Sunday Aug 18, 2024
Kurul Sofram Kurul!
Bir zamanlar bir terzinin üç oğlu ve bir de keçisi vardı. Hepsi keçi sütüyle beslendiği için hayvanın her gün otlatılması gerekiyordu. Oğlanlar sırayla otlatıyordu.
Bir seferinde büyük oğlan onu kilisenin avlusuna götürdü. Hayvan oradaki o güzel kokulu otları yiyerek oynayıp sıçramaya başladı.
Akşam olup da eve dönme zamanı gelince oğlan, "Keçi, doydun mu?" diye sordu.
Keçi şöyle cevap verdi:
İyice doydum ben, m-e-e-e!
Artık yaprak falan verme!
Artık yaprak falan verme!
"Öyleyse eve gel" dedi oğlan ve onu ipinden çekerek ahırdaki bir direğe bağladı.
Yaşlı terzi oğluna, "Eee, keçi doydu mu bari?" diye sordu. "O kadar doydu ki, artık yaprak bile istemiyor" dedi oğlan. Ama babası emin olabilmek için ahıra kendi gitti ve hayvanı okşayarak:
"Keçi, hâlâ tok musun?" diye sordu.
Keçi şöyle cevap verdi:
Ne yedim ki, karnım doysun?
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım.
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım.
"Bunu mu işitecektim" diye öfkelenen terzi hemen oğlunun yanına vararak: "Seni gidi yalancı seni! Keçi doymuşmuş! Hayvanı aç bırakmışsın sen!" diye haykırdı. Ve o kızgınlıkla, duvardan aldığı ölçek değneğiyle oğlanı döverek evden kovdu.
Ertesi gün sıra ortanca oğlandaydı. Bahçeyi çeviren çitlerin önünde, kokulu otların bol olduğu bir yer buldu. Keçi oradaki otların hepsini yedi. Akşam eve dönmek istediğinde hayvana sordu: "Keçi, karnın doydu mu?" Keçi şu cevabı verdi:
İyice doydum ben, m-e-e-e!
Artık yaprak falan verme!
Artık yaprak falan verme!
"O zaman eve gidelim" diyen oğlan onu ahıra götürüp bağladı.
Terzi, "Eee, keçi doydu mu bari?" diye sordu.
"Öyle doydu ki, artık yaprak bile istemiyor" diye cevap verdi.
Terzi inanmadı, ahıra kendisi gidip sordu. "Keçi, karnın doydu mu?"
Keçi şöyle cevap verdi:
Ne yedim ki, karnım doysun
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım!
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım!
"Ne vicdansız çocuksun sen! Böyle masum bir hayvan aç bırakılır mı hiç" diye haykıran terzi, eline geçirdiği değnekle oğlunu döve döve evden kovdu.
Sıra en küçük oğlana geldi; bu işi iyi yapmak istiyordu. Hayvanı en güzel ekinlerin bulunduğu bir fundalığa götürüp otlattı.
Akşam eve dönerken, "Keçi, karnın doydu mu?" diye sordu.
Hayvan şöyle cevap verdi:
İyice doydum ben, m-e-e-e!
Artık yaprak falan verme!
Artık yaprak falan verme!
"Öyleyse eve gidelim" diyen oğlan onu ahıra götürüp bağladı.
Terzi, "Eee, keçinin karnı doydu mu?" diye sordu.
"Evet" dedi oğlan, "Öyle doydu ki, artık yaprak bile istemiyor."
Terzi inanmadı; gidip kendi baktı ve sordu: "Keçi, karnın doydu mu?"
İnatçı hayvan şöyle cevap verdi:
Ne yedim ki, karnım doysun?
Hep mezarlıkta otladım.
Tek yaprak bulamadım.
Hep mezarlıkta otladım.
Tek yaprak bulamadım.
"Edepsiz, yalancı! Bunların hepsi birbirinden beter! Artık beni enayi yerine koyamazsınız" diye haykıran terzi, küçük oğlunu patakladı. Çocukcağız ta ahırdan dışarı fırladı; o da evden kovuldu.
Ve yaşlı terzi keçiyle yalnız kaldı. Ertesi sabah ahıra giderek hayvanı okşadı ve "Gel canım, seni ben götüreceğim otlatmaya" dedi.
