu, başında elmas ve yakut süslü altından bir taç vardı. Bir elinde hükümdarlık asasını, öbür elinde de kıymetli taşlarla süslü bir asa tutmaktaydı. Her iki yanında çift sıra halinde korumaları yer almıştı ki, bunların en büyüğü iki metre boyunda, en küçüğü de küçük parmak büyüklüğündeydi.
Tüm bunları gördükten sonra adam ürkek bir tavırla: "Ee, hanım. İşte, imparator da oldun!" dedi.
"Evet" diye cevap verdi kadın, "İmparator oldum!"
Adam bir aşağı bir yukarı tur attıktan sonra karısının karşısına geçerek bir süre ona baktı ve sonunda, "Ah, hanım. İyi ki imparator oldun" dedi.
Kadın, "Karşımda sallanıp durma be adam. İmparator oldum, ama aynı zamanda papa da olmak istiyorum; git balığa söyle" diye karşılık verdi.
Adam, "Ama hanım" dedi, "Hâlâ doymadın mı? Papa olamazsın, çünkü bu Hıristiyanları ilgilendiren bir mesele. Balık bunu yapamaz!"
Kadın, "Be adam, ben papa olmak istiyorum, o kadar. Hemen git oraya, ben bugün papa olmak istiyorum."
"Olmaz, hanım" dedi adam. "Ben bunu ona söylemem, çok ayıp olur. Zaten balık da bunu başaramaz."
"Çok konuşma be adam! İmparator yapabildiğine göre papa da yapabilir bu balık. Hadi hemen git! Ben imparatorum, sense sadece kocamsın! Hele gitme de bir göreyim" diye tehdit etti kadın.
Adam korktu ve göl kenarına gitti; ama çok utanıyordu; titredi, yerinde tepindi, bacakları tir tir titredi.
Derken o yörede bir rüzgâr esti, bulutlar yoğunlaştı ve akşama doğru kasvetli bir hava bastırdı. Ağaçlardan yapraklar döküldü; sular coştu, taştı ve dalgalar sahile vurdu; ta uzaklarda, gemiler batmaktan kurtulmak için dalgalara karşı yol almaktaydı. Yine de gökyüzünün ortalan hâlâ maviydi, ama yan kısımlardan müthiş bir gök gürültüsü duyuldu.
Balıkçı yine her zamanki yerini alarak şöyle seslendi:
Pisi, pisi, gel beri;Sakın gitme geri.Beni karım gönderdi,'Bana bir şey iste! dedi.
"Neymiş istediği?" diye sordu balık.
"Sorma" dedi adam, "Şimdi de papa olmak istiyor."
"Git onun yanına; oldu bile!"
Adam geri döndü; şimdi ortada koskoca bir kilise, etrafında da bir sürü saray vardı. Onca halk arasından zorlukla geçebildi. Kilisenin içi binlerce, ama binlerce mumla aydınlatılmıştı; karısı altın giysilere bürünmüştü; eskisinden üç misli büyüklükte bir tahta kurulmuştu; başında üç tane altın taç vardı; etrafını bir sürü rahip çevirmişti. Her iki yanında da sıra halinde mumlar diziliydi öyle ki mumların en küçüğü mutfak mumu, en büyüğü ise dünyanın en uzun kulesi kadardı. Bütün krallar ve imparatorlar kadının önünde diz çökerek terliğini öpmekteydiler.
Adam tüm bunlara baktıktan sonra, "Ee, hanım, papa oldun mu bakayım?" dedi.
Kadın, "Evet" dedi, "Papa oldum!"
Adam onun karşısına geçtikten sonra bir süre baktı; sanki önünde bir güneş vardı. "Oh be, hanım! İyi ki papa oldun" dedi adam.
Ama kadın kalas gibi hiç yerinden kımıldamadı. Bunun üzerine kocası, "Eh artık papa da oldun, sevinsene! Bundan daha fazlasını olamazsın" dedi.
"Bunu düşüneceğim" dedi karısı.
Sonra ikisi de yatmaya gitti, ama kadın hayatından memnun değildi. Gözünü hırs bürümüştü, durmadan daha ne olabileceğini düşünüyordu.
Adam rahat bir uyku çekti, çünkü bütün gün çok yürümüştü. Kadın bir türlü uyuyamadı, bir o yana bir bu yana yatağında dönüp durdu; hep ne olabileceğini düşündüyse de aklına bir şey gelmedi.
Derken güneş doğmaya başladı; sabahın ilk ışıklarında kadın yatağında doğruldu, pencereden güneşin doğuşunu izledi ve "Hah" dedi, "Güneşin ve ayın doğuşunu ben gerçekleştirsem, olmaz mı?" diye aklından geçirdi.
Kocasına bir dirsek atarak onu uyandırdı ve "Uyan be adam" dedi. "Git balığa söyle, ben Tanrı olmak istiyorum!"
Adam henüz uyku sersemiydi, ama bunu duyunca yataktan düştü. "Sen ne diyorsun be hanım?" diye sordu.
"Bana bak adam, güneşi ve ayı doğdurtmadan içim rahat etmeyecek, anladın mı?" diyen kadın, kocasına öyle bir baktı ki, adamın tüyleri diken diken oldu.
"Hadi hemen oraya git, ben de Tanrı olmak istiyorum.
"Yapma, hanım!" diyen adam, karısının ayaklarına kapandı. "Balık böyle bir şey yapamaz; imparator, hatta papa yapabilir, ama bunu yapamaz! Lütfen, kendine gel ve papa olarak kal!"
Kadın kızgınlıktan küplere bindi; saçları havaya dikilerek darmadağın oldu; iç çamaşırlarını parçaladı ve kocasına bir tekme atarak, "Dayanamayacağım, artık daha fazla dayanamayacağım" diye haykırdı. "Sen hemen gidiyor musun, yoksa..."
Adam pantolonunu giydi ve oradan deliler gibi kaçıp uzaklaştı.
Dışarıda müthiş bir fırtına ve yağmur vardı; insan kendi ayaklarını bile göremiyordu. Evler ve ağaçlar rüzgârın etkisiyle yıkılmak üzereydi. Dağlar yerinden oynuyor, kayalıklar göle yuvarlanıyordu.
Derken gökyüzü kapkara kesildi; yağmur yağıyor, şimşek çakıyordu; kule yüksekliğindeki dalgalar, uçlarında köpüklerin oluştuğu dağları andırıyordu.
Adam avazı çıktığı kadar bağırdıysa da kendi sözlerini bile işitemedi:
Pisi, pisi, gel beri,Sakın gitme beri;Beni karım gönderdi,'Bana bir şey iste!' dedi.
"Neymiş istediği peki?" diye sordu balık.
"Ah, sorma!" dedi adam, "Bu kez yüce Tanrı gibi olmak istiyor."
Aldığı cevap şöyle oldu: "Sen eve git, şimdi o artık eski barakasında oturuyor."
O ikisi bugün hâlâ o barakada yaşıyorlar işte!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sunday Aug 18, 2024

Bir köyde fakir bir kadın yaşıyordu; bir gün bir tencerelik fasulye alarak pişirmek istedi. Ocağı yaktı, çabuk yansın diye de bir avuç saman attı.
Fasulyeleri tencereye koyarken farkında olmadan yere bir saman çöpüyle bir tek fasulye düşürdü; tam o sırada ocaktan bir kor parçası bunların üstüne sıçradı.
Saman çöpü, "Arkadaş, nerden çıktın sen?" diye sordu. Kor ateşi, "Alevden kaçtım; kaçmasaydım kül olup gitmiştim" dedi.
Fasulye, "Ben de paçamı zor kurtardım; yoksa kocakarı beni tencereye atmıştı, arkadaşlarımın yanı sıra beni de kaynatacaktı" dedi.
Saman çöpü, "Sanki benim kaderim daha mı iyi?" diye lafa karıştı: "Kocakarı bütün kardeşlerimi ateşe ve dumana attı. Bir seferde altmış kardeşimi birden yakıp öldürdü. Neyse ki, ben parmaklarının arasından sıyrılarak kendimi yere attım."
"Peki, şimdi ne yapacağız?" diye sordu kor ateşi. "Ölümden kurtulduğumuza göre aramızda iyi bir arkadaşlık kuralım; başımıza bir daha böyle bir bela gelmemesi için de hep beraber bir başka ülkeye gidelim" dedi fasulye.
Bu öneri öbür ikisinin hoşuna gitti; hep birlikte yola çıktılar.
Derken ufak bir dereye geldiler; ama orada ne bir köprü ne de bir sandal yoktu. Karşıdan karşıya nasıl geçeceklerini bilemediler.
Samanın aklına iyi bir fikir geldi. "Ben uzunlamasına yatayım, siz beni köprü gibi kullanın" diyerek bir yakadan öbür yakaya yatıp uzandı. Kor ateşi, doğal bir çeviklikle bu köprünün üzerine sıçradı; ama ortasına geldiğinde, altında şırıl şırıl akan suyu görünce korktu; olduğu yerde kaldı ve daha ileriye gidemedi.
Bu kez saman çöpü tutuşuverdi, ikiye bölünerek dereye düştü. Kor ateşi onun arkasından suya düştü, düşer düşmez cızzz diye sönerek ruhunu teslim etti.
Ne olur ne olmaz diye hâlâ sahilde kalan fasulye bu olay karşısında gülmeye başladı. O kadar güldü ki, ortasından çatladı. Onun da başına aynı şey gelecekti, yani nerdeyse ölecekti, ama neyse ki o sırada bir terzi dolaşmaya çıkmıştı ve dere kenarında dinlenmek istemişti. Yufka yürekli biri olduğu için iğneyle ipliği çıkarıp fasulyeyi dikti.
Fasulye ona canı gönülden teşekkür etti. Ama ne var ki, terzi onu dikerken siyah iplik kullanmıştı. İşte o gün bugündür tüm fasulyelerde siyah bir dikiş görülür.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Üç Yaprak

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Vaktiyle fakir bir adam vardı; zamanla biricik oğlunu besleyemez oldu. Bunun üzerine oğlu, "Babacığım, sen artık çalışacak durumda değilsin, ben sana yük oluyorum. Artık buradan gidip kendi ekmeğimi kendim kazanmak istiyorum" dedi ve babasının hayır duasını aldıktan sonra onunla acıklı bir şekilde vedalaştı.
O sırada kral büyük bir savaşa girmişti; oğlan orduya katıldı ve diğer askerlerle birlikte cepheye gitti. Düşmanla karşılaştığında kahramanca çarpıştı. Aslında tehlike büyüktü, her tarafta kurşun yağıyordu, sağda solda arkadaşları hep şehit düşüyordu. Ordu komutanı da ölünce askerler bozguna uğradı. Ama oğlan onları durdurarak hepsine cesaret verdikten sonra, "Vatanımızı düşman eline bırakmayacağız" diye haykırdı. Bunun üzerine ordu onun peşine takılarak düşmanı yendi.
Kral bunu duyunca, yani bu zaferi ona borçlu olduğunu anlayınca, rütbesini yükselterek ve de çok para vererek oğlanı ordunun başına getirdi.
Kralın bir kızı vardı; bu kız çok güzeldi, ama biraz acayipti. Çünkü müstakbel kocası, "Sen ölürsen ben de seninle canlı canlı mezara girerim" diye söz vermediği sürece hiçbir erkekle evlenmeyecekti! "Beni sevmedikten sonra kocam ne diye hayatta kalsın ki" diyordu.
Ve aynı şeyi kendisi de yapacaktı, yani kocası ölürse o da canlı canlı onun yanına gömülecekti!
Bu tuhaf yemin, o güne kadar evliliğe talip olan tüm erkekleri ürküttü. Ama bizim delikanlı onun güzelliğine o kadar hayran kaldı ki, hiçbir şeye aldırış etmeden onu babasından istedi.
Kral, "Nasıl bir söz vereceğini biliyor musun?" diye sordu.
"Biliyorum, ben de onunla birlikte mezara gireceğim. Kendisini o kadar seviyorum ki, o öldükten sonra hayatta kalmışım, neye yarar" diye cevap verdi.
Kral bu işe razı oldu ve görkemli bir düğün yapıldı.
Karı koca bir süre birlikte mutlu yaşadılar. Derken genç kraliçe ağır bir hastalık geçirerek yatağa düştü, hiçbir doktor ona yardım edemedi. O öyle ölü olarak yatarken genç kral verdiği sözü düşününce, diri diri mezara girme düşüncesi onu ürküttü, ama başka çaresi yoktu! Çünkü kayınpederi kral sarayın tüm kapılarını kapatmış, her birinin başına da nöbetçi koymuştu. Yani oğlan kaderden kaçamazdı!
Derken, kraliçenin saraydaki kabre konulacağı saat geldiğinde kocasını da birlikte aldılar. Kral tüm kapıları kapatıp kilitletti.
Tabutun yanındaki bir masanın üzerine dört tane mum dikilmişti, ayrıca dört somun ekmekle dört şişe şarap konmuştu. Yani oğlan bunları yiyip içtikten sonra ölecekti!
Neyse, böylece bütün bir gün orada kalan oğlan bir yandan derin bir acı ve üzüntü içindeyken, her geçen gün çok az ekmek yedi ve sadece bir yudum şarap içti. Ölümü gitgide yaklaşıyordu.
İşte bu şekilde düşünüp, sağma soluna bakınırken tabutun bulunduğu köşede yavaş yavaş cesede doğru yaklaşan bir yılan gördü. Onun cesedi yiyeceğini düşünen oğlan kılıcını çekerek: "Hayatta kaldığım sürece seni ona yaklaştırmam" diye haykırdıktan sonra onu üçe doğradı.
Bir süre sonra ikinci bir yılan gözüktü; ama yerde yatmakta olan üçe doğranmış öbür yılanı görünce geri çekildi. Ancak az sonra yine geldi; ağzında üç tane yeşil yaprak vardı. Önce ölü yılanın üç parçasını birbirine birleştirerek kesik yerlere birer yaprak yerleştirdi. Derken yılan kımıldamaya başladı ve canlanıverdi; sonra ikisi birden uzaklaşıp gittiler.
Yapraklar yerde kalmıştı; o anda oğlanın aklına bir şey geldi. Yılanı canlandıran yapraklardaki o güç insanda da etkili olabilir miydi?
Yaprakları alarak birini ölünün ağzına, diğer ikisini de iki gözüne koydu. Aynı anda kan damarlarda akmaya başladı; ölünün bembeyaz yüzü pembe bir renk aldı. Ve kadın nefes alarak gözlerini açtı.
"Aman Tanrım, neredeyim ben?" dedi.
"Benim yanmadasın karıcığım" diye cevap verdi oğlan ve olanları anlattı. Sonra ona güçlenmesi için biraz şarapla ekmek verdi. Kadın iyice kendine gelince ayağa kalktı. Nöbetçiler duysun da krala haber versin diye ikisi birlikte kapıya vararak yumruklamaya ve bağırmaya başladı.
Kral bizzat geldi ve kapıyı açtı, ikisini de taptaze ve sapasağlam görünce çok sevindi. Artık üzüntüler bitmişti!
Ama genç oğlan yılanın getirdiği üç yaprağı hizmetçilerinden birine vererek, "Şunları benim için iyice sakla, yanından hiç ayırma! Kim bilir, günün birinde lazım olur" dedi.
Yeniden hayata dönen kadında bir değişiklik oldu. Kocasına karşı duyduğu sevgi günden güne azaldı.
Bir süre sonra yaşlı babasını ziyaret amacıyla birlikte bir gemi yolculuğuna çıktıklarında kadın, eşinin göstermiş olduğu büyük aşkı, bağlılığı ve bu uğrunda can vermeye hazır oluşunu falan unutarak geminin kaptanına gönlünü kaptırdı.
Derken kaptanı çağırdı; birlikte, kamarada yatıp uyuyan kocasını başından ve ayaklarından tutup güverteye taşıdılar ve sonra da denize attılar.
Bu cinayetten sonra kadın, "Hadi hemen babamın yanma varalım. Kocam için yolda hastalandı, öldü deriz! Ben seni babama o kadar överim ki, benimle evlenmene ve ilerde kral olmana razı olur" dedi.
Ama tüm bunları işiten genç oğlanın sadık hizmetçisi denize gizlice bir filika indirerek efendisini aramaya koyuldu. Öbür hainler yollarına devam etti.
Sadık hizmetçi ölüyü denizden çıkardı, yanında taşıdığı üç yaprağı onun ağzına ve gözlerine yerleştirerek efendisini canlandırdı.
Tüm güçleriyle gece gündüz demeden kürek çektiler ve sandal o kadar hızlı yol aldı ki, diğerlerinden önce yaşlı kralın yanına vardılar.
Kral onun tek başına geldiğini görünce neler olduğunu sordu. Oğlan karısının ihanetini anlatınca yaşlı kral, "Böyle bir şey yaptığına inanamıyorum, ama yakında gerçek ortaya çıkacak" diyerek damadını ve hizmetçisini gizli bir odaya sakladı.
Çok geçmeden gemi karaya yanaştı ve imansız kadın babasının önüne üzgün bir yüzle çıktı.
Kral, "Niye yalnız geldin? Kocan nerde?" diye sordu.
Kadın, "Ah, babacığım, ne kadar üzgünüm bilemezsin! Kocam yolculuk sırasında birden hastalanıverdi ve öldü. Bu cesur ve iyi kalpli kaptan bana destek vermeseydi, ne yapardım bilmem! Kocam ölürken o da yanımdaydı, kendisi anlatsın" dedi.
Kral, "Şu ölüyü ben canlandırayım bari" diyerek gizli odanın kapısını açtı; damadıyla yardımcısı içeri girdiler.
Kocasını gören kadın, yıldırım çarpmışa döndü ve diz çökerek babasından merhamet diledi.
Ama kral "Ne merhameti" dedi. "O senin için ölmeye hazırdı; seni hayata o döndürdü. Sense onu uykusunda öldürdün! Bu yüzden cezanı çekmelisin!"
Ve sonra kadınla kaptanı dibi delik bir sandala bindirterek denize açılmalarını sağladı; çok geçmeden ikisi de dalgalara gömüldü.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Hansel ile Gretel