Boynuna geçirdiği ipin ucundan tutarak onu, koyunların ve keçilerin yemeye bayıldıkları o yemyeşil çitlerin ve çiçeklerin'olduğu yere götürdü.
"İstediğin kadar ye" dedikten sonra keçiyi akşama kadar orada otlamaya bıraktı.
Daha sonra, "Keçi, doydun mu?" diye sordu.
Hayvan şöyle cevap verdi:
İyice doydum ben, m-e-e-e!
Artık yaprak falan verme!
Artık yaprak falan verme!
"Öyleyse eve gidelim" diyen terzi onu ahıra götürüp bağladı. Oradan ayrılırken durdu, geri dönerek bir daha sordu: "Artık iyice doymuşsundur?" Ancak keçi inadından vazgeçmedi:
Ne yedim ki, karnım doysun?
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım.
Hep mezarlıkta otladım,
Tek yaprak bulamadım.
Terzi bunu duyunca çok şaşırdı; üç oğlunu da haksız yere evden kovduğunu anladı.
"Dur hele, nankör keçi! Seni kovmak yetmez, suratını öyle bir değiştireceğim ki, bir daha soylu terzilerin yüzüne bakamayasın" diye söylenen terzi, o kızgınlıkla usturasını aldı. Hayvanın yüzünü sabunla iyice sabunladıktan sonra sinekkaydı bir tıraş yaptı. Sonra da onu değnekle değil, kamçıyla adamakıllı dövdü. Keçi oradan kaçtı.
Terzi şimdi evde yapayalnız kalmıştı. Üzgün üzgün düşünüyor ve keşke oğullarım yanımda olsaydı diye yakınıyordu; ama onların nereye gittiğini bilen yoktu.
Oysa en büyük oğlan bir marangozun yanına çırak olarak girmişti. Hiç canı sıkılmadan çok çalıştı, çok şey öğrendi; ayrılık zamanı geldiğinde ustası ona bir masa hediye etti. Bu, gösterişsiz bir masaydı ve sıradan tahtadan yapılmıştı, ama bir özelliği vardı. Onu bir yere yerleştirdikten sonra "Kurul sofram, kurul" deyince üzerinde temiz bir masa örtüsüyle çatal, bıçak ve çeşitli kızartmalarla büyük bir bardak kırmızı şarap beliriveriyordu ki, yeme de yanında yat!
"Bana ömrüm boyunca yeter" diye düşündü oğlan ve masayı her gittiği yere yanında taşıdı. Artık bir handa yemek var mı, yok mu; bu yemek iyi mi, kötü mü, umurunda bile olmadı. Canı istediğinde hana değil de, ormana ya da meraya gidiyor, sırtında taşıdığı masayı yere koyduktan sonra, "Kurul sofram, kurul!" diyerek canının her istediği yemeği yiyebildi.
Sonunda babasının yanma dönmeyi akıl etti. Artık öfkesinin geçmiş olacağını ve bu masayı gördükten sonra kendisini seve seve eve alacağını düşündü.
Eve doğru yola çıkarken bir akşam bir hana uğradı; içerisi müşteri doluydu. Ona hoş geldin diyerek yanlarına çağırdılar, birlikte yemek yemeyi teklif ettiler; çünkü handa yemek kalmamıştı.
"Hayır" dedi marangoz, "Size yük olmayayım. Sizler benim misafirim olun, daha iyi! Adamlar güldü ve kendileriyle dalga geçtiğini sandılar. Ancak oğlan masasını odanın ortasına yerleştirdikten sonra "Kurul sofram, kurul!" dedi. O anda masa yemeklerle öylesine donandı ki, hancı bundan daha iyisini yapamazdı. Mis gibi yemek kokusu etrafa yayıldı.
"Hadi afiyet olsun, arkadaşlar" dedi oğlan. Misafirleri onu bir dediğini iki etmeyip bıçakları alarak yemeğe balıklama atladılar. Onları en çok şaşırtan şey de, bir tabaktaki yemek bitince hemen aynısının bir daha önlerine çıkmasıydı.
Hancı bir köşeden tüm bunları seyretti, ne söyleyeceğini bilemedi. Ama "Bana böyle bir aşçı lazım" diye aklından geçirdi.
Marangozla misafirleri gece yarısına kadar yiyip içtiler, sonunda yatmaya gittiler. Oğlan masasını duvar kenarına yerleştirdi. Hancının aklı masada kalmıştı; birden aklına kilerde sakladığı eski bir masa geldi. Usulca onu alarak marangozun masasıyla değiştirdi.