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Büyük bir ormanın kenarında, karısı ve iki çocuğuyla fakir bir oduncu oturuyordu; çocuklardan erkek olanının adı Hansel, küçüğününki de Gretel'di. Oduncu kıt kanaat geçiniyordu ve işsizdi; bir keresinde ülkede büyük bir kıtlık olduğu için adamcağız ekmek parası kazanamaz olmuştu.
Bir akşam yatağa yattığında, sıkıntıdan sağa sola dönüp durdu. Sonra karısına, "Ne olacak bizim halimiz? Zavallı çocuklarımızı besleyemiyoruz; kendimizi bile doyuramıyoruz" dedi. "Dinle beni bey..." diye cevap verdi karısı. "Yarın erkenden çocukları ormanın hiç balta girmemiş kısmına götürürüz. Orada onlara ateş yakar ve birer parça ekmek bırakırız; sonra da işimize bakarak onları yalnız bırakırız. Onlar evin yolunu bir daha bulamaz; böylece onlardan kurtulmuş oluruz!"
"Olmaz, Hanım..." dedi adam. "Ben bunu yapamam; nasıl onları ormanda yapayalnız bırakırım. Çok geçmez, vahşi hayvanlara yem olurlar."
"Aptallık ediyorsun" dedi karısı. "O zaman dördümüz de açlıktan ölürüz; sen tabutları şimdiden hazırla!" Hiç durmadan konuşarak adamın başının etini yedi; sonunda oduncu razı oldu. Bir yandan da, "Ama çocuklara çok üzülüyorum" deyip durdu.
İki çocuk açlıktan uyuyamamıştı; üvey annelerinin söylediğini duymuşlardı. Gretel acı acı ağlayarak Hansel'e, "Bu da mı başımıza gelecekti" dedi. "Sus, Gretel" diye cevap verdi Hansel. "Üzülme, ben ikimize de bakarım." Anne ve babaları uyuyunca genç oğlan kalkıp ceketini giydi, sokak kapısını açarak usulca dışarı çıktı. Ay ışığı, kapı önündeki gümüş para gibi parlayan ufak ve beyaz çakıl taşlarında yansımaktaydı. Hansel eğilerek toplayabildiği kadar topladığı bu taşları cebine doldurdu. Sonra Gretel'in yanma vararak, "Üzülme, kardeşim, rahat rahat uyu sen! Tanrı bizi unutmaz" diyerek kendisi de yatağa yattı.
Gün ağarıp da güneş yükselince üvey anneleri gelip ikisini de uyandırdı. "Hadi kalkın, tembeller! Ormana gidip odun keseceğiz" diyerek her birine birer dilim ekmek verdi. "Bu sizin öğle yemeğiniz; daha önce yiyip bitirmeyin! Yoksa başka yemek yok" dedi. Gretel ekmekleri önlüğünün cebine koydu, çünkü Hansel'in cepleri çakıl taşıyla doluydu. Derken hep birlikte ormana doğru yola çıktılar. Bir süre gittikten sonra Hansel durdu, başını çevirerek evlerine doğru baktı; bunu birkaç kez yineledi.
Babası, "Hansel, ne bakıyorsun öyle? Dikkat et, geç kalıyorsun" dedi. "Şey, baba..." dedi Hansel, "Benim beyaz kedim dama çıkmış da... Galiba bana güle güle diyor" diye cevap verdi. Ama üvey annesi, "Hadi oradan deli! O kedi falan değil. Sabah güneşi bacaya vurmuş; onun gölgesi" dedi. Aslında Hansel kedi falan görmemişti; ancak ikide bir cebindeki parlak çakıl taşlarından bir tane alıp yere atıyordu.
Ormanın ortasına geldiklerinde babaları, "Hadi bakalım çocuklar, odun toplayın da, ateş yakayım. Yoksa üşürsünüz" dedi. Hansel ile Gretel bir yığın çubuk topladılar. Çubuklar ateşe verildi; alevler yükselirken kadın, "Ateşin yanına uzanın, çocuklar, dinlenin biraz! Biz gidip odun keseceğiz, işimiz bitince geri dönüp sizi alırız" dedi.
Hansel ile Gretel ateşin başına geçti; öğlen olunca birer dilim ekmek yediler. Uzaktan balta sesleri işittikleri için babalarının yakında bir yerde olduğunu sandılar. Oysa bu, balta sesi değildi; rüzgârın bir oraya bir buraya salladığı kuru bir ağaca takılmış bir daldı.
Uzun süre oturmuş olmanın verdiği yorgunlukla gözleri kapanan iki çocuk derin bir uykuya daldı. Tekrar uyandıklarında etraf kapkaranlıktı. Gretel ağlamaya başlayarak, "Bu ormandan nasıl çıkacağız" dedi. Ama Hansel, "Bekle biraz da ay çıksın! O zaman yolu buluruz" diyerek onu yatıştırdı. Dolunay tepeye yükseldiğinde Hansel kız kardeşini elinden tutarak çakıl taşları serpiştirdiği yoldan yürüdü; ufacık taşlar yeni basılmış para gibi parlıyordu. Bütün gece yürüdüler ve gün ağarırken babalarının evine döndüler. Kapıyı çaldılar, kadın onları görünce, "Ah yaramaz çocuklar, ormanda uyuyakaldınız herhalde, biz de bir daha gelmeyeceksiniz sandık" dedi. Ama babaları çok sevindi, çünkü onları bıraktıkları için çok üzülmüştü.
Aradan çok geçmedi; yoksulluk her köşede kendini hissettirmeye başladı. Çocuklar üvey annelerinin yatakta babalarına şöyle söylediğini işittiler: "Hepsini yedik içtik; sadece yarım somun ekmeğimiz kaldı; ondan sonra işimiz bitik! Çocuklar bu evden gitmeli. Onları ormanın ta derinliğine bırakalım ki, yollarını bulamasınlar. Yoksa başka çaremiz yok!"
Adamın yüreği burkuldu. "Son kalan ekmeği çocuklarla paylaşsan bari" dedi. Ama kadın onun söylediğini dinlemedi bile. "A'yı diyen B'yi de söylemeli; bir kere sakalı ele verdin mi, iş işten geçmiş demektir" diye yakındı.
Ama çocuklar henüz uyumamış ve konuşulanları duymuştu. Onlar uyur uyumaz Hansel yatağından kalkarak dışarı çıkıp, geçen sefer olduğu gibi, çakıl taşı toplamak istedi.
Ne var ki, kadın kapıyı kilitlemişti. Hansel dışarı çıkamadı. Yine de kızkardeşini yatıştırarak, "Ağlama, Gretel! Sen uyumana bak; Tanrı bize yardım edecektir" dedi.
Ertesi sabah kadın çocukları yataktan kaldırarak her birine birer dilim ekmek verdi; ama bu seferki daha da azdı. Ormana giderken Hansel onu cebinde ufaladı ve hiç belli etmeden kırıntıları yola serpiştirdi. Babası, "Hansel, ne diye durup oraya buraya bakıyorsun?" diye çıkışınca oğlan, "Evimizin damındaki güvercine bakıyorum; galiba bana güle güle demek istiyor" deyince kadın, "Hadi oradan deli! O güvercin falan değil; bacaya vuran güneşin gölgesi" diye söylendi. Ama Hansel bir yandan yürürken öte yandan ekmek kırıntısı serpmeye devam etti.
Kadın çocukları ormanın ta derinliklerine sürükledi; o zamana kadar buraya hiç gelmemişlerdi. Büyük bir ateş yaktıktan sonra, "Siz bur da kalın çocuklar; yorgunsanız yatın uyuyun biraz. Biz gidip odun keselim, işimiz bitince gelir sizi alırız" dedi.
Öğlen olunca Gretel ekmeğini Hansel'le paylaştı; çünkü oğlan kendi hakkı olan ekmeği yola serpiştirmişti. Derken yatıp uyudular; akşam oldu, ama zavallı çocukların yanına kimse gelmedi. Ancak gece uyandılar. Hansel kızkardeşini, "Bekle biraz Gretel. Ay çıksın hele; o zaman serptiğim ekmek kırıntılarını görerek yolumuzu buluruz" diyerek avuttu. Ay çıktığında yola koyuldular, ama hiçbir ekmek kırıntısı göremediler; çünkü ormandaki binlerce kuş hepsini gagalayıp yemişti. Hansel, "Biz yine yolumuzu buluruz" dedi, ama bulamadılar. Böylece bütün gece yürüdükten sonra ertesi gün akaşama kadar yol aldılarsa da ormandan çıkamadılar. Karınları o kadar acıktı ki! Ağaç diplerinden topladıkları birkaç çilekle yetindiler. O kadar yoruldular ki, yürüyemez oldular ve bir ağacın altına kıvrılarak uykuya daldılar.
Evden ayrılalı üç gün olmuştu. Tekrar yürümeye başladılar, ama gittikçe ormanın derinliklerine saplanıp kaldılar. Yakında yardım gelmezse susuzluktan ölebilirlerdi. Öğlen olduğunda bir ağacın dalına konmuş beyaz ve güzel bir kuş gördüler. O kadar hoş ötüyordu ki, durup onu dinlediler. Kuş bir süre öttükten sonra kanatlarını çırpa çırpa önlerinden uçtu; çocuklar onu takip etti. Kuş ufacık bir evin damına kondu. İki kardeş eve yaklaştığında bunun ekmek hamurundan yapıldığını ve üzerine kurabiye yapıştırıldığını fark etti. Pencereleriyse beyaz kesme şekerdendi. "Hadi yiyelim! Kendimize bir ziyafet çekelim; ben damdan başlayayım yemeye, sen de pencereyi ye. Çok tatlı olmalı" dedi Hansel ve dama tırmanarak bir parça koparıp tadına baktı. Gretel de pencereye yaklaşarak kemirmeye başladı. Derken evin içinden bir ses yükseldi:
Kim yiyor çıtır çıtırBenim evimi böyle?
Çocuklar:
Bunu yapan rüzgâr.Sen ona söyle!
diye cevap vererek hiç aldırış etmeksizin yemeyi sürdürdü. Pasta, damdaki Hansel'in o kadar hoşuna gitti ki, bir parça da aşağıya attı. Bu arada Gretel yuvarlak bir pencereyi tamamen yemişti; yere çömelerek biraz keyif çıkardı. Birden kapı açıldı ve değneğine tutuna tutuna dışarı bir cadı karı çıktı. Hansel'le Gretel o kadar korktu ki, yere düştüler; kadının dindeydiler artık. Kadın başını iki yana sallayarak: "Ay ay, sevgili çocuklar! Kim sizi buraya getirdi? Gelin içeri, evimde kalın. Korkmayın, başınıza bir şey gelmez" dedi, ikisini de ellerinden tutarak içeri soktu. Sofrada güzel yemek vardı: süt ve şekerli bazlama, elma ve fındık. İki de bembeyaz ve tertemiz yatak hazırlanmıştı. Hansel ile Gretel hemen yattılar; sanki cennetteydiler!
Cadı karı onlara mahsus böyle davranmıştı; aslında niyeti kötüydü. Çocukları sürekli buraya çekmek için yapmıştı bu kurabiyeli evi. Onları ele geçirdiğinde öldürüp kazanda pişiriyor, sonra da yiyiyordu. Cadıların gözü kırmızı olur ve uzağı göremez; ama hayvan gibi iyi koku alırlar ve bir insan yaklaştığında hemen sezerler. Nitekim Hansel ile Gretel yaklaştığında pis pis gülerek, "Onları yakaladım, elimden kaçamazlar" diye söylenmişti.
Ertesi sabah çocuklar uyandığında kocakarı kalkmıştı bile. Güzel güzel uyuyan kırmızı yanaklı çocukları görünce kendi kendine, "Nefis bir yemek olacak" diye mırıldandı. Sonra cılız eliyle Hansel'i yakaladığı gibi ufak bir ahıra soktu, demir parmaklıklı kapıyı da üstüne kapadı. Oğlan ne kadar bağırdıysa da duyan olmadı. Cadı karı daha sonra Gretel'in yanına vardı ve sarsarak uyandırdı. "Hadi kalk bakalım, tembel kız! Git su taşı, sonra da ağabeyin için iyi bir şeyler kaynat. Kendisi dışarıdaki ahırda; iyi yesin de semirsin biraz! Ne zaman şişmanlarsa onu o zaman yiyeceğim" dedi. Gretel acı acı ağlamaya başladı, ama ne fayda! Cadının söylediğini yapmak zorundaydı.
Bu arada zavallı Hansel'e en güzel yemekler sunulurken Gretel'e sadece yengeç kabuğu yemek kısmet oldu.
Her sabah cadı karı usulca ahıra yanaşıyor ve "Hansel, uzat bakayım elini; bakalım kilo almış mısın?" diyordu. Hansel ise ona her sabah bir kemik uzatıyordu. Cadı karı da gözleri iyi görmediği için bunu Hansel'in parmağı sanıyor ve oğlan niye şişmanlamadı diye şaşıp kalıyordu. Aradan dört hafta geçti; Hansel hâlâ zayıf kalınca cadı karının sabrı tükendi ve "Heey, Gretel" diye seslendi. "Hadi çabuk ol, su taşı! Hansel ister zayıf olsun, ister şişman, yarın onu kesip yiyeceğim!"
Ah, zavallı Gretel! Su taşırken nasıl da sızlanıyordu bir bilseniz! İki gözü iki çeşme ağlarken, "Ulu Tanrım, bize yardım et! Keşke bizi ormanda vahşi hayvanlar yeseydi, hiç değilse birlikte ölürdük" diye söylendi. Cadı karı, "Kapa çeneni! Bunun bir faydası yok" diye çıkıştı.
Ertesi sabah Gretel kovayla su taşıdıktan sonra ateş yaktı. Cadı karı, "Önce ekmek yapalım! Ben fırını yaktım, hamuru da hazırladım bile" diyerek zavallı kızı içinden alevler çıkan fırına doğru iteledi. "Gir içeri, bak bakalım ekmek yapılacak kadar ısınmış mı?" diye ekledi. Asıl niyeti, kız içeri girer girmez fırının kapağını hemen kapatmaktı. Onu da kızartıp yiyecekti. Ama Gretel onun ne düşündüğünü anlayıverdi. "Ama içeri nasıl gireyim?" diye sordu. Cadı karı, "Aptal kız! Görmüyor musun, fırının ağzı yeterince açık. Ben bile sığarım" diyerek kafasını fırının içine doğru soktu. O anda Gretel onu tüm gücüyle içeri iterek fırının demir kapağını kapayıp sürgüledi. Cadı karı bar bar bağırmaya başladıysa da Gretel oradan uzaklaştı. Tanrı tanımaz cadı yana yana öldü.
Gretel hemen Hansel'in yanına vardı, ahırın kapısını açarak: "Hansel, kurtulduk; cadı karı öldü" diye haykırdı. Han- sel kapalı kafesten uçan kuş gibi ahırdan dışarı fırladı. İki kardeş sevinçle kucaklaşıp öpüştü. Artık korkmaları için bir neden yoktu. Cadı karının evine girdiler; her köşede içi inci ve kıymetli taşlarla dolu sandıklar vardı. "Bunlar çakıl taşından daha iyi" diyen Hansel onları ceplerine yerleştirdi. "Eve de götürelim biraz" diyen Gretel de önlüğünün cebini doldurdu.
Hansel, "Hadi artık eve dönelim de şu büyülü ormandan kurtulalım" dedi. Birkaç saat yol aldıktan sonra bir dere kenarına vardılar. "Karşıya geçemeyiz" dedi Hansel: "Ne bir köprü var, ne de başka bir şey!"
"Burada gemi de yüzmez" diye cevap verdi Gretel. "Ama şurda beyaz bir öredek yüzüyor; ona rica edersem belki bizi karşıya geçirir." Ve seslendi:
Ordekçik, ördekçik,Bak biz çıkageldik:Gretel ile Hansel.Karşıya geçirirsen bizi,Hep hasretle anarız sizi.
Ördek yanaşıverdi; Hansel üzerine binerek kardeşini de yanma çağırdı. "Olmaz" diye cevap verdi Gretel, "ikimiz ona ağır geliriz. Bizi birer birer taşısın."
Ördek öyle yaptı; iki kardeş sağ salim karşıya geçtikten sonra bir süre daha yürüdü. Yürüdükçe orman yavaş yavaş onlara tanıdık geldi ve sonunda uzaktan baba evini gördüler. Hemen koşmaya başladılar ve eve dalıp babalarının boynuna sarıldılar. Adamcağız onları ormanda bıraktıktan sonra bir gün bile rahat edememişti. Bu arada karısı da ölmüştü.
Gretel önlüğünü açtı; onca inci ve kıymetli taş yere dağıldı. Hansel de cebindekileri boşalttı. O günden sonra tüm sorunları ortadan kalktı.
Burada biter masalım, önümden fare geçti n'apalım! Kim yakalarsa onun olsun, eli kürk başlıkla dolsun!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

İp Eğiren Kadınlar

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir kız vardı; o kadar tembeldi ki, hiç iplik bükmek istemiyordu. Annesi ne söylerse söylesin kız bildiğini okudu. Sonunda annesi çok öfkelendi, sabrı tükendi ve ona dayak attı. Kız sesli sesli ağlamaya başladı. Tam o sırada oradan kraliçe geçmekteydi; onun ağlamasını işitince durdu ve kadına, kızını niye dövdüğünü sordu, çünkü sesi ta sokaktan duyulmuştu!
Kadın anlaşılan kızının tembelliğini söylemekten utandığı için şöyle dedi: "Onu ip eğirmekten bir türlü vazgeçiremiyorum; hiç durmadan iplik bükmek istiyor. Oysa onca keteni buraya getiremeyecek kadar fakirim ben!"
Kraliçe, "Ben iplik çekerken çıkan sese bayılırım, hele o tekerleğin tıkırtısına! Kızını bana ver, onu saraya götüreyim; bende keten bol, istediği kadar iplik çeksin" diye cevap verdi.
Kadın bu işe çok sevindi ve razı oldu. Kraliçe kızı yanına aldı. Saraya varınca ona tavanına kadar keten dolu üç oda gösterdi ve "Hadi bakalım, bunlardan iplik çek; hepsini bitirirsen seni en büyük oğlumla evlendiririm. Sen fakirsin, ama ben buna aldırış etmiyorum; senin zindeliğin ve çalışkanlığın düğün çeyizi yerine geçecek" dedi.
Kız için için çok korkuyordu, çünkü ip eğirmeyi beceremiyordu; ayrıca bu iş üç yüz yıl sabahtan akşama kadar çalışsa yine bitmezdi!
Tek başına kaldığında ağlamaya başladı, böylece elini hiçbir şeye değdirmeden üç gün geçti. Üçüncü gün kraliçe çıkageldi, hiç ip eğirmemiş olduğunu görünce şaşırdı; ama kız annesinden ayrılmış olmanın üzüntüsüyle işe daha başlamadığını söyleyerek özür diledi.
Kraliçe buna göz yumdu, ama giderken, "Yarın işe başla ama" dedi.
Kız yalnız kaldığında ne yapacağını bilemedi, bir çare aramanın üzüntüsü içinde pencerenin önünde durdu. Derken üç cadının gelmekte olduğunu gördü. Birinin sağ ayağı aynen ördeğinki gibiydi ve düztabandı; öbürünün alt dudağı nerdeyse çenesine değiyordu; üçüncüsünün de başparmağı öyle genişti ki, neredeyse yamyassıydı. Üçü de pencerenin önüne gelip durdu; kıza ne derdi olduğunu sordular. O da içine düştüğü durumu anlattı; kadınlar ona yardım etmeye karar verdiler:
"Bizi düğüne davet eder ve bizden utanmazsan, hatta teyzelerin olduğumuzu söylersen, tezgâhının başına geçer ve en kısa zamanda ketenlerin ipliğini çekeriz" dediler.
"Bunu seve seve yaparım! Hadi hemen içeri girin ve işe başlayın" diye cevap veren kız, bu üç acayip cadıyı içeri alarak ilk odaya soktu, onlara oturup iplik çekebilecekleri bir yer ayarladı. Biri ip eğirmeye başlayarak çıkrığın pedalına bastı, öbürü ipliği nemlendirdi, üçüncü de onu parmağıyla bükerek üzerine vurmaya başladı. Ne kadar çok vurursa iplik bir o kadar inceliyordu.
Kız üç kadından kraliçeye hiç bahsetmedi ve zaman zaman gösterdiği iplik yığınları nedeniyle ondan bol bol övgü aldı.
İlk oda boşaldıktan sonra kadınlar İkinciye, oradan da üçüncüye geçerek işlerini bitirdiler. Kızla vedalaşırken de ona, "Bize verdiğin sözü unutma! Bu senin şansın olacak" dediler.
Kraliçe oda dolusu çekilmiş iplikleri görünce düğüne karar verdi. Damat böylesine çalışkan ve becerikli bir eşi olacağı için sevindi ve onu övdü.
"Üç tane teyzem var" dedi kız. "Bana çok iyilikleri dokundu. Böyle mutlu bir günümde onları unutmak istemem. İzin verin onları da davet edeyim, benim masama otursunlar."
Kraliçeyle oğlu, "Neden izin vermeyelim ki?" dediler.
Ve şenlikler başlayınca üç kız kurusu acayip kıyafetleriyle çıkageldiler.
Gelin, "Hoş geldiniz, sevgili teyzelerim" dedi.
Ama damat, "Bu akrabalık da nerden çıktı?" diyerek ördek ayaklı, düztaban kadının yanma yaklaştı ve "Neden bir ayağın böyle ördek ayağı gibi geniş?" diye sordu.
"Basmaktan" dedi kadın, "Pedal basmaktan."
Damat bu kez ikinci kadına sordu. "Alt dudağın niye o kadar sarkık?"
"İplik yalamaktan" diye cevap verdi kadın.
Üçüncü kadına, "Başparmağın niye öyle yassı?" diyen damadın aldığı cevap şöyle oldu:
"İplik bükmekten."
Damat dehşet içinde kalarak, "Bundan böyle benim güzel karım hiç, ama hiç ip eğirmesin" dedi.
Böylece kız iplik çekmekten kurtuldu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Ormandaki Cüceler

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir adam vardı, karısı ölmüştü; bir de kocası ölen bir kadın; bu kadının da adamın da bir kızı vardı. Her iki kız tanışıyorlardı, birlikte dolaşıyor ve sonra da bu kadının evine geliyorlardı.
Bir seferinde kadın kızının arkadaşına şöyle dedi: "Dinle bak, babana söyle. Ben onunla evlenmek isterim, ama bunun için sen her sabah süt banyosu yapıp şarap içeceksin, benim kızımsa suda yıkanıp su içecek!"
Kız eve dönerek kadının dediğini babasına anlattı.
Adam, "Ne yapsam ki? Evlenmek çok hoş bir şey, ama aynı zamanda da işkence" dedi. Kesin bir karara varamadığı için çizmesini çıkardı ve kızına, "Al şu çizmeyi; dibinde bir delik var. Şimdi çatı katma çık, onu bir kancayla tavana astıktan sonra içini su doldur. Eğer su o delikten akmazsa kadınla evlenirim ben. Ama akıp da çizme boşalırsa evlenmem" diye karar verdi.
Kız kendisine söyleneni yaptı; ancak su akıp gitmedi; çizme ağzına kadar hep suyla dolu kaldı.
Kız bu duruma babasına anlattı. Adam gidip kendi gözleriyle baktı, kızının doğru söylediğini görünce dul kadının yanma vararak ona evlenme teklif etti.
Ve düğün kararlaştırıldı.
Ertesi sabah her iki kız kalktığında, adamın kızının önünde yıkanmak için süt, içmek için şarap vardı; kadının kızının önünde de yıkanmak için su, içmek için de su bulunuyordu.
ikinci günün sabahında her iki kızın kapısı önünde hem yıkanmak ve hem içmek için sadece su bulunuyordu.
Üçüncü günün sabahındaysa adamın kızının kapısı ö- nünde hem yıkanmak ve hem içmek için sadece su varken kadının kızının kapısı önünde yıkanmak için süt, içmek için şarap vardı ve bu hep böyle gitti.
Ama kadın üvey kızına garez besliyordu ve bu günden güne şiddetleniyordu. Ayrıca kıskançtı da, çünkü üvey kızı çok güzel ve çok hoştu, kendi kızıysa çirkin ve iğrençti.
Bir kış günü her taraf buz tuttu, dağlara ve vadiye bol bol kar yağdı.
Kadın kâğıttan bir elbise yaparak üvey kızını çağırdı:
"Giy şu elbiseyi, ormana git ve bana bir sepet çilek topla! Canım çekti" dedi.
"Kışın çilek yetişmez ki" dedi kız. "Toprak buz tutmuş, her taraf karla örtülü! Sonra neden kâğıt elbiseyle gideyim ki? Dışarısı öyle soğuk ki, insanın nefesi daralıyor. Rüzgâr durmadan esiyor, bu giysiyle dikenler hep vücuduma batacak!"
"Bana karşı mı geliyorsun yani? Hadi şimdi hemen git, sepeti çilekle doldurmadan sakın eve dönme" diye çıkıştı üvey anne. "Dışarıda donacak, aç kalacak ve bir daha gözüme gözükmeyecek nasılsa" diye düşünüyordu.
Kızcağız söz dinledi, kâğıt elbiseyi giydi ve sepeti eline alarak dışarı çıktı. Etrafta göz alabildiğince kar var vardı, tek bir yeşil bitki sapı görülmüyordu.
Ormana vardığında ufak bir ev gördü, penceresinden üç tane cüce dışarı bakıyordu.
Kız belki açarlar umuduyla kapıyı çekinerek çaldı. Cüceler "Gir" dedi.
Kız içeri girdi, sobanın yanındaki bir sıraya oturdu; hem ısınmak Hem de kahvaltısını yemek istedi. Cüceler "Bize de ver biraz" dediler. "Hay, hay!" diyen kız ekmeğini ikiye bölerek yarısını onlara verdi.
"Bu kış ortasında, böyle incecik bir elbiseyle ne arıyorsun sen?" diye sordular.
"Sormayın" dedi kız. "Şu sepete çilek doldurmalıymışım, aksi halde bir daha eve sokmayacaklar!"
Kız kahvaltısını yaptıktan sonra cüceler ona bir süpürge vererek, "Bununla evin ardındaki karları süpürüver" dediler.
Kız dışarı çıkınca cüceler aralarında şöyle konuştular, "Ne iyi kız, ekmeğini bizimle paylaştı! Ona ne dilesek acaba?"
Birinci cüce, "Onun her geçen gün daha da güzelleşmesini dilerim" dedi.
İkincisi, "Ağzından çıkan her kelime altına dönüşsün isterim" dedi.
Üçüncüsü, "Dilerim bir kral çıkagelir de onu kendine eş yapar" dedi.
Kız cücelerin dediğini yaptı; süpürgeyle evin ardındaki karları temizlerken ne buldu dersiniz? Bir sürü kıpkırmızı ve olgunlaşmış çilek! Sevinçle hepsini sepete dolduran kız cücelere teşekkür ederek her biriyle tokalaştıktan sonra evin yolunu tuttu; üvey annesine istediği şeyi vermek istiyordu.
Evden içeri girip de "İyi akşamlar" der demez ağzından bir altın düştü. Ardından ormanda başına gelenleri anlattı. Ama ağzından çıkan her kelimenin ardından bir altın düşüyordu yere; öyle ki, kısa zamanda odanın içi altın doldu.
"Şuna bak, paraları nasıl da etrafa saçıyor" dedi üvey kardeşi, ama için için de onu kıskanmaktaydı. Bu yüzden o da ormana gidip çilek toplamak istedi.
Annesi, "Olmaz kızım. Dışarısı çok soğuk, sonra donarsın" dedi.
Ama kız durmadan diretince, annesi sonunda razı olarak ona kalın bir kürk manto giydirdi, yanma da yolluk olarak peynir ekmekle pasta verdi.
Kız doğru ormana giderek ufak evi buldu. Uç cüce yine dışarı bakmaktaydılar. Kız onları selamlamadan paldırküldür içeri girdi; sobanın başına geçerek peynirekmeğini ve pastasını yemeye başladı.
Cüceler "Bize de biraz ver" dediklerinde kız, "Bu bana bile yetmeyecek, başkalarına nasıl veririm?" diye cevap verdi.
Yemeyi bitirdikten sonra cüceler ona, "Al şu süpürgeyi de, evin arkasındaki karları süpür" deyince kız, "Hadi canım, kendiniz süpürün! Ben sizin hizmetçiniz değilim" diye cevap verdi.
Ve cücelerin kendine hiçbir dilekte bulunmadıklarını görünce çıkıp gitti.
Cüceler aralarında şöyle konuştular: "Öyle huysuz, kötü niyetli ve kıskanç bir kız ki, malını herkesten esirgiyor!"
Birinci cüce, "Her geçen gün biraz daha çirkinleşsin" diye dilekte bulundu.
İkincisi, "Ağzından kelime yerine bir kurbağa çıkıp yere düşsün" dedi.
Üçüncüsü de, "Bir kazaya kurban gitsin" diye konuştu.
Kız dışarıda çilek aradı, ama hiçbir şey bulamadı; üzgün üzgün eve döndü.
Ve ormanda başına gelenleri annesine anlatmaya başladığında ağzından çıkan her kelimenin ardından bir kurbağa çıktı. Öyle ki, herkes iğrendi!
Üvey annenin öfkesi ikiye katlandı; üvey kızının günden güne güzelleştiğini görünce ona nasıl bir kötülük yapabileceğini düşündü. Sonunda bir kazan alarak onu ateşe koydu, içini de iplikle doldurdu. Kazan iyice kaynayınca islenmiş iplikleri kızın boynuna astıktan sonra eline bir balta tutuşturdu: bununla donmuş nehirde bir delik açacak ve ipliği yıkayacaktı.
Kız söz dinledi, nehre vardı, orada donmuş su yüzeyinde baltayla bir delik açmaya çalıştı. Tam o sırada görkemli bir fayton gözüktü; içinde kral bulunuyordu.
Araba durdu. Kral, "Kimsin sen kızım? Ne yapıyorsun burada?" diye sordu.
"Ben zavallı bir kızım. Burada iplik yıkıyorum" diye cevap verdi kız.
Kral ona acıdı ve ne kadar güzel olduğunu da görünce, "Benimle gelmek ister misin?" diye sordu.
"Seve seve" dedi kız; üvey annesinden ve üvey kardeşinden uzak kalmış olmasına seviniyordu.
Neyse, arabaya bindi ve kralla birlikte yola çıktı. Saraya gelince de evlendiler. Cücenin dilediği gibi görkemli bir düğün oldu.
Bir yıl sonra kraliçe bir oğlan doğurdu.
Üvey anne üvey kızının başına konan talih kuşundan haberdar olunca, kendi kızını da yanına alarak saraya, sözüm ona üvey kızını ziyarete geldi!
Bir ara kral dışarı çıkmışken ve odaya gelen giden yokken cadı karı kraliçeyi başından, kızı da ayaklarından tuttukları gibi pencereye kadar taşıyıp onu nehrin akan sularına fırlattılar. Onun yatağına çirkin kız yattı, anası da yorganı başını örtecek şekilde yukarı çekti.
Kral geri gelip de karısıyla konuşmak istediğinde cadı karı, "Sakın gürültü etmeyin! Şimdi olmaz! Kendisi çok terledi. Bugün onu rahat bırakın" dedi.
Kralın aklına kötü bir şey gelmedi; ertesi sabah yine çıkageldi. Yataktaki karısıyla(!) konuşmak istediğinde, ona cevap veren kadının ağzından her kelimeden sonra altın yerine bir kurbağa çıktı! Bunun ne demek olduğunu soran krala cadı karı, bunun fazla terlemekten kaynaklandığını ve geçici olduğunu söyledi.
O gece aşçı yamağı oğlan bataklıktan gelen bir ördeğin şöyle konuştuğunu duydu:
Kral sen ne yapıyorsun?Uyanık değilsin, uyuyorsun!
Ve cevap alamayınca yine sordu:
Misafirlerim ne yapıyor?
Bunun üzerine aşçı yamağı:
Hepsi mışıl mışıl uyuyor!
diye cevap verdi. Ördek bu kez:
Ne yapıyor benim yavrum?
diye sorunca, oğlan cevap verdi:
Beşikte uyuyor, işte böyle durum!
Bunun üzerine ördek kraliçe kılığında çocuğa yaklaşarak ona meme verdi, beşiğini sallarken üzerini yorganla örttü, sonra yine ördeğe dönüşerek suda yüzüp gitti.
İki gece hep aynı şekilde geçti. Üçüncü gece ördek aşçı yamağına: "Git krala söyle, kılıcını alıp gelsin ve üzerimde üç kez döndürsün" dedi.
Aşçı yamağı krala koşarak durumu anlattı. O da kılıcını ördeğin başı üzerinde üç kez döndürdü. Üçüncü döndürüşünde karşısına karısı çıkıverdi: canlıydı, sapasağlamdı, aynen önceden olduğu gibiydi.
Kralın sevincine diyecek yoktu; yine de karısını pazar gününe kadar, yani çocuk vaftiz edilinceye kadar ayrı bir odada tuttu.
Çocuk vaftiz edildikten sonra kral, "Birisini yatağından alıp nehre fırlatana ne yapmalı?" diye sordu.
Cadı karı, "Böyle birini bir fıçıya soktuktan sonra o fıçıyı çivilemeli ve dağdan aşağıya, nehre yuvarlamalı" diye cevap verince kral, "Kendi cezanı kendin verdin" diyerek bir fıçı getirtti. Cadı karıyla kızını o fıçıya sokturttu; sonra da fıçıyı dağdan aşağıya, nehre yuvarlattı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Rapunzel

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir karı koca vardı; uzun zamandır bir çocuk istemelerine karşın olmuyordu: Derken kadın Tanrı bana istediğimi verecek diye umutlandı. Evlerinin arka tarafında bir pencere vardı. Oradan bakıldığında, içinde bin çeşit kokulu otların ve dünyanın en güzel çiçeklerinin bulunduğu bir bahçe görünüyordu. Ama etrafı yüksek bir duvarla çevriliydi; kimse içeri girmeye cesaret edemiyordu. Çünkü bu bahçe büyücü bir kadına aitti; bu büyücü çok güçlüydü, herkes ondan çok korkuyordu.
Günün birinde evli kadın bu pencerede durup o bahçeye baktı. Tarhlardan birinde çok, ama çok güzel kuzukulağı yetişmişti; hepsi o kadar taze ve yeşildi ki, canı çekti. Artık her baktığında onları yemek istiyordu. Ama yiyemeyeceğini bildiği için de günden güne sararıp soldu; zayıfladı; çok kötü görünüyordu. Bu durum karşısında kocası dehşete kapılarak: "Neyin var senin, karıcığım?" diye sordu. "Ah, şu arka bahçedeki kuzukulağından yiyemezsem öleceğim galiba" dedi kadın. Onu çok seven kocası, "Karın ölmeden önce, ne pahasına olursa olsun, git şu kuzukulağını kopar" diye söylendi kendi kendine. Ve akşam karanlığında duvarın üstünden tırmanarak büyücünün bahçesine girdi; hemen bir öbek kuzukulağı çalarak karısına getirdi. Karısı kuzukulağı salatası yaparak büyük bir iştahla yedi. O kadar ki, tadına doyamadı. Ve ertesi gün canı aynı salatayı üç misli fazla çekti. Karısının içi rahat etsin diye adam bir kez daha bahçeye dalmak zorunda kaldı. Akşam karanlığında yine duvarı tam aşarken durdu. Çok korkmuştu; çünkü karşısında büyücü kadını görüverdi. Kadın öfkeyle, "Buna nasıl cesaret edersin? Nasıl hırsız gibi bahçeme girip salatalarımı çalarsın? Gününü görürsün sen" dedi. Adam, "Nolur bağışla" dedi. "Bunu isteyerek yapmadım. Karım pencereden sizin marulları görmüş; canı o kadar çekmiş ki, yemezse ölürmüş."
Bunun üzerine büyücü kadının öfkesi yatıştı ve "Madem ki öyle, marulları almana izin veriyorum, ama bir şartla" dedi. "Eşinin doğuracağı çocuğu bana vereceksin! Ona iyi bakılacak; ben tam bir anne gibi davranacağım."
Adam korkudan her şeye razı oldu.
Kadın loğusa yatağındayken büyücü kadın çıkageldi; Rapunzel adını taktıktan sonra çocuğu alıp gitti.
Rapunzel çocukların en güzeli oldu. On iki yaşına bastığında büyücü kadın onu orman içindeki bir kuleye hapsetti. Bu kulenin ne kapısı vardı, ne de merdiveni. Sadece en yukarıda ufacık bir penceresi bulunuyordu. Büyücü kadın kuleye girmek istediğinde:
Rapunzel, Rapunzel,Saçını sarkıt, ey güzel.
diyordu.
Genç kızın upuzun, altın sarısı saçları vardı. Büyücünün sesini duyar duymaz, ördüğü saçlarını çözerek, bir ucunu pencere pervazındaki bir kancaya doladıktan sonra on beş metre aşağıya sarkıtıyor, büyücü de ona tutunarak yukarı çıkıyordu.
Birkaç yıl böyle geçti; bir gün bir prens kulenin önünden atıyla geçerken bir şarkı işitti; durup kulak kabarttı. Bunu söyleyen Rapunzel'di, can sıkıntısından vakit geçsin diye söylüyordu.
Prens onun yanma varmak istedi; kulenin kapısını aradıysa da bulamadı. Eve döndü. Ama duyduğu şarkı öylesine yüreğine işlemişti ki... artık her gün ormana çıkıyor ve kızın şarkısını dinliyordu. Bir keresinde bir ağacın altında durup beklerken bir büyücü kadının geldiğini gördü ve kadının:
Rapunzel, Rapunzel,Saçını sarkıt, ey güzel.
diye seslendiğini duydu.
Rapunzel saçlarını sarkıttı; büyücü kadın ona asılarak yukarı tırmandı.
"Demek ki bunu merdiven yerine kullanıyor. Ben de şansımı denerim" diye düşündü prens ve ertesi gün hava kararırken kuleye yaklaşarak seslendi:
Rapunzel, Rapunzel,Saçını sarkıt, ey güzel!
Ve saç aşağı sarkıtılır sarkıtılmaz ona asılarak yukarı tırmandı.
Rapunzel odasına bir adamın girdiğini görünce önce çok korktu, o zamana kadar hiç erkek görmemişti. Prens onunla dostça konuşmaya başlayarak onun şarkısını duyduğunu ve yüreğinin bundan çok etkilendiğini, bu yüzden onu görmeden edemeyeceğini anlattı. Rapunzel'in korkusu geçiverdi. Genç oğlan ona kendisini koca olarak kabul edip etmeyeceğini sordu. Onun ne kadar genç ve yakışıklı olduğunu görünce "O bana yaşlı cadı Gotel'den daha iyi bakacaktır" diye aklından geçirdi ve olumlu cevap verdi. Elini onun elinin üzerine koyarak: Seninle gelmeye razıyım. Ama buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Bundan sonra her gelişinde bir yumak ipek iplik getir; ben onu örerek bir merdiven yaparım. Tamamlandığı zaman onunla aşağı inerim, sen de beni atına alıp götürürsün" dedi.
Ve şöyle kararlaştırdılar. Prens hep akşamları gelecekti, çünkü büyücü kadın hep gündüzleri çıkageliyordu.
Büyücü kadın hiçbir şeyin farkında olmadı. Ancak Rapunzel, "Söylesene Bayan Gotel, sizi yukarı çekmekte neden zorlanıyorum da, şu anda yanımda olan prensiçekmekte zorlanmıyorum?" deyince: "Eyvaah, imansız kız" diye haykırdı büyücü kadın. "Kulaklarım neler duyuyor! Ben seni herkesten sakladım, oysa sen bana ihanet ettin!"
Ve öfkeyle yakaladığı Rapunzel'in saçlarını sol eline birkaç kez doladı; sağ eline aldığı bir makasla onları dibinden kesiverdi. Örgülü saçlar şimdi yerde yatmaktaydı. Kadın o kadar acımasızdı ki, zavallı Rapunzel'i bir çölün ortasına bıraktı. Genç kız orada açlık ve sefalet içinde yaşayacaktı.
Büyücü kadın Rapunzel'i çölde bıraktıktan sonra aynı akşam kesik saçları pencere pervazına bağladı ve genç prens gelip de:
Rapunzel, Rapunzel,Sarkıt saçım, ey güzel!
diye seslenince, saçı aşağı sarkıttı. Oğlan yukarı tırmandı, ama kulede sevgilisini değil de büyücüyü gördü. Cadoloz "A-ha" diye alaylı alaylı güldü. "Sevgilini almaya geldin; ama o güzel kuş artık yuvasında değil, artık ötmüyor. Onu kedi kaptı, seni de görürse gözlerini oyacak. Senin için Rapunzel yok artık! Onu bir daha hiç görmeyeceksin" diye ekledi.
Genç oğlan o kadar acı duydu ki, ne yaptığını bilemedi. Çaresizlikten kendini kuleden aşağı attı; ama hayatta kaldı, ancak çalılar gözüne girdi. Ve görme yeteneğini yitirmiş olarak ormanda yolunu şaşırdı; sadece ağaç kökleri ve meyvelerle karın doyurdu. Sevgili eşini kaybetmiş olmanın verdiği kederle ağlayıp sızlanmaktan başka bir şey yapmadı. Bu şekilde birkaç yıl sefalet içinde yaşadı. Derken yolu, Rapunzel'in bulunduğu çöle düştü. Genç kadın dünyaya getirdiği ikiz çocuklarla -biri kız, öbürü oğlan- burada çok zor bir hayat sürmekteydi.
Genç prens bir ses duydu; bu ses ona hiç de yabancı değildi; o tarafa doğru yaklaştı. Rapunzel onu hemen tanıdı ve boynuna atılarak ağlamaya başladı. Döktüğü gözyaşlarından iki damla prensin gözlerini ıslattı ve aynı anda delikanlı eskisinden çok daha iyi görmeye başladı. Hemen karısını yanına alarak ülkesine döndü; orada büyük bir sevinçle karşılandı. Böylece ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