Ertesi sabah marangoz hancıya parasını ödedi, masasını sırtladı ve sahte olduğu aklına bile gelmedi. Sonra yola koyuldu.
Öğlene doğru babasının yanma vardı; adam onu büyük bir sevinçle karşıladı.
"Eee, oğlum, ne öğrendin bakalım?" diye sordu.
"Baba, ben marangoz oldum!"
"İyi bir meslek" diye karşılık verdi babası. "Peki bunca zaman sonra beraberinde ne getirdin?"
"Getirdiğim en güzel şey şu masa, baba!"
Babası masayı iyice gözden geçirdikten sonra, "Bu pek usta işi değil, eski ve berbat bir masa" dedi.
"Ama bu bir istek masası. Onu yere koyup da 'Kurul sofram, kurul!' deyince en güzel yemekler geliyor önüme, şarap da dahil olmak üzere. Sen bütün hısım akrabayı davet et; gelsinler, yesinler, içsinler! Bu masa hepsini doyurur."
Davetliler evi doldurduğunda oğlan masayı odanın ortasına yerleştirdi. Sonra "Kurul sofram, kurul!" dedi.
Ama masa kımıldamadı bile; laftan anlamayan herhangi başka bir masa gibi üzeri bomboş kaldı. İşte o zaman zavallı oğlan masasının değiştirilmiş olduğunu anladı ve çok utandı; yalancı gibi orada kalakaldı.
Davetliler ona kahkahalarla güldükten sonra yemeden içmeden oradan ayrıldılar. Babası yine terziliğe devam etti, oğlan da bir ustanın yanında çalışmak üzere evden ayrıldı.
Ortanca oğlan bir değirmencinin yanında işe başladı. Bir yıl geçtikten sonra ustası ona, "Şimdiye kadar çok iyi çalıştın, bu yüzden sana bir eşek hediye ediyorum; ancak bu hayvan araba çekmez, yük de taşımaz" dedi.
"Ne işe yarar peki?" diye sordu oğlan.
"Altın verir" diye cevap verdi değirmenci. "Altına bir bez serer de 'Hop dedik!' dersen sana hem küçük hem de büyük çiş yerine altın verecektir."
"Bu harika bir şey" diyen oğlan ustasına teşekkür ettikten sonra oradan ayrılarak yollara düştü.
Paraya ihtiyacı olduğunda eşeğe "Hop dedik!" deyince yağmur gibi altın para yağdı hep; o da onları yerden toplamaktan başka bir şey yapmadı.
Gittiği her yerde en iyi ve en pahalı şeyleri seçti; nasıl olsa parası vardı!
Bir süre böyle dolaştıktan sonra kendi kendine, "Git artık babanı ara. Eve altın veren eşekle gidersen, onun kızgınlığı geçecek ve seni affedecektir" diye söylendi.
Derken yolu, kardeşinin masasının değiştirildiği hana düştü. Eşeği kendi eliyle ahıra götürecekti ki, hancı onu alıp bağlayabileceğini söyledi.
Ama oğlan, "Zahmet etme! Gri atımı kendi elimle götüreyim ahıra. Kendim bağlayayım ki, sonra onun nerede olduğunu bileyim" dedi.
Bu hancının tuhafına gitti. Eşeğinin bakımını kendi üstlenen bir müşterinin fazla parası olmamalıydı; ama yabancı elini cebine atarak iki altın çıkardıktan sonra hayvana iyi bir şeyler vermesini söylediği zaman hancının gözleri açıldı. Hemen gidip en güzel yemleri satın aldı.
Yemekten sonra hancıya borcunu sordu. Hancı bir misli hesap çıkararak birkaç altın daha vermesi gerektiğini söyledi. Oğlan ceplerini karıştırdı, ama parası bitmişti!
"Bekle biraz, hancı! Ben gidip biraz altın alayım" dedi ve yanma bir masa örtüsü aldı. Hancı bunun ne anlama geldiğini anlayamadı, ama merak etti ve arkasından gitti. Müşterisi, ahırı içerden sürgülediği için hancı kapı deliğinden baktı. Müşterisi eşeğin altına masa örtüsünü serdikten sonra "Hop dedik!" deyince eşek, hem önden hem arkadan akıttığı altınlarla örtüyü doldurdu.