İki Kardeş

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Ağabeyi, kız kardeşinin elini tutarak "Annemiz öldükten sonra iyi bir gün yaşamadık. Üvey annemiz bizi her gün dövüyor, ne zaman yanına varsak bizi tekmeliyor. Ekmek kırıntılarıyla yaşıyoruz; masanın altındaki köpek yavrusu bizden daha iyi yiyip içiyor, hiç değilse ara sıra ağzına bir lokma et giriyor. Tanrım, annemiz bunları görseydi! Gel buradan kaçıp gidelim de dünyayı görelim" dedi. Az gittiler uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Derken yağmur başladı. "Tanrı da bizimle birlikte ağlıyor!" dedi kız. Akşam olunca koskoca bir ormana vardılar. Açlıktan, çektikleri acıdan ve uzun yoldan ötürü öylesine yorulmuşlardı ki, bir ağaç kovuğuna sığınarak uyuyakaldılar. Ertesi sabah uyandıklarında güneş tam tepedeydi ve ağacı iyice ısıtmıştı. "Kardeşim, ben çok susadım. Bir pınar bulsak da su içsek. Dur bakayım, bir şırıltı duyuyorum" diyerek ayağa kalktı oğlan ve kardeşinin elinden tuttu. Kötü kalpli üvey anne aslında bir cadıydı. Çocukların evden çıkıp gittiğini görünce onları tıpkı cadıların yaptığı gibi gizlice takip etti ve ormandaki tüm pınarları lanetledi.
Çocuklar taşların üzerinden coşkuyla akıp giden bir pınar bulunca oğlan su içmek istedi, ama kız kardeşi suyun sesini duydu. "Benim suyumu içen kaplan olur! Benim suyumu içen kaplan olur!" diyordu bu ses. "N'olur ağabey, sakın içme yoksa vahşi bir hayvana dönüşürsün ve beni parçalarsın" dedi kız. Oğlan çok susadığı halde içmedi ve "Bir başka pınara bakarız" dedi. İkinci pınara vardıklarında kız yine suyun sesini duydu. "Benim suyumu içen kurt olur! Benim suyumu içen kurt olur!" diyordu ses. "N'olur ağabey, bu sudan içme. Yoksa kurt olursun ve beni yersin" dedi kız. Oğlan içmedi ve "Öbür pınara bakacağım, ama sen ne dersen de bu kez içeceğim, çünkü çok susadım" dedi. Üçüncü pınara vardıklarında kız yine suyun sesini duydu. "Benim suyumu içen ceylan olur! Benim suyumu içen ceylan olur!" diyordu ses. "N'olur ağabey, sakın içme yoksa ceylan olur benden kaçarsın" dedi kız. Ama ağabeyi diz çökerek sudan içti ve suyun daha ilk damlasını içince ceylan olup çıktı.
Kız ağabeyinin bu haline bakıp ağlamaya başladı. Ceylan da ağlıyordu. Kız üzgün üzgün onun yanına oturdu. Sonra "Sen ağlama ceylanım, ben seni hiç yalnız bırakmayacağım!" diyerek altın gerdanlığını boynuna geçirdi. Sonra sazlardan bir ip yaptı. Bunu hayvana takarak yürümeye başladı. Birlikte ormanın derinliklerine daldılar. Uzun süre gittikten sonra ufak bir eve vardılar. Kız baktı, ev boştu. "Burada kalabiliriz" diye düşündü kız. Ceylana dökülmüş yapraklardan ve yosunlardan bir yatak yaptı. Her sabah dışarı çıkıp ağaç kökleri, yabaniçilek ve ceviz topladı. Ceylana da taze çimen getirdi; hayvan elinden kaparak yedi, neşesi yerine geldi ve kızla oynayıp sıçramaya başladı.
Akşam olunca kız yoruluyor, duasını ederek başını yastık yerine ceylanın sırtına koyup öylece uyuyakalıyordu. Hani ağabeyi insan kılığında olmuş olsaydı, şahane bir hayat süreceklerdi. Bir süre bu vahşi orman içinde böyle yaşadılar. Derken bir gün kral ormanda ava çıktı. Her tarafta boru sesiyle köpek havlamaları ve neşeli bağrışmalar duyuldu. Ceylan bunu işitince içinden onlara katılmak geldi. Kıza "N'olur beni bırak, daha fazla dayanamayacağım!" diye öyle yalvardı ki, sonunda kız razı oldu. "Ama akşam olunca eve dön. Ben avcılar girmesin diye kapıyı iyice kapatacağım. Sen geldiğin zaman kapıyı çalarsın ve 'Kız kardeşim, ben geldim, aç kapıyı' dersin; böyle demezsen kapıyı açmam ha!" dedi. Ceylan dışarı fırladı. Temiz havaya çıktığı için öyle rahat ve neşeliydi ki! Kral ve avcıları bu güzel hayvanı görünce peşine düşerek yakalamak istedilerse de ona yetişemediler. Tam yakalayacakları sırada güzel hayvan çalılıklardan atlayarak kayboldu. Karanlık basınca küçük eve döndü, kapıyı çalarak "Kız kardeşim, ben geldim, aç kapıyı!" diye seslendi. Kapı açıldı, hayvan içeri daldı ve bütün gece yumuşak yatağında yattı uyudu.
Ertesi sabah av yeniden başladı. Yine boru seslerini ve avcıların bağrışlarını duyan ceylanın içi içine sığmadı. "Kardeşim n'olur kapıyı aç, dışarı çıkacağım!" dedi. Kız ona kapıyı açtı ve "Akşama gel, ne diyeceğini de unutma sakın" dedi. Kral ve avcıları altın gerdanlıklı ceylanı görünce peşinden gittiler, ama hayvan onlardan daha çabuktu. Bu kovalama akşama kadar sürdü. Sonunda avcılar onu kıstırdı, bir tanesi ayağından yaraladı; ceylan topallamaya başladı ve yavaş koştu. Avcılardan biri onu gizlice eve kadar takip etti ve nasıl "Kız kardeşim, ben geldim, kapıyı aç" diye seslendiğine, kapının nasıl açılıp kapandığına tanık oldu. Hepsini aklında tuttu. Krala giderek olanları ve duyduklarını anlattı. Kral, "Yarın ava çıkılacak!" dedi. Kız ceylanın yaralandığını görünce çok korktu. Yarasını temizledi, üzerine şifalı otlar koydu. "Şimdi git yatağına yat da iyileşesin" dedi. Ama yara o kadar hafifti ki, ceylan ertesi gün ayağa kalktı ve dışarıda avcıların sesini duyunca "Artık dayanamayacağım, şu ava katılmalıyım; nasılsa beni yakalayamazlar" dedi. "Ama seni öldürürler. O zaman dünyada her şeyden uzak bu ormanda yalnız kalırım. Seni dışarı bırakmam" diye ağlamaya başladı kız. "O zaman ben de burada sıkıntıdan ölürüm" dedi ceylan. "Şu boru sesini işitince yerimde duramıyorum."
Kız ne yapacağını bilemedi ve ister istemez kapıyı açtı. Ceylan sıçrayarak sevinç içinde ormana daldı. Kral onu görünce avcılarına, "Şunu bütün gün, gece yarısına kadar kovalayın, ama sakın canını yakmayın" diye emir verdi. Güneş batar batmaz da avcıya, "Gel, şimdi bana şu ufak evi göster" dedi. Eve vardıklarında kapıyı çaldılar. "Kız kardeşim, ben gelmişim, kapıyı aç" diye seslendi kral. Kapı açıldı, kral içeri girdi. Karşısında bir kız duruyordu; o güne kadar görmediği güzellikte bir kız. Kız gelenin ceylan değil de başı taçlı bir adam olduğunu görünce çok korktu. Ama kral ona dostça yaklaşarak elini uzattı ve "Benimle sarayıma gelip eşim olmak ister misin?" diye sordu. "Olur, ama ceylan da gelecek, onu bırakmam" dedi kız. "Ömür boyu senin yanında kalabilir, hiçbir şeyi de eksik olmayacak" dedi kral. Aynı anda ceylan içeri girdi, kız onun boynuna sazdan yapılma ipi takarak evden dışarı çıkardı. Kral genç kızı atına alarak saraya götürdü; orada görkemli bir düğün yapıldı. Kız da kraliçe olarak uzun süre mutlu bir hayat yaşadı. Ceylana hep iyi bakıldı, sarayın bahçesinde hep oynayıp durdu.
Ama çocukların ormana kaçmasına neden olan üvey anne, kızın vahşi hayvanlar tarafından parçalandığını, oğlanın da ceylan derisi kazanmak isteyen avcılar tarafından öldürüldüğünü sanıyordu. Onların hayatta olduklarını ve mutlu yaşadıklarını öğrendiği zaman kıskançlıktan içi içini yedi; huzuru kaçtı. Onların başına bela sarmaktan başka bir şey düşünemez oldu. Tek gözlü çirkin kızı da hep serzenişte bulunuyor ve "Keşke ben kraliçe olsaydım!" deyip duruyordu. "Kapa çeneni şimdi. Zamanı gelince o da olacak" dedi annesi. Derken o zaman gelip çattı. Kral ava çıkmışken kraliçe bir oğlan dünyaya getirdi. Üvey anne de oda hizmetçisi kıyafetine bürünerek kraliçenin odasına girdi. "Gelin, banyo hazır. Size iyi gelir, soğumadan acele edin" dedi loğusa kadına. Kendi kızı da oradaydı. İkisi birlikte halsiz kraliçeyi banyoya soktular, sonra kapıyı dışardan kilitleyerek oradan kaçtılar. Kraliçe boğulsun diye odadan çıkmadan önce bir de ateş yakmışlardı.
Tüm bunlardan sonra cadı, kendi kızının başına bir bone geçirerek onu kraliçenin yatağına yatırdı. Yüzünü de kraliçeninkine benzetti, ama olmayan gözünün yerine yenisini koyamadı. Kral görmesin diye kızını gözünün olmadığı tarafa yatırdı. Kral akşam olup da eve gelince, bir oğlunun dünyaya geldiğini öğrendi ve çok sevindi. Ne yapıyor diye hemen karısının yanma varmak istedi. Ama cadı hemen, "Sakın ha, perdeler kapalı kalsın, kraliçe henüz ışığa bakmamak, dinlenmeye ihtiyacı var" diye seslendi. Kral geri çekildi ve yatakta sahte kraliçenin yatmakta olduğunu fark etmedi. Gece yarısı olup da herkes uykuya dalınca çocuk odasındaki beşiğin başında nöbet tutmakta olan dadı kapının açıldığını ve içeriye gerçek kraliçenin girdiğini gördü. Kraliçe çocuğu beşikten alarak emzirdi. Sonra onu biraz sallayarak tekrar yerine yatırdı ve yorganla üzerini örttü. Ama bir köşede yatmakta olan ceylanı da unutmadı; onun sırtını okşadı. Sonra hiç ses çıkarmadan geldiği gibi gitti. Ertesi sabah dadı nöbetçilere gece saraya kimsenin gelip gelmediğini sordu. "Hayır, biz kimseyi görmedik" diye cevap verdi nöbetçiler. Böylece geceler geçti ve kimse tek laf etmedi. Dadı kraliçeyi her seferinde gördü, ama kimseye bir şey söylemeye cesaret edemedi. Zaman geçti ve bir gece kraliçe şöyle söylendi:
Çocuğum ne yapıyor?Ceylanım ne yapıyor?İki kez daha gelirim,Bir daha da gelmem.
Dadı cevap vermedi ve kadın gittikten sonra kralın yanına vararak her şeyi anlattı. "Aman Tanrım, demek böyle! Önümüzdeki gece nöbeti kendim tutacağım" dedi kral. Ve akşam olunca çocuğun odasına girdi. Gece yarısı kraliçe gelerek konuşmaya başladı:
Çocuğum ne yapıyor?Ceylanım ne yapıyor?Bir kez daha gelirim,Bir daha da gelmem.
Her zaman yaptığı gibi- gitmeden önce çocuğu temizledi ve emzirdi. Kral onunla konuşmaya cesaret edemedi, ama ertesi gece yine nöbete geçti. Kadın o gece de aynı şekilde,
Çocuğum ne yapıyor?Ceylanım ne yapıyor?Şimdi geldim amaBir daha gelmem.
diye söylendi. Bu defa kral dayanamadı, yanına vararak, "Sen benim sevgili karım olmalısın" dedi. "Evet, ben senin karınım" diye cevap verdi kadın. Ve o anda Tanrı'nın inayetiyle canlanıverdi; taptaze, pembe tenli ve sapasağlam bir kadındı şimdi. Krala, cadı üvey annesinden ve onun kızından çektiklerini anlattı. Kral her ikisini de mahkemeye sevk etti ve haklarında ölüm cezası çıktı. Kör kız ormana götürüldü, orada vahşi hayvanlar tarafından parçalandı. Cadıyı yaktılar. Cadı bağıra bağıra can verdi. Külleri etrafa savrulurken ceylan yine bir insana dönüştü. Ve o günden sonra iki kardeş ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Serseriler Güruhu

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Horoz tavuğa dedi ki: "Şimdi ceviz zamanı, sincap gelmeden gidip onları toplayalım!" - "Tamam, ama önce biraz gönül eğlendirelim" dedi tavuk. Beraber dağa çıktılar. Etraf günlük güneşlik olduğu için akşama kadar orada kaldılar. Fazla mı yemek yediler, yoksa canları mı çok değerliydi bilmem, eve yaya dönmek istemediler. Horoz ceviz kabuğundan bir araba yaptı. Araba tamamlanınca tavuk horoza binerek "Sen de arabaya koşul!" dedi."Hadi ordan be!" dedi horoz, "Arabaya koşulmaktansa yaya giderim daha iyi. Arabaya koşulmakmış! Biz böyle konuşmadık ki! Arabacı olurum, dizginler de bende olur, o zaman tamam; ama koşulma işine gelemem!"Onlar böyle tartışırken bir ördek çıkageldi. "Sizi gidi hırsızlar sizi! Cevizliğime girmenize kim izin verdi? Ben size gösteririm gününüzü!" diye gagasını açarak horozun üstüne yürüdü. Ama horoz boş durmadı, ördeğin karnına bir tekme attıktan sonra mahmuzlarıyla öyle bir saldırdı ki, ördek özür dilemek zorunda kaldı ve arabaya koşulmaya da razı oldu.Horoz arabaya geçip oturdu ve arabacı pozunda ördeğe "Deh deh, ördek yaylan bakalım!" diye bağırdı.Bir süre böyle yol aldıktan sonra iki yayaya rastladılar; biri toplu iğneydi, öbürü dikiş iğnesi! iğneler "Durun, durun!" diye seslenerek havanın kararmakta olduğunu ve çok çamurlu olduğu için yollarına devam edemeyeceklerini söylediler. Bir hana gitmişler ve birayı biraz fazla kaçırmışlardı!Horoz, çok zayıf oldukları ve fazla yer kaplamayacakları gerekçesiyle onları arabaya aldı, ama bir şartla: kendisine ve tavuğa numara yapmayacaklardı!Akşama doğru bir hana vardılar. Hem gece yol alamayacaklarından hem de ördek yürüyemeyecek kadar topalladığından orada kaldılar.Hancı önce bunların soylu kişiler olmadığını düşünerek onları zora soktu. Ama onlar tatlı dil dökünce hancı razı oldu. Ancak tavuğun yolda yumurtladığı yumurtayla, her gün tek bir yumurta yumurtlayan ördek kendisinin olacaktı. Bu şartla handa geceleyebilirlerdi!Bütün takım o gece yıkanıp temizlendikten sonra vur patlasın çal oynasın eğlendiler.Ertesi sabah gün doğarken ve herkes uykudayken horoz tavuğu uyandırdı. Yumurtayı alıp kırarak güzelce yediler, kabuklarım da ocağa attılar. Sonra da hâlâ uyumakta olan dikiş iğnesinin yanma vardılar, onu hancının koltuktaki yastığına, toplu iğneyi de havlusuna iliştirdiler. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi kıra çıktılar.Açık havada uyumayı seven ve bu nedenle avluda uyuyan ördek derede yüzmekte olan hayvanların gürültüsünü duyunca uyandı; hayvanlar arabadan daha hızlıydılar.Birkaç saat sonra hancı uyandı, yatağından kalktı. Yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kurulamak istedi, ama toplu iğne yüzüne battı ve kulağına kadar uzun bir çizgi oluşturdu. Daha sonra mutfağa geçerek bir pipo yakmak istedi, ama ocağa yaklaştığında yumurta kabukları çıtırdayarak gözüne kaçtı."Bu sabah işler ters gidiyor!" diye öfkeyle söylenerek kendini büyükbabasının koltuğuna bıraktı, ama aynı anda "Off!" diye haykırarak yerinden fırladı. Dikiş iğnesi, başına değil de çok daha nazik bir yerine batmıştı!Çok kızdı ve dün akşam geç saatte gelen misafirlerinden şüphelendi. Gidip onlara baktı; hepsi gitmişti.İşte o günden sonra yiyip içip eğlenen ve para ödemeden giden serseri güruhuna bir daha kapıyı açmayacağına yemin etti.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

On İki Erkek Kardeş

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar bir kral ile kraliçe vardı, ikisi de mutlu bir hayat sürüyordu. On iki çocukları vardı, hepsi de yaramaz oğlanlardı.
Bir gün kral karısına, "On üçüncü çocuğun kız olursa öbür on iki oğlan ölmeli ki serveti daha büyük olsun ve krallık yalnız ona kalsın" dedi.
Sonra on iki tane tabut yaptırdı, içlerini saman doldurttuktan sonra her birine birer küçük ölüm minderi koydurt- tu. Tabutları bir odaya kapayarak anahtarını karısına verdi, kimseye bir şey söylememesini tembih etti.
Ama kraliçe günlerce üzülüp durdu. Hiç yanından ayırmadığı ve Incil'den esinlenerek Benjamin adını verdiği en küçük oğlu, "Anneciğim, neden böyle üzgünsün?" diye sordu.
"Bunu sana söyleyemem, evladım" dedi kadın. Ama oğlan ona rahat vermedi. Öyle ki, sonunda anahtarla odanın kapısını açarak oğluna içi saman dolu on iki tabutu gösterdi. "Bak Benjamin'ciğim, bu tabutları baban senin ve kardeşlerin için yaptırdı. Ben dünyaya bir kız çocuğu getirirsem, hepiniz öldürülecek ve bu tabutlara konacaksınız" dedi.
Bunları söylerken ağlamaya başladı, ama çocuğu onu teselli ederek: "Ağlama anneciğim, biz başımızın çaresine bakarız, buradan gideriz" dedi.
Annesi de, "On bir kardeşini al, ormana git. içinizden biri oradaki en yüksek ağacın tepesine tırmansın ve sarayın kulesini gözlesin! Ben bir erkek çocuğu doğurursam oraya beyaz bayrak çekerim, o zaman hepiniz gelirsiniz. Kız doğurursam kırmızı bayrak çekerim, o zaman kaçın kaçabildiğiniz kadar! Tanrı sizi korusun! Kışın sizleri ısıtacak bir ateş bulmanız, yazın da sıcaktan bunalmamanız için her gece dua edeceğim ben" dedi.
Çocuklarını kutsadıktan sonra oğlanlar ormana gitti. İçlerinden biri en yüksek meşeye tırmandıktan sonra sarayın kulesini gözetlemeye başladı.
On bir gün geçtikten sonra nöbet sırası Benjamin'e geldi. Oğlan baktı ki, kuleye bir bayrak çekilmiş; ama bu beyaz değil kırmızı bir bayraktı! Yani hepsinin öleceği anlamına geliyordu!
Kardeşleri bunu duyunca çok öfkelenerek şöyle dediler: "Bir kız yüzünden neden ölelim ki! Madem öyle, biz de intikam alalım, yani nerede bir kız görürsek onun kanını dökelim!"
Daha sonra ormana çıkarak en kuytu köşelerine kadar gittiler. Sonunda ufak, boş, ama büyülü ufacık bir ev buldular.
"Burada kalırız" dediler. "Benjamin, sen en gencimizsin, hem de çelimsizsin. Sen burada kal ve ev işlerine bak, biz de yiyecek bir şeyler bakalım."
Sonra ormana dalarak tavşan, geyik ve güvercin vurdular, yanı sıra da yiyecek bazı şeyler bulduktan sonra hepsini getirip Benjamin'e verdiler. O hepsini pişirecekti ve böylece karınlarını doyuracaklardı.
Bu ufak evde on yıl yaşadılar ve bu süre onlara hiç de uzun gelmedi.
Kraliçenin doğurduğu kız büyüdü; çok iyi kalpliydi ve yüzü çok güzeldi; alnında da altın bir yıldız vardı. Bir seferinde çamaşırlar yıkanırken on iki tane gömlek görünce annesine şöyle sordu: "Bu gömlekler kime ait? Babama küçük gelir çünkü."
Annesi içini çekerek, "Kızım, onlar senin on iki kardeşine ait" dedi.
"Nerede onlar? Ben ilk defa böyle bir şey duyuyorum" diye cevap verdi kız.
"Nerede olduklarını Tanrı bilir; bütün dünyayı dolaşıyor olmalılar" dedi kadın ve içinde talaş doldurulmuş on iki tabutun ve minderin bulunduğu odanın kilidini açarak, "Bu tabutlar kardeşlerin için hazırlandı, ama onlar sen doğmadan önce gizlice kaçtılar" diye ekledi ve olan bitenleri anlattı.
Bunun üzerine kız, "Anneciğim, ağlama sen; ben gidip kardeşlerimi bulurum" dedi.
On iki gömleği yanına alarak yola çıktı ve doğru o koca ormana gitti. Bütün gün yürüdükten sonra akşama doğru büyülü eve vardı. İçerde genç bir oğlan gördü.
Oğlan, "Sen nerden çıktın? Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu ve onun ne kadar güzel olduğunu, üstündekilerin kraliçelere özgü giysiler olduğunu, alnında da altın bir yıldız olduğunu fark etti.
Kız, "Ben kralın kızıyım, on iki kardeşimi arıyorum. Onları buluncaya kadar hep gündüzleri yürüyeceğim" diyerek ona on iki gömleği gösterdi.
O zaman Benjamin karşısındakinin kendi kardeşi olduğunu anladı ve "Ben Benjamin'im, senin en küçük kardeşin! dedi.
Kız sevinçten ağlamaya başladı; Benjamin de! Sonra ikisi de sarılıp koklaştılar.
Daha sonra oğlan, "Yalnız bir sakınca var: biz karşımıza çıkacak her kızı öldürmeye karar verdik, çünkü bir kız yüzünden hepimiz yuvamızdan olduk" dedi.
Kız, "Ben ölmeye hazırım, yeter ki kardeşlerim yaşasın" diye karşılık verdi.
"Hayır! Sen ölmeyeceksin! Kardeşlerim gelene kadar şu fıçının arkasına geç! Ben onlarla anlaşırım" dedi oğlan.
Kız söyleneni yaptı.
Gece olunca ötekiler avdan döndüler. Yemek hazırdı. Hepsi sofraya oturup yemeye başladı. Bu arada, "Ee, ne var ne yok?" diye sordular.
"Haberiniz yok mu?" diye karşılık verdi Benjamin.
"Hayır" diye cevap verdiler.
Benjamin devam etti. "Siz ormana gittiniz ya, ben evde kaldım. Bu yüzden sizden daha fazla şey biliyorum."
"Anlat o zaman" dediler.
"Önce bana, karşınıza ilk çıkacak kızı öldürmeyeceğinize söz verin" dedi Benjamin. "Tamam, verdik! Sen anlat bakalım!"
Oğlan, "Kız kardeşimiz burada" diyerek fıçıyı yana itti. Kraliçeye özgü giysileriyle, alnındaki altın yıldızıyla genç kız karşılarına çıkıverdi. O kadar tatlı ve o kadar güzeldi ki!
Hepsi büyük bir sevinçle ve sevgiyle onu kucaklayarak öptüler.
O günden sonra kız hep evde, Benjamin'in yanında kaldı. Diğerleri ormana giderek vahşi hayvan, geyik, kuş ve güvercin vurarak eve getirdi, Benjamin'le kız kardeşi de bunlardan yemek hazırladı hep. Kız ocağa odun taşıdı, sebzelere kokulu otlar aradı, sonra hepsini ateşte ısıttıktan sonra sofrayı kurdu. Ayrıca ev işlerini gördü, yatak yaptı, çarşafları yıkayıp ütüledi. Kısacası, hep birlikte uyumlu bir hayat sürdürdüler.
Böylece uzun bir süre iki kardeş evde kalıp güzel yemekler hazırladı; ikisi de birlikte yedi içti; ikisi de çok mutluydu.
Bu büyülü evin bir bahçesi vardı; bu bahçede on iki tane zambak vardı. Genç kız kardeşlerine hoş bir sürpriz yapmak için bu çiçekleri kopardı; yemekte onlara sunacaktı! Ama o çiçekleri koparır koparmaz on iki kardeş on iki kargaya dönüşüverdi ve orman üzerinden uçup gittiler.
Böylece zavallı kız vahşi ormanda yapayalnız kaldı. Ve etrafına bakındığında yanında bir kocakarı gördü.
Kadın, "Ne yaptın sen çocuğum? Neden on iki beyaz zambağı yerinde bırakmadın? Aslında onlar senin kardeşlerindi, şimdi hepsi karga oldu" dedi.
Kız ağlayarak, "Buna karşı yapılacak bir şey yok mu?" diye sordu.
"Hayır" dedi kocakarı, "Yok, ama aslında tek bir çaresi var, ama sen buna başvursan da başaramazsın, onları özgürlüklerine kavuşturamazsın! Çünkü bunun için yedi yıl boyunca hep suskun kalacaksın, konuşmayacaksın ve gülmeyeceksin. Tek bir kelime konuştun mu, o yedi yılın dolmasına bir saat kalmış olsa bile, tüm yaptıkların boşa gidecek; yani tek bir kelimeyle kardeşlerini öldürmüş olacaksın!"
Kız coşkuyla atıldı. "Kardeşlerimi kurtaracağımdan eminim ben" dedi. Ve daha sonra yüksek bir ağaca tırmandı, dallarından birine oturdu ve hayal kurmaya başladı, konuşmadı ve gülmedi.
Günlerden bir gün kral ormanda avlanmaya çıktı. Yanında tazısı vardı; hayvan kızın olduğu ağaca giderek etrafında dönüp havlamaya başladı. Bunun üzerine kral oraya vararak ağaçtaki güzel prensesi, keza alnındaki altın yıldızı gördü. Kız o kadar güzeldi ki, kral hemen ona âşık oldu ve ona seslenerek kendisiyle evlenmek isteyip istemediğini sordu. Kız cevap vermedi, ama evet anlamında başını salladı.
Bunun üzerine kral ağaca kendisi çıktı, onu alıp aşağı indirdi, atına oturttu ve sonra saraya götürdü. Düğün çok görkemli oldu. Ancak gelin ne konuşuyor ne de gülüyordu!
Birkaç yıl birlikte mutlu yaşadıktan sonra, aslında kötü kalpli biri olan kralın anası genç kraliçeyi oğluna çekiştirmeye başladı.
"Sen eve bir dilenci kızı getirmişsin! Bu imansızın aklından kim bilir neler geçiyor? Sağır olabilir, konuşamıyor olabilir, ama hiç değilse bir kere olsun gülmeliydi! Ama biri gülmezse vicdan azabı çekiyor demektir."
Kral önce inanmak istemedi, ama anası kulağına öyle kötü şeyler fısıldadı ki, sonunda karısını ölüme mahkûm etti.
Derken sarayın avlusunda büyük bir ateş yakıldı; kraliçe bu ateşte yakılacaktı!
Kral ağlamaklı gözlerle sarayın penceresinden bakıyordu, çünkü karısını hâlâ seviyordu.
Ancak kraliçeyi tam kazığa bağladıkları anda yedi yıl sona erdi ve gökte bir gürültü duyuldu. On iki karga uçuşarak yere kondu ve konar konmaz hepsi insan kılığını aldı. Bunlar kraliçenin özgürlüğe kavuşturduğu on iki erkek kardeşiydi!
Hemen alevleri ve ateşi söndürdüler, kız kardeşlerini bağlandığı kazıktan çözüp serbest bıraktılar. Onu kucaklayıp öptüler bir şeyler söylemesi için direttiler.
O andan itibaren kraliçe ağzını açıp konuşabildiği için krala neden hep suskun kaldığını ve gülmediğini anlattı. Bunları duyan kral çok sevindi.
O günden sonra ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar.
Kötü kalpli cadaloz ana mahkemeye çıkarıldı ve hakkında verilen hükme göre, kaynar zeytinyağı ve yılan dolu bir fıçıya atılarak feci bir ölüme bırakıldı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Harika Kemancı

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir zamanlar harika bir çalgıcı vardı; ormanda tek başına dolaşırken aklına başka bir şey gelmeyince kendi kendine, "Burada canım sıkılıyor. Keşke iyi bir arkadaş çıksa karşıma" dedi. Ve sırtındaki kemanı alarak çalmaya başladı; sesi ağaçlarda yankılandı. Aradan çok geçmeden fundalıkların arkasından bir kurt çıkageldi. "Eyvah, kurt geliyor! Ben böyle bir şey istememiştim!" diye söylendi.Ama kurt ona yaklaşarak: "Aman ne güzel çalıyorsun sen çalgıcı!" dedi. "Ben de öğrenmek isterdim!""Öğrenmesi kolay" diye cevap verdi çalgıcı. "Söylediklerimi yapmalısın ama!""Ah, çalgıcı; ustasını dinleyen çırak gibi dinlerim seni!" dedi kurt.Çalgıcı onu yanına aldı; bir süre birlikte yürüdükten sonra yaşlı bir meşe ağacı gördüler; içi koftu, gövdesi tamamen yarıktı. "Bak!" dedi çalgıcı. "Keman çalmayı öğrenmek istersen önce ön ayaklarını şu yarığa daya!" Kurt söyleneni yaptı. Ama çalgıcı, hemen yerden bir taş alarak kurdun ayaklarına öylesine vurmaya başladı ki, hayvan açamadı ve olduğu yerde kalakaldı. "Ben dönünceye kadar sen burda bekle!" diyen çalgıcı yoluna devam etti.Bir süre sonra yine kendi kendine "Ormanda canım sıkılıyor, karşıma başka biri çıksa bari!" dedi. Sonra keman çala çala ormana daldı. Aradan çok geçmeden ağaçların arasından bir tilki çıkageldi. "Aa, bir tilki geliyor; ben onu istememiştim ki!" diye söylendi.Tilki onun yanma yaklaşarak, "Sen ne güzel keman çalıyorsun çalgıcı! Ben de öğrenmek isterdim!" dediÇalgıcı, "Öğrenirsin" dedi. "Yeter ki, benim dediğimi yap!""Aman çalgıcı, sen ne istersen yaparım; tıpkı bir çırağın, ustasını dinlediği gibi!" diye cevap verdi tilki."Öyleyse peşimden gel" dedi çalgıcı.Bir süre birlikte yürüdüler; derken her iki tarafı yüksek ağaçlarla çevrili bir keçi yoluna vardılar. Çalgıcı orada durdu ve bir taraftaki bir fındık ağacının dalını yere kadar eğdi; ucunu ayağıyla bastırdı. Karşı taraftaki ağacı da aynı şekilde eğdikten sonra, "Hadi bakalım tilki hazretleri, bir şeyler öğrenmek istiyorsan uzat bakayım sol ön ayağını" dedi. Tilki söz dinledi ve çalgıcı onun ayağını sol taraftaki ağacın gövdesine bağladı."Tilki hazretleri, şimdi öbür ayağını uzat bakalım" diyen çalgıcı, sonra onu da sağ taraftaki ağaca bağladı. Düğümlerin sağlamlığını kontrol ettikten sonra ağaçları serbest bıraktı; iki ağaç da aynı anda doğrulurken tilkiyi havaya fırlattı. Hayvan ayaklarından bağlı halde debelenip dururken çalgıcı, "Ben dönene kadar burda bekle" diyerek yoluna devam etti.Yine kendi kendine, "Ormanda canım sıkılıyor; başka bir arkadaş gelse bari" diye söylendi. Ve kemanını çalmaya başladı; çıkan sesler tüm ormanda yankılandı. Derken bir tavşan sıçraya sıçraya yaklaştı. "Aa, tavşan geliyor! Ben onu istememiştim ki!" diye söylendi çalgıcı.Tavşan, "Sen ne güzel keman çalıyorsun, çalgıcı! Ben de öğrenmek isterdim!" dedi."Hemen öğrenirsin" dedi çalgıcı, "Yeter ki benim söylediğimi yap.""Oo, çalgıcı; bir çırak ustasını nasıl dinlerse, ben de senin sözünü öyle dinlerim!" diye cevap verdi tavşan.Bir süre birlikte yürüdüler; ormanın aydınlık bir yerine vardılar; orada bir kavak ağacı vardı. Çalgıcı hemen tavşanın boynuna bir ip geçirdikten sonra bir ucunu da ağaca bağladı. "Hadi, tavşan! Şu ağacın etrafında yirmi defa dolan bakalım!" dedi. Tavşan söyleneni yaptı Yirmi kez döndükten sonra ip de yirmi kez ağaca dolandı ve böylelikle tavşan, sımsıkı bağlanmış oldu. Bir oraya bir buraya debelenirken ip yumuşak boynunu kesti. "Ben gelene kadar burda bekle" diyen çalgıcı yoluna devam etti.Bu arada kurt debelendi, çekti çekiştirdi, taşı ısırdı; ayağını yarıktan kurtarıncaya kadar uğraşıp durdu. Sonra öfkeden kudurmuşçasına çalgıcının peşine düştü. Tilki onu görünce avazı çıktığı kadar bağırdı: "Kurt kardeş, gel bana yardım et; çalgıcı beni faka bastırdı!" Kurt ağaçları birbirinden ayırarak bağları çözdü ve tilkiyi kurtardı. Tilki ona katıldı; niyeti çalgıcıdan öç almaktı. Derken kapana kısılmış tavşanı da bulup onu serbest bıraktılar. Sonra hep beraber çalgıcıyı aramaya koyuldular.Bu arada çalgıcı keman çala çala yoluna devam etti; ancak bu kez şansı yaver gitti. Keman sesi, bir oduncunun kulağına gitti; adam ister istemez işini yarıda bırakarak baltası elinde, müzik dinlemeye koştu. Çalgıcı, "Sonunda gerçek bir arkadaş çıktı karşıma! Ben hep bir insan arıyordum, vahşi hayvan değil!" diyerek öyle güzel ve öyle hoş çalmaya başladı ki, oduncu büyülenmişçesine orada kalakaldı; yüreği sevinçle doldu. Tam o sırada kurt, tilki ve tavşan çıkageldi. Oduncu onların kötü niyetlerini sezince parlak baltasını havaya kaldırarak çalgıcının önüne atıldı. "Kim ona dokunursa, karşısında beni bulur!" diye tehdit etti.Hayvanlar korktu ve ormana kaçtı.Çalgıcı oduncuya olan gönül borcunu keman çalarak ödedi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

İyi Pazarlık

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir köylü ineğini pazara götürerek yedi liraya sattı. Eve dönerken ufak bir göl kenarından geçiyordu ki, uzaktan kurbağa sesleri duydu: Vırak, vırak, vırak, vırak."Boşuna bağırıyorlar" diye söylendi. "Yedi liraya sattım, sekize değil." Ama kurbağalar "Vırak, vırak, vırak" da diren' diler.Su başına geldiğinde onlara seslendi:"Aptal hayvanlar, inanmıyorsanız bi' daha sayayım" diyerek cebinden çıkardığı parayı saydı; her yirmi dört kuruş bir lira ediyordu.Ama kurbağaların hesabı aynıydı: "Vırak, vrak, vırak, vı- rak."Köylü kızdı. "Yahu bana inanmıyorsanız alın kendiniz sayın" diyerek paraları suya fırlattı. Ve onlar saysınlar da paraları geri versinler diye durup bekledi. Akşam oldu, eve gitme zamanı geldi. Kurbağalara yine öfkeyle seslendi:"Heey, su sıçanları, dikkafalılar, patlak gözlüler, avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz. Hani neredeyse insanın kulakları sağır olacak. Yine de paramı geri vermediniz, işiniz bitinceye kadar burada durup bekleyeyim mi yani?" diye bağırdıktan sonra oradan ayrıldı. Kurbağaların "Vırak, vırak, vırak, vırak" sesleriyle evine kızgın vardı. Bir süre sonra bir inek satın aldı, onu kesti ve bir hesap yaptı. Eti parçalara ayırarak satarsa iki inek fiyatı kadar para kazanacaktı; derileri de cabası!Ve şehre indi, daha girişte etrafını bir sürü köpek çevirdi. En önde de büyük bir tazı vardı; hayvan ete sıçradı, onu kokladı ve "Hav, hav, hav, hav" diye havladı."Ne istediğini biliyorum, eti istiyorsun! Veririm, ama benim köye girmemi sağlarsan."Köpek "Hav, hav" daha başka bir cevap vermedi."Hiç ısırmasan da, arkadaşlarına örnek olsan?""Hav, hav.""Madem ki ısrar ediyorsun, dediğin olsun. Ben seni iyi tanıyorum, ama kime çalıştığını da biliyorum. Eti veririm, ama üç gün sonra paramı isterim, tamam mı? Yoksa başın belaya girer. Parayı bana geri getir."Böyle diyen köylü etin tamamını köpeğe verirken: "Dinle" dedi. "Şimdi ötekiler de et isteyecek, ama sen benden yana çık."Aradan üç gün geçtikten sonra köylü:"Bu akşam parayı cebinde bil" diye kendi kendine söylendi; neşesi yerindeydi.Ama kimse gelmedi, kimse para getirmedi."Hiç kimseye inanılmıyor ki" diye söylendi; daha sonra sabrı tükendi, şehirdeki kasabın yanına vararak parasını istedi.Kasap onun şaka yaptığını sandı, ama köylü:"Hadi, dalga geçme, paramı istiyorum! Uç gün önce kocaman bir köpek sana inek eti getirmedi mi sanki?"Bunun üzerine kasap öyle kızdı ki, eline geçirdiği süpürgeyle köylüyü dükkanından kovdu."Dur hele! Bu dünyada adalet diye bir şey var" diyen köylü doğru saraya giderek şikayette bulundu.Onu kralın huzuruna çıkardılar; kralın kızı da oradaydı.Kral köylüye, "Derdin ne senin?" diye sordu."Şey, kurbağalar paramı, köpekler de etimi aldılar, kasap da bana dayak attı" diyen köylü olanları ayrıntılarıyla anlattı.Kralın kızı kahkahalarla gülmeye başladı. Kral köylüye:"Haklı olduğunu söyleyemem, ama kızımla evlenebilirsin, çünkü kendisi ömrü boyunca hiç gülmedi ve ben hangi erkek onu güldürürse onu damat olarak alacağım diye söz verdim. Sen şanslıymışsın" dedi.Köylü, "Ama ben onu istemem, çünkü evimde bir karım var zaten, o bile bana çok geliyor. O zaman her eve varışımda her köşede birer kadın duruyormuş gibi gelecek bana" diye cevap verdi.Kral çok kızdı. "Sen çok saygısızsın" dedi.Köylü, "Kral hazretleri, bir öküzden çıksa çıksa sığır eti çıkar" diye cevap verdi."Dur" diye karşılık verdi kral. "Sana başka bir ödül vereyim. Hemen çek git buradan, ama üç gün sonra geri gel, o zaman sana beş yüz lira ödenecek."Köylü sarayın dış kapısından çıkarken nöbetçi asker şöyle dedi:"Sen kralın kızını güldürdün, ödülünü alacaksın.""Evet, herhalde" diye cevap verdi köylü. "Bana beş yüz lira verecekler.""Dinle" dedi nöbetçi, "o paradan bana da biraz ver! Sen o kadar parayı ne yapacaksın?""Hadi hatırın kırılmasın" dedi köylü. "İki yüz lirası senin olsun; üç gün sonra kralın yanına var, sana o parayı verdirt- sin."O sırada yanlarında bulunan ve bu konuşmaya tanık olan bir Yahudi köylüye yaklaşarak ceketinden tuttu:"Ne şanslı adammışsın! Ben sana o parayı bozayım, yani karşılığında madeni para vereyim. Büyük parayla ne yapacaksın?""Bırak numarayı" dedi köylü. "Üç yüz lira senin olabilir. Bana şimdi onun karşılığında bozuk para ver, üç gün sonra da kralın huzuruna çıkıp üç yüz lirayı al."Yahudi bu işte kârlı çıkacağından ötürü sevinerek değersiz kuruşları köylüye verdi, çünkü her üç kuruş aslında iki kuruş değerindeydi.Uç gün sonra köylü kralın huzuruna çıktı. Kral ona "Ceketini çıkar" dedi. "O cekette beş yüz lira olacak."Köylü, "Şey" dedi, "o para orda değil artık. Ben onun iki yüzünü kapıdaki nöbetçi askere hediye ettim, üç yüzünü de madeni para karşılığında Yahudiye verdim. Yani bana hiç para kalmadı."Tam bu sırada nöbetçi asker ve Yahudi içeri girerek köylüden aldıklarının karşılığını istediler, ama onun yerine adamakıllı bir dayak yediler.Nöbetçi asker bunu sineye çekti, dayağın tadını almış oldu. Yahudininse canı yanmıştı:"Amanın! Bunlar mı bütün para?" diye sızlandı.Kral köylünün haline güldü ve bütün kızgınlığı geçerek ona:"Madem ki ödülünü daha eline geçmeden kaybettin, sana onu telâfi edeyim. Hazine dairesine git, ne kadar para istiyorsan al oradan" dedi.Köylü kralın bir dediğini iki etmeden ceplerini alabildiğince parayla doldurdu. Ondan sonra bir hana giderek orada gereğinden fazla para ödedi. Yahudi onun peşinden gitmiş ve onun şöyle yakındığını duymuştu:"Kralın kurnaz hazinedarı bana numara yaptı! Parayı kraldan alsaydım o zaman cebimdeki parayı bilmiş olurdum, işim şansa kalmazdı. Kral Tanrı tanımıyor, ben yanına varıyorum, paramı istiyorum, ama onun yerine dayak yiyorum."Bu sözleri Yahudiden duyan kral hiddetlendi ve ona gidip köylüyü getirmesini söyledi.Yahudi köylünün yanına vararak:"İşini gücünü bırak, hemen kralın huzuruna çıkacaksın" dedi."Böyle gitmem yakışık almaz, önce kendime yeni bir ceket diktireyim; cebinde o kadar parası olacak bir adam nasıl eski giysilerle oraya gider?" diye cevap verdi köylü.Yahudi, köylünün başka ceket giymeden gitmeyeceğini ve geç kalacağı için de kralın öfkeleneceğini bildiği için ona şöyle dedi:"Hadi ben sana geçici olarak kendi ceketimi vereyim. Yani insan arkadaşı için neler yapmaz ki!"Köylü buna razı olarak Yahudinin ceketini giydi ve onunla birlikte saraya gitti.Kral Yahudi tarafından kendisine aktarılan kötü sözleri köylünün yüzüne vurdu. Köylü:"Yahudi her zaman yalan söyler, ağzından asla doğru bir laf çıkmaz; işte bu adam da iddia ediyor ki, ben onun ceketini giymişim güya!""Nasıl yani?" diye gürledi Yahudi: "Bu ceket benim değil mi yani? Kralın huzuruna çıkasın diye arkadaşlık hatırına bunu sana ben vermedim mi?"Kral bunu duyunca "Yahudi kesinlikle birimizden birine kazık attı; ya bana ya da köylüye" diyerek köylüye parasını verdirtti.Köylü de hem parayı hem de yeni bir ceket kazanmış olmanın sevinciyle:"Bu defa on ikiden vurdum" diye mırıldanarak evine döndü.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sadık Uşak

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Vaktiyle yaşlı bir kral vardı; hastalanıp da yatağa düşünce "Bu herhalde benim ölüm döşeğim olacak" diye düşündü ve sadık Johannes'i çağırttı.Uşaklarının içinde en çok sevdiği oydu çünkü; kendisine yıllarca sadık kalmıştı. Yatağının başucuna geldiğinde kral ona şöyle dedi:"Bak Johannes, benim sonum yaklaştı; oğlumdan başka düşündüğüm bir şey yok. O daha çok genç, kime danışacağını bilemez. Onu her konuda bilgilendireceğine ve ona bir baba gibi davranacağına dair bana söz vermezsen, bu dünyadan gözü açık giderim."Sadık uşak şöyle cevap verdi:"Onu asla yalnız bırakmayacağım, hayatım pahasına da olsa hep onun hizmetinde olacağım!"Kral, "O zaman rahatça ölebilirim" diyerek ekledi: "Ben öldükten sonra ona bütün sarayı gezdir. Tüm odaları ve salonları, kemerli odaları ve hazine dairesini göster. Ama uzun koridorun ucundaki son odayı gösterme sakın; o odada Altın Çatının Prensesi gizli tutulmakta. Oğlum onu görürse kesinlikle anında aşık olacak ve düşüp bayılacaktır; onun yüzünden de büyük bir tehlikeye girecektir. Sen onu bundan koru!"Sadık uşak bir kez daha onun elini sıktıktan sonra kral bir daha konuşmadı, başı yastığa düştü ve öldü.Yaşlı kral mezara gömüldükten sonra sadık uşağı genç krala, ölüm yatağındayken babasına vermiş olduğu sözden bahsetti:"Onun sözünü dinleyeceğim ve tıpkı ona olduğu gibi sana da sadık kalacağım, hayatım pahasına da olsa" dedi.Matem sona erdikten sonra sadık uşak genç krala:"Sana kalan mirası görme zamanın geldi, sana babanın sarayını göstereyim" dedi ve ona her yeri gezdirdi; tüm zenginlikleri ve hazine dairesini. Sadece içinde tehlikeli tablonun bulunduğu odayı göstermedi. Ama o resim öyle bir yere konulmuştu ki, kim baksa onu canlı sanıyordu ve sanki dünyada bundan daha hoş ve güzel bir kadın olamazdı!Genç kral her defasında uşağın bu odanın önünde durmadan geçip gittiğini fark etti:"Niye bu kapıyı bana hiç açmıyorsun?" diye sordu."içinde seni korkutacak bir şey var da ondan" diye cevap verdi uşak.Ama kral, "Bütün sarayı gördüm, şimdi burada ne var, bilmek istiyorum" diye diretti.Sadık uşak onu çekerek:"Babana ölümünden önce söz verdim, odada ne olduğuna bakmayacaksın. Bunun hem sana hem bana zararı dokunabilir çünkü" dedi."Yapma" diye karşı çıktı genç kral. "İçeri girmezsem meraktan çatlarım; ne olduğunu gözlerimle görmezsem gece gündüz huzurum kaçar. Sen onu açıncaya kadar buradan ayrılmayacağım işte!"Sadık uşak yapılacak başka bir şey olmadığını anlayınca istemeye istemeye ve içini çekerek koskoca anahtarlıktan bir anahtar çıkardı. Kapıyı açar açmaz, oğlanın resmi görmesini engellemek için içeriye önce kendisi girdi. Ama kral ayaklarının ucunda yükselerek omzunun üzerinden baktı. Ve genç kızın resmini gördü. Kız şahane güzellikteydi, altın ve kıymetli taşlarla bezenmişti; öyle ki, oğlan düşüp bayıldı. Sadık uşak onu yerden kaldırarak yatağına taşıdı, çok üzgündü. "Korktuğum başıma geldi. Tanrım, şimdi ne olacak?" diye aklından geçirdi. Sonra biraz şarap vererek oğlanın kendine gelmesini sağladı.Genç kralın ilk sözü şu oldu:"Ah, resimdeki bu güzel kız kim?""Altın Çatının Prensesi'dir o" diye cevap verdi sadık uşak.Genç kral, "Ben ona öylesine aşık oldum ki, ağaç yapraklarının dili olsa yine sevgimi yeterince söyleyemez. Sen benim sadık uşağımsın Johannes. Bana destek olmalısın" dedi.Sadık uşak uzun uzun düşündü; işe nereden başlayacağını bilemedi. Prensese bakmak hiç de kolay değildi. Sonunda bir çare buldu; krala dönerek:"Onun çevresinde her şey altından yapılmış: masalar, iskemleler, tabaklar, bardaklar, çanaklar, yani tüm mutfak aletleri. Senin hazine dairendeyse beş ton altın var; bir kuyumcu getirt, o altınlardan vazolar, her türlü mutfak aleti, çeşitli kuşlar, yabani hayvan ve bir sürü güzel yaratıklar yaptırt. Tüm bunlar onun hoşuna gidecektir. Bu işe başlayalım ve şansımızı deneyelim" dedi.Kral ülkesindeki tüm kuyumcuları çağırttı; adamlar gece gündüz çalıştı, sonunda harika eserler meydana çıktı. Hepsini bir gemiye yüklediler; sadık Johannes bir tüccar kılığına girdi, kral da tanınmamak için aynı şekilde giyindi. Sonra denize açıldılar ve uzun süre yol aldıktan sonra Altın Çatı Prensesi'nin bulunduğu şehre geldiler.Sadık uşak krala gemide kalmasını ve kendisini beklemesini söyleyerek: "Ben belki prensesi buraya getiririm. Sen her şeyi ayarla, altın kap kaçağı etrafa yaydırt ve bütün gemiyi süslet" dedi.Sonra bir önlük giyerek ceplerini hep altın takılarla doldurarak karaya çıktı ve doğru saraya gitti. Avluya girdiğinde çeşme başında güzel bir kız gördü; elindeki iki altın kovaya su doldurmaktaydı. Pırıl pırıl suyu taşırken yabancı adamı görünce ona kim olduğunu sordu.Sadık Johannes, "Ben bir tüccarım" diyerek önlüğünü açarak ceplerini gösterdi.Kız, "Oo, ne güzel altın bunlar!" diyerek elindeki kovayı yere bıraktı ve her bir takıyı ayrı ayrı inceledi ve ekledi:"Bunları prenses görmeli, o böyle şeylere bayılır, sizden hepsini satın alır herhalde."Sonra adamı elinden tutarak saraya götürdü. Bu kız prensesin oda hizmetçisiydi.Prenses tüm bu takıları çok beğendi:"Güzel çalışılmış, hepsini satın almak isterim" dedi.Ama sadık uşak: "Ben çok zengin bir tüccarın yamağıyım aslında. Burada gördükleriniz, efendimin gemisindekilerin yanında hiç kalır; orada hep en pahalı ve sanat değeri çok yüksek parçalar var" dedi.Prenses onları da buraya getirmesini istedi, ama uşak: "Bu iş günler alır, çünkü sayıları o kadar çok ki! Zaten onları hepsini sergileyecek sayıda odanız yok sizin."Prensesin merakı ve hevesi gittikçe arttı. Sonunda: "Beni gemiye götür, efendinin hâzinesini kendi gözlerimle görmek istiyorum" dedi.Sadık uşak onu gemiye götürdü ve genç kral kızın resimdekinden çok daha güzel olduğunu görünce ona sırsıklam aşık oldu. Derken prenses gemiye bindi, kral onu içeri buyur etti, ama sadık Johannes dümencinin yanında kalarak karadan açılmalarını sağladı: "Yelkenler fora, kuş gibi uçalım!" diye emretti.Kral prensese altından mutfak takımlarını, tabakları, çanakları, bardakları, kuşları, yabani hayvanları... hepsini birer birer gösterdi. Böylece saatler geçti ve prenses her şeye bakarken o kadar eğlendi ki, geminin karadan açıldığının farkına varmadı. Son parçaya da baktıktan sonra krala teşekkür ederek eve dönmek istedi ve güverteye çıktığında karadan çok uzaklaşarak açık denizde fora yelken yol almakta olduklarını gördü."Oo, ben aldatıldım, kaçırıldım, bir tüccarın eline esir düştüm; ölsem daha iyi!" diye sızlandı.Kral onun elini tutarak şöyle konuştu:"Ben tüccar değilim; ben bir kralım, hem de doğuştan; tıpkı senin gibi. Ama seni kapana kıstırdığım doğru değil! Senin resmini ilk gördüğüm anda düşüp bayıldım."Altın Çatının Prensesi bunu duyunca sakinleşti; oğlandan hoşlanmıştı ve onunla evlenmeye razı oldu.Onlar denizde böyle gidedursun, geminin güvertesindeki sadık Johannes saz çalarken havada yaklaşmakta olan üç tane karga gördü. Saz çalmayı bıraktı ve onların aralarında ne konuştuklarına kulak kabarttı, çünkü kuş dilinden anlıyordu.Bir tanesi: "Ayy, adam Altın Çatının Prensesi'ni kaçırıyor" dedi.İkincisi: "Evet, ama başardı sayılmaz."Üçüncüsü: "Başardı işte, gemisine aldı."Birinci kuş: "Olsun" dedi. "Karaya çıkınca kızıl bir at adama doğru sıçrayacak, o da ona binmeye çalışacak. Bunu başardı mı, at onunla birlikte havaya uçacak ve bir daha prensesi göremeyecek."ikinci kuş, "Yani bunun kurtuluşu yok mu?" diye sordu."Var, aynı anda biri o ata atlayıp kılıfından çıkardığı tüfekle onu öldürürse genç kral kurtulmuş olur. Ama bunu kim bilecek ki! Ve eğer biri bunu bilir de krala söylerse, o kişi ayak parmaklarından dizlerine kadar taş kesilecek."ikinci kuş, "Ben daha fazla biliyorum. At öldürülse bile kral prensesine sahip olamayacak; evlenip de saraya geldiklerinde bir tepsi içinde altın ve gümüş işlemeli - ama aslında kükürt ve katrantan yapılma - bir damat gömleği görecekler; damat onu giyerse iliklerine kadar yanıp kavrulacak" dedi.Üçüncü kuş: "Kurtuluş yok mu yani?""Var" dedi ikinci kuş. "Biri eldivenle o gömleği tutup ateşe atarsa genç kral kurtulur. Ama neye yarar ki! Bunu bilip de ona söyleyecek olan da dizlerinden kalbine kadar taş kesilecek."Bunun üzerine üçüncü kuş:"Ben daha da fazlasını biliyorum" dedi. "Damat gömleği yakılsa bile kral prensesi elde edemeyecek; çünkü düğün merasiminden sonra kral gelini dansa kaldırınca kız birdenbire düşüp bayılacak. Eğer onu birisi yerden kaldırıp sağ memesinden üç damla kan emip tükürmezse ölecek. Ve bunu önceden haber verecek olan kişi de tepeden tırnağa taş kesilecek!"Kuşlar aralarında böyle konuştuktan sonra uçup gittiler. Sadık uşak hepsini anlamıştı ve o saatten sonra hep sakin ve düşünceliydi. Duyduklarını efendisine söylemese oğlan mutsuz olacaktı; söylese kendisi taş kesilecekti! Sonunda kararını vererek kendi kendine söylendi:"Ben kendim ölsem de efendimi kurtaracağım!"Karaya vardıklarında kargaların dediği çıktı. Kızıl renkte yağız bir at çıktı önlerine. "Harika! Saraya bununla giderim!" diyen kral ona binmek istedi. Ama sadık uşağı onu önleyerek hemen kılıfından çıkardığı tüfekle hayvanı vurup öldürdü. Sadık Johannes'i çekemeyen öbür hizmetkârlar:"Yazık oldu hayvana, kralı saraya götürecekti!" diye söylendiler.Ama kral "Susun!" dedi. "Bırakın onu, o benim en sadık uşağım; herhalde bir bildiği vardı ki, böyle davrandı."Daha sonra saraya gittiler; salonda bir tepsi vardı, üzerinde de altın ve gümüş işlemeli bir gömlek!Genç kral hemen o gömleği alıp giymek istedi, ama sadık Johannes onu eldivenle tuttuğu gibi ateşe attı.Öbür hizmetkârlar, "Şuna bakın, kralın damatlık gömleğini yaktı" diye yine söylendiler.Ama genç kral, "Elbet bir bildiği vardır, o benim en sadık uşağım" dedi.Neyse, düğün yapıldı; dans başladı; gelin kalktı, ama tam o sırada sadık Johannes karşısına dikilerek onun yüzüne baktı, kızın benzi attı ve ölü gibi yere düştü. Sadık uşak onu hemen kaldırıp bir odaya taşıdı, sonra yere yatırarak sağ memesinden üç damla kan emerek tükürdü. Çok geçmeden kız nefes almaya başladı ve kendine geldi.Kral tüm bunları gördükten sonra uşağının neden böyle davrandığını anlayamadı; öfkelendi ve: "Atın şunu zindana!" diye bağırdı.Ertesi gün sadık Johannes ölüme mahkûm edilerek darağacma götürüldü. Tam asılacağı sırada:"Ölmeden önce herkesin bir çift söz söylemeye hakkı vardır; bu hakkı ben de kullanabilir miyim?" diye sordu."Evet, kullan bakalım" dedi kral.Bunun üzerine sadık Johannes: "Ben haksız yere mahkûm edildim, şimdiye kadar sana hep sadık kaldım" diyerek denizdeyken kuşların konuşmasını, efendisini kurtarmak için neler yaptığını bir bir anlattı.Kral, "Ah benim sadık uşağım! Affet! Affet! İndirin onu aşağı" diye seslendi.Ama yukarıdaki sözler sadık Johannes'in ağzından son kez çıkmıştı; o anda yere düşerek taş kesildi.Kral ve kraliçe bu duruma çok üzüldüler.Kral, "Ah, böylesine sadık bir adama ben neler yaptım!" diye sızlanarak Johannes'in taşlaşmış gövdesini kendi yatak odasına taşıtarak başucunu koydurttu.Ne zaman ona baksa ağlıyor ve kendi kendine, "Ah, ne yapsam da seni yine canlandırsam, benim sadık Johannes'im!" diye yakınıyordu.Derken aradan uzun bir zaman geçti. Kraliçe ikiz doğurdu. İki tane erkek çocuğu oldu. Oğlanlar büyüdü, karı kocanın yegâne eğlenceleriydi onlar!Bir keresinde kraliçe kiliseye gitti ve çocuklar babalarının yanında kalıp oynamaya başladılar. Kral yine taşlaşmış figüre bakarak üzgün üzgün içini çekti: "Ah, seni bir canlandırabilsem, sadık Johannes'im!" diye mırıldandı.O anda taş konuşmaya başladı ve şöyle dedi: "Evet, beni yine canlandırabilirsin; en sevdiğin şeyi feda edersen!"Bunun üzerine kral, "Senin uğruna her şeyimi feda etmeye hazırım!" dedi."Her iki çocuğunun kafasını kendi ellerinle kestikten sonra onların kanıyla benim vücudumu sıvazlarsan, tekrar dünyaya gelirim" diye cevap verdi taşlaşmış vücut.Kral bunu duyunca dehşet içinde kaldı; yani en sevdiği çocuklarını kendi eliyle öldürecekti, öyle mi?Sonra kendisi uğruna ölen Johannes'in sergilediği sadakati düşündü, kılıcını çekerek çocuklarının kafalarını kendi eliyle uçurdu. Onların kanlarıyla taşlaşmış vücudu sıvazlayınca sadık Johannes hayata döndü: yine eskisi gibi taze ve sapasağlam karşısında duruyordu. Krala şöyle dedi:"Senin sadakatin de ödülsüz kalmayacak!" diyerek çocukların kafalarını alıp vücutlarına oturttuktan sonra onları kanlarıyla sıvazladı; aynı anda çocuklar canlanıp sanki hiçbir şey olmamış gibi oynamaya koyuldular.Kralın sevincine diyecek yoktu; kraliçenin gelmekte olduğunu görünce uşağıyla çocukları elbise dolabında sakladı. Kadın içeri girer girmez:"Kilisede dua ettin mi bugün?" diye sordu karısına."Evet" dedi karısı, "Ama durmadan bizim yüzümüzden hayatını kaybeden sadık uşağımızı düşündüm.""Bak karıcığım, biz onu yine hayata döndürebilirmişiz, ama bunun için her iki çocuğumuzu da feda etmek gerekiyormuş!" dedi kral.Kraliçe sarardı, yüreği cız etti, ama şöyle konuştu:"Göstermiş olduğu o inanılmaz sadakati yüzünden biz ona borçluyuz."Bunun üzerine kral çok sevindi, çünkü karısı da onun gibi düşünmüştü. Hemen kapağını açtığı dolaptan iki çocuğunu ve sadık uşağını çıkarıverdi ve "Hele şükür kurtuldu, çocuklarımıza da kavuştuk!" diyerek olan biteni anlattı.Ondan sonra ömürlerinin sonuna kadar hep birlikte mutlu yaşadılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kurt ve yedi küçük oğlak

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Yaşlı bir keçinin yedi yavrusu vardı; bu keçi yavrularını, bir anne çocuklarını nasıl severse öyle seviyordu. Bir gün yem toplamak üzere ormana gitmek istedi. Yavrularına seslenerek: "Çocuklar, ben ormana gidiyorum; kurda dikkat edin. Eğer buraya gelirse hepinizi yer, yutar. Kendisi sık sık kıyafet değiştirir, ama onu kalın sesinden ve kapkara ayaklarından tanıyacaksınız" dedi.Yavrular, "Anneciğim, biz dikkat ederiz, sen merak etme, ormana git" dedi.Aradan çok geçmedi; birisi sokak kapısını çalarak: "Kapıyı açın çocuklar, anneniz geldi; hepinize bir şeyler getirdi" diye seslendi.Ama yavrular bu kaim sesi işitince gelenin kurt olduğunu anladı. "Açmıyoruz!" diye bağırdılar. "Sen bizim annemiz değilsin. Onun sesi daha tatlı ve incedir; seninki çok kalın; sen kurtsun!"Kurt bir dükkâna giderek tebeşir satın aldı; bununla sesini inceltti. Sonra kapıya dayanarak, "Kapıyı açın, çocuklar, anneniz geldi; hepinize bir şeyler getirdi" diye seslendi.Ancak kurt, kapkara ayaklarını kapıya dayamıştı. Bunu gören yavrular:"Açmıyoruz! Bizim annemizin böyle kapkara ayakları yok; sen kurtsun!" dedi.Bu kez kurt bir fırıncıya gitti:"Ayağımı taşa çarptım, şuna biraz hamur sürer misin?" diye sordu. Fırıncı hamuru sürdükten sonra kurt hemen değirmenciye koştu ve "Ayaklarıma beyaz un serpsene" dedi. Değirmenci, "Kurt herhalde birini kandıracak!" diye düşündü ve razı gelmedi. Ama kurt, "Eğer bunu yapmazsan seni yerim" diye tehdit etti. Değirmenci çok korktu ve onun ayaklarını unla beyazlaştırdı. Yaaa, insanlar böyledir işte!Kötü niyetli kurt kapıyı üçüncü kez çalarak:"Kapıyı açın, anneniz geldi, ormandan hepiniz için bir şeyler getirdi" diye seslendi.Yavrular:"Önce ayaklarını göster ki, annemiz olup olmadığını bilelim" dedi.Kurt ayaklarını pencereye dayadı; onların beyaz olduğunu gören yavrular söylenene inanarak kapıyı açtı. Ama kim içeri girdi? Kurt tabii! Oğlaklardan biri masanın altına, İkincisi yatağa, üçüncüsü sobanın arkasına, dördüncüsü mutfağa, beşincisi gardroba, akıncısı leğenin altına, yedincisi de duvar saatinin kasasına saklanmayı denedi. Ama kurt hepsini buldu ve işi uzatmadı. Hepsini birer birer yuttu, sadece saatin kasasına saklanan en küçük yavruyu bulamadı. Karnını doyurduktan sonra defolup gitti. Bir ağaç altındaki yeşil çimenlere uzanarak uykuya daldı.Aradan çok geçmeden ana keçi ormandan eve döndü. Aaa, bir de ne görsün! Sokak kapısı ardına kadar açık; masalar, sandalyeler ve sıralar devrilmiş; tabaklar paramparça olmuş; battaniye ve yorganlar bir tarafa savrulmuş... Garip ana her yerde yavrularını aradıysa da bulamadı. Her birine adlarıyla seslendiyse de yanıt alamadı. Derken en genç oğlağın titrek sesi duyuldu: "Anneciğim, ben saat kutusunda sıkışıp kaldım!"Annesi onu oradan çıkardı; oğlak ona kürtün geldiğini ve kardeşlerini birer birer yuttuğunu anlattı. Zavallı keçinin yavrularının ardından nasıl ağladığını düşünebiliyor musunuz?Bu üzüntüyle kendini dışarı attı; yavrusu da peşinden geldi. Bahçeye çıkınca, çimenler üstünde yatan ve her horlayışında yaprakları titreten kurtu gördü. Onu her yanından inceledikten sonra şişmiş karnında bir şeylerin oynaştığına dikkat etti. "Aman Tanrım!" diye aklından geçirdi, "Onun yuttuğu yavrularım hâlâ yaşıyor olmasın?"Hemen eve koşarak iğne, iplik ve makas getirdi. Kürtün şişmiş karnını makasla kesti; keser kesmez yavrulardan birinin başı gözüktü; kesmeye devam etti, derken altı yavrunun altısı da kürtün karnından dışarı çıkıverdi; hepsi yaşıyordu ve hiçbirine bir şey olmamıştı. Çünkü canavar açgözlülüğünden onları çiğnemeden yutmuştu! Gel de sevinme yani!Yavrular sanki düğün varmış gibi analarıyla birlikte hoplayıp zıplamaya başladı.Ama anaları, "Şimdi hemen bir sürü çakıl taşı toplayın; bu acımasız canavar uyurken karnını taşla dolduralım" dedi.Yedi yavrunun hemen topladığı taşları hep birlikte kürtün karnına tıka basa doldurdular. Sonra anaları onun karnını hemen dikiverdi; canavar hiçbir şey fark etmedi, yerinden bile kıpırdamadı.Kurt uyanır uyanmaz ayağa kalktı; karnındaki taşlar onu çok susatmıştı; kuyuya gidip su içmek istedi. Ama yürümeye başlar başlamaz karnından çakul çukul acayip sesler geldi. O zaman:
Ne sallanıyor karnımda böyle?Yedi oğlak değil mi bu, söyle!Karnımı kesen analarıymışMeğer bunlar çakıl taşıymış!
diye söylenerek kuyunun başına geldi ve su içmek için aşağıya doğru eğildi; ancak karnındaki taşlar ağır geldiği için kuyuya düşüverdi ve boğuldu.Bunu gören yavrular "Kurt öldü! Kurt öldü!" diye bağırışarak analarıyla birlikte kuyunun etrafında dans etmeye başladılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sunday Aug 18, 2024

Bir babanın iki oğlu vardı; büyüğü akıllı ve dürüsttü; küçüğüyse aptaldı, kafası çalışmıyordu, bu yüzden hiçbir şey öğrenemedi. Ondan bahsederken herkes "Babasının işi çok zor" diyordu.
Bir iş yapılması gerektiğinde hep büyük oğlan öne fırlıyordu. Ama babası onu geç saatte bir yere gönderdiğinde bu yol kilisenin önünden ya da mezarlıktan geçiyorsa "Olmaz baba, oraya gitmem; beni korkutuyor" diyordu. Veya akşamları ocak başında, insanın tüylerini diken diken eden öyküler anlatılınca da "Uff, beni korkuttu" diyordu.
Küçük oğlan bir köşede oturuyor, anlatılanları dinliyor, ama korkmanın ne anlama geldiğini çıkaramıyor ve "Hep 'beni korkuttu! beni korkuttu!' diyorlar. Beni korkutmuyor işte! Ya da ben sanattan anlamıyorum" diye söyleniyordu.
Derken bir gün babası ona, "Hey, sen! Köşede öyle oturup duracağına bir şeyler öğren ki, ileride ekmeğini kazanasın! Bak, ağabeyin nasıl çalışıyor! Sen hiçbir işe yaramazsın, sıfırsın" dedi.
"Şey, baba" dedi oğlan, "Ben, beni korkutacak bir şeyi öğrenmek isterim."
Ağabeysi bunu duyunca güldü ve şöyle düşündü: "Yüce Tanrım, amma da budala bir kardeşim var! Bunun adam olacağı yok! Başa gelen çekilir!"
Babası içini çekerek şöyle cevap verdi: "Korkmayı öğrenirsin, ama ekmeğini bununla kazanamazsın!"
Aradan çok geçmeden kilisenin zangocu onları ziyarete geldi. Oğlanın babası hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey öğrenmiyor diye küçük oğlundan şikâyetçi oldu.
"Düşünsenize, neyle geçineceğini sorduğumda bana korkuyu öğrenmek istediğini söyledi."
"İstediği buysa, bunu benim yanımdayken öğrenebilir" diye cevap verdi zangoç. "Siz onu benim yanıma verin, yeter! Yarın gelir, kendisini alırım."
Baba memnun kaldı ve "Neyse, oğlan bir şeyler öğrenir herhalde" diye düşündü.
Ertesi gün zangoç oğlanı yanına aldı, görevi çanları çalmaktı.
Birkaç gün geçtikten sonra zangoç onu gece yarısı kaldırdı; kuleye çıkarak çanları çalmasını istedi. "Korkmak neymiş, görürsün sen" diye aklından geçirerek gizlice onun peşinden gitti. Oğlan yukarı çıktıktan sonra yarı dönüş yapıp çanın halatını yakalamak isterken aşağıda, ses boşluğunun karşısındaki merdivende beyaz bir siluet gördü.
"Kim var orda?" diye seslendi. Ama siluet cevap vermediği gibi kımıldamadı bile.
"Cevap ver, yoksa aşağı iner, gecenin bu saatinde seni dışarı atarım!"
Ama zangoç hiç kıpırdamadan öylece durdu; oğlanın, kendisinin bir hortlak olduğuna inanmasını istiyordu.
Oğlan bir daha seslendi: "Ne arıyorsun burda? Erkeksen konuş! Yoksa seni merdivenden atarım, ona göre!"
"O kadar uzun boylu değil" diye düşünen zangoç hiç ses çıkarmadı ve taşlaşmış gibi kalakaldı.
Oğlan üçüncü kez seslendi, cevap alamayınca aşağı inerek o silueti merdivenden aşağı yuvarladı. Siluet on basamak merdiveni yuvarlanarak kat ettikten sonra bir köşede yığılıp kaldı.
Derken oğlan çanları çaldı, sonra da hiç laf etmeden yatağına gidip yattı ve uyudu. Zangocun karısı uzun süre kocasını bekledi, ama adam bir türlü gelmedi. Bunun üzerine korkarak oğlanı uyandırdı. "Kocam nerde kaldı, biliyor musun?" diye sordu. "Kuleye senden önce gitmişti."
"Hayır" diye cevap verdi oğlan. "Ama merdivenlerin öbür tarafındaki derin oyukta biri duruyordu. Hiç cevap vermeyince ve oradan da ayrılmayınca onu hırsız sanıp aşağı attım. Siz gidin bakın bakalım, o mu? Eğer oysa, üzgünüm."
Kadın fırlayarak oraya gitti ve kocasını buldu. Bir köşede yatmış acı acı inleyip duruyordu, bir bacağını kırmıştı!
Karısı onu yukarı taşıdı, sonra da bağıra çağıra oğlanın babasına gitti. "Oğlunuz başımızı belaya soktu. Kocamı merdivenden aşağı yuvarladı, zavallı adamın bacağı kırıldı. Bu yaramaz oğlanı alın gidin" dedi.
Adam çok şaşırdı, hemen kiliseye vararak oğlanı haşladı. "Bu ne münasebetsizlik böyle? Yine şeytana mı uydun?"
"Baba, önce beni dinle" dedi oğlan. "Ben tamamen suçsuzum. O gecenin karanlığında orada öylece durmuştu; kim olduğunu bilmiyordum. Uç kez seslendim, ya konuşsun ya da gitsin diye!"
"Öff, seninle başım hep belada! Yıkıl karşımdan! Seni görmek istemiyorum artık" dedi babası.
"Peki, baba; gidiyorum! Korkunun ne olduğunu öğrendiğim günü bekle sen! Ben onu öğreneceğim ve ekmeğimi kazanacağım."
"Ne istersen öğren" dedi babası. "Bana göre hava hoş! Al şu elli lirayı, sonra da git burdan! Kimseye nerden geldiğini ve kim olduğunu söyleme, çünkü senden utanıyorum!"
"Tamam, baba! Nasıl istersen öyle olsun. Hepsi buysa, mesele yok" dedi oğlan.
Ayrılış günü geldiğinde elli lirayı cebine koydu ve yollara düştü. Hep, "Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma! Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma!" diye söylenip duruyordu.
Derken bu mırıldanmayı duyan bir adam çıktı karşısına. Onu alarak bir darağacının olduğu yere götürdü ve şöyle dedi: "Bak, orada yedi kişiyi sallandırmışlar! Sen şimdi bunların dibinde bekle, yat. Gece olsun da bak, korku neymiş görürsün!"
"Hepsi buysa mesele yok" diye cevap verdi oğlan. "Hemen yapayım; eğer korkmayı öğrenirsem, şu elli lira senin olsun! Yarın sabah gel, bak."
Ve darağacının yanına yaklaştı, oturup akşam olmasını bekledi. Üşüdüğü için ateş yaktı, ama gece yarısı öyle bir ayaz çıktı ki, ateşe rağmen ısınamadı. Rüzgâr cesetleri birbirine çarparken şöyle düşündü: "Sen burada, ateş başında üşüyorsun. Ya yukarda sallananlar ne yapsın?"
Onlara çok acıdığı için merdiveni darağacına dayayarak yukarı çıktı, yedi ölüyü de aşağıya aldı. Sonra ateşi karıştırdı, üfledi, canlandırdı; cesetleri de ısınsınlar diye etrafına dizdi. Ama onlar oturmuş vaziyette, hiç kımıldamadılar. Ateş hepsinin giysilerini tutuşturdu.
Bunun üzerine oğlan, "Dikkat edin, yoksa sizi yine asarım" diye seslendi.
Ama ölüler duymadı, sustu, giysileri yanarken hiç kıpırdamadı.
Bu kez oğlan kızdı. "Siz dikkat etmezseniz, ben de etmem. Sizlerle birlikte yanmaya hiç niyetim yok" diye söylenerek onları birer birer yine darağacına astı. Sonra ateş başına geçerek güzel bir uyku çekti.
Ertesi sabah adam çıkageldi, elli lirasını almak istedi. "Korkmanın ne demek olduğunu anlamışsındır herhalde?" dedi.
"Hayır" diye cevap verdi oğlan. "Nerden anlayayım ki? Şu gördüklerin hiç ağızlarını açmadı. Öyle aptallar ki, giysilerinin tutuşmasına bile aldırmadılar."
Adam baktı ki, elli lira falan kazanacağı yok, "Böylesine de hiç rastlamadım" diye söylenerek aldı başını gitti.
Oğlan yoluna devam etti. Yine kendi kendine, "Ah, beni bir şey korkutsa! Beni bir şey korkutsa!" diye konuşuyordu. Bunu bir arabacı duyunca arkasından geldi ve "Kimsin sen?" diye sordu.
"Bilmiyorum" diye cevap verdi oğlan.
"Nereden geliyorsun?"
"Bilmiyorum."
"Kim senin baban?"
"Söyleyemem!"
"Peki, ne diye öyle kendi kendine mırıldanıyorsun?"
"Beni bir şey korkutsun istiyorum; kimse de korkmayı öğretmiyor bana!"
"Bırak palavrayı da benimle gel" dedi arabacı. "Yatacak bir yer bulayım sana."
Oğlan arabacıya katıldı. Akşama doğru, geceleyecekleri bir hana vardılar. Oğlan içeri girerken:
"Ah, beni korkutacak bir şey çıksa karşıma! Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma!" diye söylendi.
Bunu işiten hancı güldü ve "O kadar meraklıysan tam yerine düştün o zaman" dedi.
Karısı, "Ses çıkarmayın" diye lafa karıştı. "Sizin gibi çok meraklıların hayatına mal oldu bu. Ertesi gün göremeyecek olan o güzel gözlerinize yazık olacak sonra."
Ama oğlan, "Olsun, o zaman korku neymiş öğrenirim; zaten bunun için yollara düştüm" diye cevap verdi ve hancının yakasını bırakmadı. Bunun üzerine adam, korkunun ne demek olduğunu öğrenmek isteyenin, pek uzakta olmayan uğursuz bir saraya giderek orada üç gece yatmasının yeterli olacağını söyledi. Hatta kral bunu başarabilene kızını verecekmiş! O kız da dünyanın en güzel kızıymış! O sarayda kötü hortlakların koruduğu büyük bir hazine varmış. O hazine en fakir adamı bile çok zengin yaparmış! Şimdiye kadar çok kişi bunu denemiş, ama hiçbiri oradan canlı çıkmamış.
Ertesi sabah oğlan kralın huzuruna çıktı, "İzin verirseniz şu uğursuz sarayda üç gece kalmaya hazırım ben" dedi.
Kral baktı; oğlandan hoşlanmıştı. "O zaman yanma canlı olmayan üç şey alabilirsin" dedi.
Oğlan, "Yanıma bir ateş, bir torna tezgâhı, bir de bıçaklı bir kesme tahtası alayım" diye cevap verdi.
Kral onları gün ışığında saraya taşıttı. Gece bastırınca oğlan saraya daldı; odalardan birinde iyice bir ateş yaktı, yanı başına kesme tahtasını ve bıçağı yerleştirdi, kendisi de torna tezgâhının başına oturdu.
"Ah, beni korkutacak bir şey çıksa karşıma" diye söylendi: "Ama galiba burada bir şey öğrenemeyeceğim."
Gece yarısına doğru ateşi biraz canlandırmak için üflerken bir köşeden, "Miyav! Miyav! Ne de soğuk yav" diye bir ses işitti.
"Aptallar" diye seslendi oğlan. "Ne bağırıyorsunuz öyle? Üşüyorsanız, gelin ocak başına, ısının!"
Bunu söyler söylemez iki tane koskoca kara kedi bir sıçrayışta oğlanın yanına gelerek yere oturdu ve ona ateşli ve vahşi gözlerle bakmaya başladılar. Biraz ısındıktan sonra, "Arkadaş, iskambil oynayalım mı?" diye sordular.
"Neden olmasın? Ama önce şu patilerinizi gösterin!"
Kediler pençelerini uzattılar.
"Ooo, amma da uzun tırnaklarınız varmış! Önce onları kesmem lazım" diyen oğlan her iki kediyi boyunlarından tutarak ayaklarını mengeneyle kıstırdı: "Tırnaklarınızı gördükten sonra iskambil oynamaya hevesim kalmadı" dedikten sonra onları öldürüp suya attı.
Onları böylece susturduktan sonra ateşin başına geçtiği anda her köşeden kara kediler ve kara köpekler saldırmaya başladı. Sayıları durmadan artıyordu, hepsi ciyak ciyak bağırarak ateşi dağıtıp söndürmek istedi. Oğlan bir süre onları sakin sakin izledi, sonra kafası attı ve eline aldığı bıçağı üzerlerine atılarak "Defolun gidin, it sürüsü" diye haykırdı.
Bir kısmı kaçtı, kaçamayanları öldürüp suya attı. Geri dönünce ateşi canlandırdı ve ısınmaya başladı. Öylece otururken göz kapakları ağırlaştı, uyumak istedi. Etrafına bakındı, bir köşede kocaman bir yatak gördü.
"Bu bana uygun işte" diyerek yatağa uzandı.
Gözlerini kapamak istediği anda yatak kendiliğinden harekete başlayarak bütün sarayı dolaştı.
"Hadi, öyle olsun bakalım" diye söylendi oğlan.
Yatak sanki altı atın koşulduğu bir araba gibi eşiklerden, merdivenlerden hop! hop! bir aşağı bir yukarı inip çıkmaya başladı.
Oğlan yastığı ve yorganı fırlatıp atarak, "Nasıl istersen öyle git" diyerek ateşin başına geçti ve gün doğana kadar uyudu.
Ertesi sabah kral gelip de onu yerde yatar görünce hortlaklar tarafından öldürüldü sanarak, "Yazık oldu yakışıklı delikanlıya" dedi.
"O kadar uzun boylu değil" diye cevap verdi oğlan.
Kral çok şaşırdı ve sevindi; ona nasıl olduğunu sordu.
"Gayet iyiyim" diye cevap verdi oğlan. "İlk gece geçti, öbür iki geceyi de atlatırım herhalde."
Ve daha sonra hancının yanına vardığında adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. "Seni bir daha canlı göreceğimi hiç sanmıyordum; korkunun ne demek olduğunu öğrendin mi artık?" diye sordu.
"Hayır, hepsi boşuna! Keşke biri çıkıp da bunun nasıl bir şey olduğunu söylese!"
Yine de ikinci gece eski saraya gitti, yine ateş başına geçerek eski havasını tutturdu. "Keşke beni korkutacak bir şey gelse başıma" diye.
Gece yarısı olunca bir gürültü koptu. Önce yavaş başladı, sonra hızlandı, daha sonra da azaldı ve birden, bacadan bir çığlık atarak önüne yarı insan bir yaratık düştü.
"Hoppala! Bunun yarısı eksik" diye mırıldandı oğlan.
Derken gürültü yeniden başladı; tepinmeler ve yakınmalar arasında o yaratığın ikinci yarısı düştü önüne.
"Dur da, sana şu ateşi yakayım önce" diyen oğlan bunu yaptıktan sonra etrafına bakındı. O iki parça birleşmişti ve şimdi karşısındaki sırada korkunç bir adam oturmaktaydı.
"Böyle iddiaya girmedik" dedi, "O sıra benim!"
Adam onu iteleyerek sıradan düşürmek istedi, ama oğlan buna izin vermedi, aynı şekilde iteleyerek adamı sıradan düşürdü.
Bu kez pek çok adam çıkageldi; dokuz tane ölü bacağıyla iki ölü kafasını bir araya getirip top oynamaya başladılar.
Oğlanın da içinden top oynamak geldi: "Ben de size katılabilir miyim?" diye sordu.
"Evet, eğer paran varsa" dediler.
"Yeterince param var" dedi oğlan. "Oynadığınız toplar tam toparlak değil" diyerek ölü kafalarını tornadan geçirerek yusyuvarlak yaptı.
"Şimdi daha iyi oldu. Hadi bakalım" diyerek onlarla oyuna başladı; biraz para kaybetti, ama saat on ikiyi vurduğunda hepsi kaybolup gitti. O da yere uzanarak güzel bir uyku çekti.
Ertesi sabah kral ne var ne yok diye bakmaya geldi.
"Bu sefer nasıl oldu?" diye sordu.
"Top oynadım. Birkaç lira kaybettim" diye cevap verdi oğlan.
"Korkmadın mı?"
"Ne korkması? Eğlenip durdum hep. Korkmanın ne olduğunu bir bilsem!"
Üçüncü gece yine sırasına oturdu, canı çok sıkılmıştı. "Bir kere korksam bari" diye mırıldandı.
Vakit çok geç olunca kapı gibi altı adam çıkageldi; yanlarında bir tabut vardı.
Bunu görünce oğlan, "Bu bizim yeğen olmalı yahu! Birkaç gün önce ölmüştü" diye söylenirken parmağıyla bir işaret yaptı. "Gel, yeğen, gel" dedi.
Adamlar tabutu yere koydu; bizimki hemen onun yanına yaklaşarak kapağını açtı, içinde bir ölü yatıyordu. Yüzüne dokundu, buz gibi soğuktu.
"Dur seni biraz ısıtayım" diyerek ocağa gitti. Ellerini ısıttı, sonra ölünün yüzüne koydu, ama ölü soğuk kaldı. Bu sefer onu tabuttan çıkardı, ateşin başına getirdi, dizine yatırdıktan sonra kanı yine damarlarında dolaşsın diye kollarını ovuşturdu. Bunun da bir yararı olmayınca aklına bir şey geldi.
"İkimiz aynı yatakta yatarsak ısınırız" diye mırıldandı ve ölüyü yatağa getirerek üzerine yorganı çekti; kendisi de onun yanına uzandı.
Bir süre sonra ölü de ısındı ve kıpırdamaya başladı.
Bunun üzerine oğlan, "Gördün mü, yeğen. Seni nasıl ısıttım" dedi.
Ama ölü yerinde doğrularak, "Şimdi seni boğacağım" dedi.
"Nee? Böyle mi teşekkür edilir? Seni yine tabuta sokayım da gör" diyen oğlan onu taşıyarak tabuta koydu ve kapağını kapadı. Aynı anda altı adam geri gelerek tabutu alıp gitti.
"Bu beni kokutmadı ki! Anlaşılan ömrümce bir şeyler öğrenemeyeceğim" diye söylendi oğlan.
Derken içeri bir adam girdi. Bu öbürlerinden de iriydi, ama yaşlıydı, uzun ve beyaz bir sakalı vardı. "Seni bücür, korkmak neymiş görürsün sen! Şimdi öleceksin" dedi.
"O kadar acele etme" diye cevap verdi oğlan. "Öleceksem benim de söyleyecek bir çift lafım olmalı!"
Canavar adam, "Şimdi seni tutayım da gör" dedi.
"Ağır ol bakalım! O kadar kasılma! Ben de en az senin kadar, hatta senden daha kuvvetliyim!"
"Görelim bakalım" dedi yaşlı adam. "Eğer benden daha kuvvetliysen seni serbest bırakırım. Bir deneyelim, hadi!"
Ve onu karanlık ve dar bir yoldan bir demirci ocağına götürdü. Sonra eline bir balta alarak bir vuruşta örsü yere çaktı.
"Ben bundan daha iyisini yaparım" diye cevap verdi oğlan öbür örse yaklaştı; yaşlı adam da onun ne yapacağını görmek için yanına yanaştı; bembeyaz sakalı aşağıya sarkmaktaydı. Oğlan baltayı alarak bir vuruşta örsü ikiye yardı ve yaşlı adamın sakalını mengeneyle sıkıştırdı: "Şimdi seni ele geçirdim; ölme sırası sende" dedi.
Sonra eline geçirdiği bir demir çubukla adamı dövmeye başladı. Adam sızlandı ve bu dayağı keserse ona büyük bir servet bağışlayacağını söyledi.
Oğlan baltayı yere koydu ve adamı serbest bıraktı.
Yaşlı adam onu yine saraya götürdü ve içi altın dolu üç tane sandık gösterdi ve "Bunlardan biri fakirlerin, biri kralın ve biri de senin olacak" dedi. Bu sırada saat on ikiyi vurdu ve hortlak ortadan kaybolup gitti, oğlan karanlıkta kalakaldı.
"Ben buradan çıkarım" diye söylenerek geldiği yoldan odasına döndü ve ateş başında yatarak uyudu.
Ertesi sabah kral geldi ve "Ee, artık korkunun ne demek olduğunu öğrendin mi bari?" diye sordu.
"Hayır, neymiş o? Ölmüş olan yeğenim oradaydı, derken sakallı bir adam geldi, aşağıda bir sürü altın gösterdi, ama korkmanın ya da ürkmenin ne demek olduğunu bana anlatmadı" diye cevap verdi oğlan.
Kral, "Sen sarayı büyüden kurtardın, kızımla evlenebilirsin" dedi.
"Hepsi güzel de, korku nasıl bir şeymiş, hâlâ anlamış değilim" diye cevap verdi.
Altını mahzenden çıkardılar. Düğün yapıldı. Karısını o kadar seven ve o kadar mutlu olan oğlan hep, "Biri çıksa da, beni korkutsa! Biri çıksa da, beni korkutsa!" deyip duruyordu.
Sonunda karısının canına tak etti.
Oda hizmetçisi, "Ben size yardım edeyim isterseniz? Korkmanın ne olduğunu anlar o zaman" dedi.
Sonra da bahçeyi geçerek bir derenin başına geldi, bir kova dolusu kayabalığı alıp eve döndü.
O gece genç kral uyurken karısı usulca onun yorganını çekip aldı, içi buz gibi suyla ve balıkla dolu kovayı kocasının üstüne boca etti; ufak balıklar sağa sola sıçramaya başladı.
Oğlan uyanıverdi ve "Ah, karıcığım! Korkuttun beni yahu! Şimdi anladım korkmanın ne demek olduğunu" diye cevap verdi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Meryem Ana

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Büyük bir ormana yakın bir yerde bir oduncu karısıyla birlikte yaşıyordu. Üç yaşında da bir kızı vardı. Aile o kadar fakirdi ki, artık yiyecek ekmekleri bile kalmamıştı. Çocuğu nasıl besleyeceklerini bilemiyorlardı.
Bir sabah oduncu odun kesmek için ormana gitti. Tam işe başlarken karşısına güzel bir kadın çıktı; başında pırıl pırıl yıldızlı bir taç taşıyordu:
"Ben İsa'nın annesi Meryem Ana'yım. Sen fakirsin, çocuğunu bana getir. Ben onu yanıma alayım; hem beslerim hem de bakarım" dedi.
Oduncu razı oldu, çocuğunu getirip Meryem Ana'ya verdi. O da onu alarak cennete götürdü. Orada çocuğun durumu düzeldi, şekerli ekmek yedi, tatlı süt içti; giysileri altındandı; çocuk melekler onunla oynuyordu hep.
Ve kız on dört yaşına basınca onu yanma çağırarak şöyle dedi: "Sevgili çocuğum, ben büyük bir geziye çıkıyorum. Sen cennetin on üç kapısının anahtarlarını al, sakla! Bu kapılardan on ikisini açıp içerdeki güzellikleri görebilirsin; ama en ufak anahtarın açacağı ön üçüncü kapıyı açmak yasak! Açarsan başına uğursuzluk çöker, ona göre!"
Kız bu konuda söz verdi, ama Meryem Ana gittikten sonra cennetteki odaları dolaşmaya başladı. Her gün bir kapı açarak on iki kapıyı da açıp odaları gezdi. Her odada bir havari vardı, çevresindeki her şey muhteşemdi. Kız tüm bu güzelliklere hayran kaldı, kendisine katılan melekler de onunla birlikte sevindiler hep. Sıra yasaklanmış kapıya geldi.
Kız bunun ardında ne olduğunu çok merak ettiği için meleklerden birine şöyle dedi: "Açmak istemiyorum, içine girmeye de niyetim yok, sadece anahtarı kilitte biraz döndürüp kapı aralığından içeri bakacağım."
"Olmaz!" diye cevap verdi melek. "Günaha girersin. Meryem Ana bunu yasakladı; sonra başın belaya girer."
Kız sustu, ama merakını yenememişti; içi içini yiyordu. Tüm melekler dışarı çıktıktan sonra şöyle düşündü: "Şimdi yalnız kaldım, içeri bakabilirim. Bunu yaparsam nasılsa kimsenin haberi olmayacak."
Anahtarı cebinden çıkardı, kilide soktu ve çevirdi. Kapı açıldı; ateşler içinde Kutsal Uçlü'yü ve ihtişamı gördü. Bir süre orada kalakaldı, her şeye şaşkınlıkla baktı ve parmağıyla o pırıl pırıl parlayan eşyalardan birine dokundu ve birden parmağı altın kesildi. Bunu görünce çok korktu, kapıyı hızla kapayarak oradan koşarak uzaklaştı. Ve bu korku hiç bitmek bilmedi; ne yapsa etse kalbi küt küt çarpıyor ve bir türlü sakinleşmiyordu. Parmağı da öyle altın suyuna batmış gibi kaldı, ne kadar temizleyip ovaladıysa da o altını çıkaramadı.
Aradan çok geçmeden Meryem Ana geri döndü. Kızı yanına çağırarak ondan cennetin anahtarlarını istedi. Kız anahtar destesini verince Meryem Ana onun gözlerinin içine bakarak: "On üçüncü kapıyı açtın mı?" diye sordu.
"Hayır" diye cevap verdi kız. Meryem Ana elini onun kalbine koydu ve ne kadar hızlı çarptığını hissederek, onun yasak olduğu halde kapıyı açtığını anladı ve bir daha sordu: "Gerçekten açmadın mı?"
"Hayır" diye cevap verdi kız yine. Ama Meryem Ana kızın parmağının altına boyanmış olduğunu görünce, yasağa uymadığını anlayarak üçüncü kez sordu:
"Bunu yapmadın mı?"
"Hayır" diye cevap verdi kız üçüncü kez.
Bunun üzerine Meryem Ana, "Sözümü dinlemedin, ayrıca yalan söyledin, artık cennette kalmaya layık değilsin" dedi.
Ve kız derin bir uykuya daldı; uyandığı zaman kendisini yeryüzünde, ıssız bir yerde buldu. Seslenmek istedi, ama sesi çıkmadı. Yerinden fırlayıp koşmak istedi, ama nereye gitse etrafı çalılıkla çevriliydi ve bunları aşamadı, içinde kapalı kaldığı bu vahada içi oyuk, yaşlı bir ağaç vardı; bunu barınak olarak kullanabilirdi. Nitekim o oyuğa girdi; gece olunca orada uyudu; rüzgâr da esse, yağmur da yağsa, hep orada barındı. Ama işte bu sıkıntılı bir yaşamdı; düşündü de, cennetteki hayatı ne kadar güzeldi! Meleklerle ne güzel oynamıştı! Derken acı acı ağlamaya başladı. Ağaç kökleri ve bulabildiği kadar yabani meyvelerle beslendi hep. Sonbahar gelince yere düşen cevizleri ve yaprakları toplayarak barınağa götürdü. Kışın cevizleri yedi; kar yağıp buz tutunca, üşümemek için ufak hayvanların yaptığı gibi yapraklara sarındı.
Çok geçmeden giysileri yırtıldı ve parça parça yere düştü.
Ne zaman güneş doğup havayı ısıtsa dışarı çıkıyordu. Uzun saçları tüm bedenini bir manto gibi örtüyordu.
Böylece yıllar geçti ve dünyanın her türlü sefaletini ve acımasızlığını yaşadı.
Ve bir gün ağaçlar yeşerirken o ülkenin kralı ava çıktı ve bir ceylanın peşine düştü. Hayvan dikenli fundaların arasında saklandığı için kral atından indi, kılıcını çekerek çalılıklar arasından kendine yol açtı. Ve oradan kurtulduğunda bir ağacın altında harika güzellikte bir kızın oturduğunu gördü; kızın altın saçları ta yere kadar sarkmıştı.
Kral olduğu yerde kalakaldı; çok şaşırmıştı.
"Kimsin sen? Bu vahada işin ne?" diye sordu.
Kız cevap vermedi, çünkü ağzını açamadı.
Kral da sessiz kaldı, kıza şaşırarak baktı, sonra yine konuştu. "Benimle saraya gelmek ister misin?"
Kız başını hafifçe öne eğdi. Kral onu kollarına alarak ata bindirdikten sonra birlikte saraya doğru yol aldılar.
Saraya vardıklarında kral ona güzel elbiseler giydirdi ve her ne istediyse ona fazlasıyla verdi.
Kız hâlâ konuşamasa da o kadar güzel ve sevimliydi ki, kral ona gönlünü kaptırdı ve çok geçmeden evlendiler.
Bir yıl kadar geçtikten sonra kraliçe bir oğlan dünyaya getirdi. O gece yatağında yalnız yatarken Meryem Ana çıkageldi.
"Bana gerçeği söyleyerek yasaklı kapıyı açtığını itiraf edecek misin? Edersen senin ağzını açarım; ama işlediğin günahı hâlâ inkâr edip ısrarla yalan söylersen, yeni doğmuş çocuğunu alır giderim" dedi.
O an için kraliçenin cevap vermesine izin verildiyse de inadından vazgeçmedi ve "Hayır, yasaklı kapıyı açmadım" dedi. Bunun üzerine Meryem Ana kucağındaki çocuğu çekip aldı ve gözden kayboldu.
Ertesi sabah çocuk bulunamayınca herkes dedikoduya başladı. Kraliçe bir yamyammış, kendi çocuğunu öldürüp yemişmiş!
Kraliçe tüm bunları işittiği halde ağzını açıp cevap veremedi. Kralsa karısını çok sevdiği için tüm bu söylenenlere inanmadı.
Bir yıl sonra kraliçe bir oğlan daha doğurdu. O gece yine Meryem Ana çıkageldi ve "Yasaklı kapıyı açtığını itiraf edersen hem çocuğunu geri veririm, hem de dilini çözerim. Ama günah işlemeye devam edersen, yani yine yalan söylersen bu yeni doğmuş çocuğunu da alırım" dedi.
Kraliçe yine, "Hayır, yasaklı kapıyı ben açmadım" diye cevap verdi.
Meryem Ana bu çocuğu da alarak cennete uçtu.
Ertesi sabah bu çocuğun da kaybolduğu duyulunca herkes kraliçenin oğlunu yuttuğunu söylemeye başladı ve kraldan onu mahkemeye çıkarmasını istediler.
Ama kral karısını o kadar seviyordu ki, anlatılanlara inanmadı ve danışmanlarını bu konuda konuştukları takdirde ölüm cezasıyla cezalandıracağını söyledi.
Bir yıl sonra kraliçe güzel bir kız doğurdu. O gece Meryem Ana üçüncü kez kraliçenin karşısına dikilerek, "Benimle gel" dedi ve onu elinden tutarak cennete götürdü; oradaki diğer iki çocuğu gösterdi. Çocuklar ona güldüler ve yerküreyle oynamaya başladılar.
Kraliçe bunu görüp sevinince Meryem Ana, "Hâlâ kalbin yumuşamadı mı? Yasaklı kapıyı açtığını itiraf edersen sana iki çocuğunu da geri veririm" dedi.
Kraliçe üçüncü kez, "Hayır, yasaklı kapıyı açmadım ben" diye diretti.
Meryem Ana onu yine yeryüzüne bıraktıktan sonra üçüncü çocuğu da yanına alıp gitti.
Ertesi sabah bu duyulduğunda, herkes bağrışmaya başladı. "Kraliçe bir yamyamdır! Cezalandırılması lazım!"
Bu kez kral danışmanlarını görmezlikten gelemedi. Kraliçe mahkemeye çıkarıldı. Ama hiç konuşamadığı için kendini savunamadı ve mahkûm oldu. Yakılarak ölecekti!
Odunlar yerleştirildi; kraliçeyi bir direğe bağladılar; alevler etrafını sarmaya başladı. İşte o anda kadının inadı geçti, kalbi pişmanlıkla doldu ve "Keşke ölmeden önce dilim çözülse de, kapıyı açtığımı söyleyebilsem" diye aklından geçirdi. İşte o anda sesine kavuşuverdi ve şöyle haykırdı: "Evet, Meryem Ana, o kapıyı ben açtım!"
O anda yağmaya başlayan yağmur alevleri söndürdü. Kraliçenin başı üzerinde bir ışık belirdi ve Meryem Ana gökten indi. Her iki yanında birer küçük çocuk, kucağında da bir bebek vardı. Kraliçeye şefkatle yaklaştı ve "Kim işlediği günahı itiraf edip pişmanlık duyarsa, o kişi affedilir" diyerek üç çocuğunu kraliçeye verirken dilini de çözdü ve ona ömür boyu mutluluk diledi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Kedi-Fare Oyunu

Sunday Aug 18, 2024

Sunday Aug 18, 2024

Bir kedi bir fareyle tanıştı; bin dereden su getirerek ona arkadaşlık teklif etti. Sonunda fare onunla aynı evde kalmaya razı oldu.
"Yalnız kış için hazırlıklı olmalıyız, yoksa açlıktan gebeririz" dedi kedi. "Bana bak, fare! Sen her yerde öyle dolaşamazsın, yoksa kapana yakalanırsın."
Bu öneri mantıklıydı; önce bir çanak içyağı satın aldılar. Ama nereye koyacaklarını bilemediler.
Uzun uzun düşündükten sonra kedi, "En iyisi bunu kilisede saklayalım" dedi. "Oraya gidip bunu çalmak kimsenin aklına gelmez! Sunağın altına yerleştiririz, zorunlu kalmadıkça biz de elimizi sürmeyiz!"
Neyse, böylece çanağı güvenceye aldılar.
Ama aradan çok geçmedi, içyağını düşündükçe kedinin ağzı sulandı. "Bak sana ne diyeceğim, fare! Amcamın karısı bir çocuk dünyaya getirdi, benden onun vaftiz babası olmamı rica etti. Ben bugün kiliseye gideceğim, ev işlerine sen bak" dedi.
"Tamam, tamam; hadi git. İyi bir şeyler yersen beni de düşün; şaraptan ben de tatmak isterdim doğrusu" diye cevap verdi fare.
Ama tüm bunlar doğru değildi; kedinin ne amcası vardı, ne de ondan vaftiz babalık için bir ricada bulunmuşlardı!
Kedi doğru kiliseye yollandı; çanağın bulunduğu yere usulca yanaştı ve şapırdata şapırdata yağı yalamaya başladı.
Sonra şehirdeki evlerin damlarında dolaştı, her fırsatta güneşlendi; yağı aklına getirdikçe hep bıyıklarını temizledi.
Ancak akşam olunca eve döndü.
"Geldin mi? Neşeli bir gün geçirmişsindir!"
"Eh, işte!"
"Çocuğa ne isim koydunuz?"
"Defol!" dedi kedi donuk bir sesle.
"Defol mu? Tuhaf bir isim! Sizin ailede bu isimde olan biri var mı?"
"Ne varmış ki bu isimde?" diye karşı çıktı kedi. "Senin vaftiz babanın Kırıntıçalan ismi daha mı iyi yani?"
Neyse, bir süre sonra kedinin yine iştahı kabardı ve fareye, "Bana bir iyilik yap! Ev işlerine bugün de sen bak! Beni yine vaftiz baba olmam için çağırdılar; çocuğun boynunda beyaz bir halka varmış! Onun için reddedemedim" dedi.
Saf fare buna razı oldu; kedi yine kilise duvarlarından süzülerek çanağın yanına vardı ve bütün yağı yedi.
"En tatlı yemek beleş yemek" diye mırıldandı. O gün keyfi yerindeydi.
Eve döndüğünde fare, "Çocuğun adını ne koydunuz?" diye sordu.
"Sonol!" diye cevap verdi kedi.
"Sonol mu? Yok yahu! Ömrümde böyle bir isim duymadım ben. İddiaya girerim, takvimde bile böyle isim yoktur."
O nefis yemekten sonra kedi ağzını ıslattı. "Hak oyun üçtür" diye mırıldanarak fareye şöyle dedi: "Yahu, yine vaftiz baba olmamı istediler! Bu seferki çocuk kapkara doğmuş, ama ayakları beyazmış! Vücudunda da hiç tüy yokmuş! Böyle bir şey dört beş yılda bir görülürmüş; gitmeme izin verirsin, değil mi?"
"Ben hâlâ kafamı Defol-Sonol isimlerine taktım; niye böyle demişler acaba?"
"Gri hırkanı giymiş, bir köşeye çekilmişsin. Sık sık dışarı çıkmazsan böyle cahil kalırsın işte!" diye cevap verdi kedi.
Ve kedinin yokluğunda fare evi topladı; bu arada kedi, çanağın dibini yalamakla meşguldü. Kendi kendine, "Şu bitse de, ben de rahatlasam" diye söylendi ve karnı iyice doymuş olarak gece yarısına doğru eve döndü.
Fare hemen üçüncü çocuğa ne ad koyduklarını sordu. Kedi, "Bunu da beğenmeyeceksin" dedi. "Yokol ismini verdiler."
"Yokol mu? Bu da ne demek?" diye sordu; sonra kafasını iki yana sallayarak köşesine çekildi ve kıvrılıp uyudu.
O günden sonra kimse kediyi vaftiz baba olması için çağırmadı.
Kış bastırıp da dışarıda yiyecek bulunmayınca farenin aklına yazın sakladıkları içyağı geldi. Kediye dönerek, "Kedi, gel şu bizim yağ çanağını alalım; ne de lezzetli gelecek bize şimdi" dedi.
"Olur" diye cevap verdi kedi. "Tatlı dilini pencereden uzatmak kadar hoşuna gidecek!"
Derken yola çıktılar; kiliseye vardıklarında çanağı buldular, ama içi bomboştu!
Fare, "Şimdi neler olduğunu anladım! Amma arkadaşmışsın be! Hepsini sen yedin! Defol-Sonol diye beni uyuttun!"
"Kapa çeneni!" diye bağırdı kedi. "Bir kelime daha söylersen yerim seni!"
"Yokol!" diye haykırdı zavallı fare.
O bunu der demez kedi bir pençe attıktan sonra fareciği yutuverdi.
Dünyada böyle işler de oluyor bazen!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Sunday Aug 18, 2024

Herkesin muradına erdiği eski zamanlarda bir kral vardı. Kızlarının hepsi güzeldi, ama en genci öyle güzeldi ki, o zamana kadar pek çok güzel görmüş güneş bile onu seyretmeye doyamıyordu.Kralın sarayının yakınında koskoca bir kara orman, bu ormandaki yaşlı bir ıhlamur ağacının altında da bir kuyu vardı. Çok sıcak havalarda en genç prenses ormana gider ve serinlemek için bu kuyunun kenarına otururdu. Canı sıkıldığı zaman da altın topunu havaya atar ve sonra yakalardı; bu, onun en sevdiği oyundu.Bir gün yine havaya attığı top elinden kaçıp yere çarpınca seke seke kuyuya düştü. Kuyu o kadar derindi ki, dibi görünmüyordu. Kız ağlamaya başladı, hıçkırıkları gitgide yükseldi, hiç sakinleşmedi. O böyle yakınıp dururken biri seslendi: "Neyin var prensesim? Öyle ağlıyorsun ki, buna taş bile dayanmaz!"Kız bu ses nereden geliyor diye etrafına bakındı. Derken sudan kocaman ve çirkin başını çıkarmış olan bir kurbağa gördü. "Ah sen miydin çamursıçratan? Kuyuya düşen altın topuma ağlıyorum" dedi."Kes sesini, ağlama artık" diye cevap verdi kurbağa. "Bunun çaresi var, sana oyuncağını geri getirirsem bana ne verirsin?""Ne istersen kurbağacık!" diye cevap verdi kız. "Giysilerimi, incilerimi ve takılarımı, hatta başımdaki altın tacı bile veririm."Kurbağa şöyle cevap verdi: "Giysilerin, incilerin, takıların ve altın tacın hoşuma gitmedi. Ama bana iyi davran, senin oyun arkadaşın olayım, masada senin yanında oturayım, senin altın tabağından yiyip senin bardağından içeyim ve senin yatağında yatıp uyuyayım.""Tamam" dedi kız. "Söz veriyorum, hepsi olacak, eğer bana altın topumu geri getirirsen." Ama içinden de şöyle geçirdi: "Kurbağa zırvası bu, hem suda yaşayacak hem de bir insana yarenlik yapacak ha!"Kurbağa kızdan bu vaadi aldıktan sonra kuyuya daldı ve bir süre sonra su yüzüne çıkarak ağzındaki altın topu çimlere fırlattı.Prenses güzel oyuncağını görünce hemen yerden alarak koşmaya başladı."Dur, dur" diye seslendi kurbağa. "Beni de al, ben senin gibi yürüyemem ki!"Ama ne fayda, o istediği kadar vrak! vrak! diye bağırsın, kız çekip gitti. Topunu kuyudan çıkaran zavallı kurbağayı unuttu bile.Ertesi gün prenses babasıyla ve saray erkânıyla sofraya oturup altın tabaktan yemek yerken, sarayın mermer merdivenlerinden şlip-şlap-şlip-şlap diye bir şey yürüdü ve kapıyı çalarken de "En genç prenses, bana kapıyı aç!" diye seslendiKız kim gelmiş diye dışarı gidip baktı, karşısında kurbağayı gördü. Hemen kapıyı kapayarak geri döndü ve masadaki yerini aldı; çok korkmuştu.Kral onun yüreğinin küt küt attığını fark edince, "Niye korkuyorsun çocuğum? Dışarıda seni kapıp kaçıracak bir dev mi var yoksa?" diye sordu."Dev falan yok, iğrenç bir kurbağa var" dedi kız."Kurbağa ne istiyor senden?""Ah babacığım, dün ormandaki kuyu başında oynuyordum, derken altın topum kuyuya düştü. O kadar çok ağladım ki, bu kurbağa onu sudan çıkardı, karşılığında da benimle yarenlik etmeyi istedi. Ben onun sudan çıkıp yürüyebileceğini aklıma bile getirmedim. Ama çıkmış işte, şimdi içeri girmek istiyor."Bu sırada kurbağa kapıyı bir daha çalarak şöyle seslendi:Prenseslerin en genci Bırak artık direnci Söz vermiştin ya bana Hadi kapıyı açsana!Bunun üzerine kral "Madem söz verdin, sözünü tut ve git kapıyı aç" dedi.Kız gidip kapıyı açtı. Kurbağa onun sandalyesine kadar peşinden zıplaya zıplaya yürüdü. Orada durup "Beni yukarı kaldır, yanına oturt!" diye seslendi. Kız duraksadı, ta ki kral onu uyarıncaya kadar.Kurbağa sandalyeye oturduktan sonra masaya çıkmak istedi. Çıktıktan sonra da "Şu altın tabağını bana itele de birlikte yiyelim" dedi.Kız söyleneni yaptı, ama bunu hiç istemediği belliydi. Kurbağa afiyetle yiyip içerken her lokması kızın boğazında kaldı."Karnım doydu, artık yoruldum. Beni odana taşı ve yatağına götür, yatıp uyuyalım" dedi kurbağa sonra.Prenses ağlamaya başladı, soğuk kurbağaya elini sürmeye iğrendi. Şimdi bu yaratık onun güzel yatağında mı yatacaktı!Ancak kral öfkelendi ve "Seni sıkıntıdan kurtarana nasıl nankörlük edersin! Ona hakaret etme!" dedi.Bunun üzerine prenses onu iki parmağıyla tutarak odanın bir köşesine bıraktı. Ama yatağa yattığında kurbağa sürüne sürüne ona yaklaştı ve "Ben yoruldum, senin gibi uyumak istiyorum. Beni yanına al, yoksa babana söylerim!" dedi.Kız o kadar öfkelendi ki, onu bütün gücüyle duvara fırlattı ve "Pis kurbağa, dinlen orada dinlenebildiğin kadar!" diye bağırdı.Kurbağa yere düşer düşmez kurbağalıktan çıktı, dost bakışlı, yakışıklı bir prense dönüştü. O zaman delikanlı, kendisinin bir cadı tarafından büyü yapılarak kurbağaya dönüştürüldüğünü ve o güne kadar hiç kimsenin onu kuyudan çıkaramadığını anlattı. Kızı kendi krallığına götürmek istediğini söyledi. Sonra beraber yatıp uyudular. Genç kız babasının da isteğiyle onu kocası olarak kabul etti.Ertesi sabah güneş doğarken uyandılar; sekiz beyaz atın çektiği bir araba geldi, her atın başında beyaz birer devekuşu tüyü vardı, zincirleri de altındandı.Genç prensin arkasında onun sadık hizmetçisi Aslan Yürekli Heinrich duruyordu. Sadık Heinrich efendisinin kurbağaya dönüşmesine o kadar üzülmüştü ki, yüreği parçalanmasın diye göğsüne üç tane demir bant koydurtmuştu. Araba genç prensi kendi ülkesine götürmek üzere gelmişti. Sadık Heinrich onları arabaya bindirdikten sonra arkalarına geçti. İşlerin bu şekilde sonuçlanmasına o kadar seviniyordu ki!Biraz yol aldıktan sonra prens ardında bir çatırtı duydu; sanki bir şey kırılmıştı. Arkasına dönerek şöyle seslendi:
Heinrich, galiba araba kırıldı!Hayır efendim, kınlan araba değil,Bunlar göğsümdeki demirlerSiz kuyudayken duyduğum acıyı söyler.
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Copyright 2024 Podbean All rights reserved.

Podcast Powered By Podbean

Version: 20240731