"Vay canına!" diye söylendi hancı, "Bu altın paralar sanki yeni basılmış! Altın dolu bir torba benim de işime gelir!"
Misafiri borcunu ödedikten sonra yatmaya çıktı. O uyuduktan sonra hancı gizlice ahıra gitti; altın akıtan eşeği oradan alarak yerine başka bir eşek bağladı.
Ertesi sabah erkenden oğlan ahırdan eşeğini aldı; kendi eşeğini aldığını sanıyordu.
Öğlene doğru babasının evine geldi. Adam onu görünce çok sevindi.
"Sen şimdi ne oldun bakalım?" diye sordu.
"Değirmenci oldum, baba" diye cevap verdi oğlan.
"Peki, neler getirdin bakalım?"
"Sadece bir eşek."
"Burada yeterince eşek var" dedi babası. "İyi süt veren bir keçi getirseydin daha iyi olurdu."
"Evet" dedi oğlan, "Ama bu inatçı eşeklerden biri değil! Bu, altın veren bir eşek. 'Hop dedik!' dersem sana çarşaf dolusu altın verecektir. Sen bütün akrabaları çağır, ben hepsini zengin edeyim."
"Bu iş hoşuma gitti. Bundan sonra dikişle uğraşmayacağım desene" diyerek hısım akrabayı çağırdı.
Hepsi toplandıktan sonra oğlan odanın ortasına bir çarşaf serdikten sonra eşeği alıp getirdi.
"Dikkat edin!" diye seslendikten sonra eşeğe dönerek, "Hop dedik!" dedi. Ama hayvanın çarşafa şey ettiği, altın maltın değil, daha başka bir şeydi!
Kısacası, eşeğin hiçbir marifetinin olmadığı meydana çıktı.
Zavallı değirmencinin suratı asıldı; o anda aldatıldığını anladı ve misafirlerden özür diledi. Onlar da geldikleri gibi elleri geri döndü.
Yaşlı terzi yine iğnesine sarıldı, oğlan da bir değirmencinin yanında çalışmaya başladı.
En küçük oğlan işe bir tornacının yanında başladı; bu biraz marifet istediği için öğrenmesi de uzun sürdü. Kardeşleri, yazdıkları bir mektupta çok sıkıntıda olduklarını ve handa son gece başlarına gelenleri bildirmişlerdi.
Oğlan tornacılığı öğrendikten sonra, oradan ayrılırken ustası ona bir zembil hediye etti. "Bu zembilin içinde bir sopa var" dedi.
"Zembili sırtlarım, işime yarar. Ama sopayı ne yapayım? Sadece yükümü arttırır, o kadar" diye yakındı oğlan.
"Bak ne diyeceğim sana" dedi ustası. "Biri seni üzecek olursa, 'Sopa, çık zembilden!' dersen o sopa çuvaldan çıkıp başlar karşındakinin sırtında boza pişirmeye. Öyle bir dayak atar ki, bunu yiyen sekiz gün yerinden kıpırdayamaz. Sen 'Sopa, yerine dön' diyene kadar o dayak atmayı sürdürür."
Oğlan ona teşekkür ettikten sonra yola koyuldu.
Kendisine saldırmak istediklerinde "Sopa, çık zembilden" der demez sopa, çuvaldan çıktığı gibi karşısındakilere öyle bir sıra dayağı atıyordu ki! Ve bu işi göz açıp kapayıncaya kadar yapıyordu.
Neyse, akşama doğru bizim genç tornacının yolu da kardeşlerinin gecelediği hana düştü. Zembilini çıkarıp önündeki masaya koyduktan sonra o güne kadar başından geçen ilginç olayları anlatmaya başladı: "Yaa, işte böyle! Sofra kuran masalar, altın salan eşekler falan varmış! İyi de, benim şu zembilimin içindeki hazinenin yanında onlar hiç kalır" dedi.
Hancının kulakları dikildi: "Bu ne acaba?" diye düşündü. "Bu zembil çok kıymetli taşlarla dolu olmalı! Dere yatağını üçüncüde bulur!"
Uyku zamanı gelince oğlan zembilini yastık gibi kullanarak başının altına koydu.
Hancı onun derin bir uykuya daldığını sanarak usulca zembili başının altından çekip almayı ve yerine bir başkasını koymayı düşündü. Tornacı bu anı çoktandır bekliyordu. Hancı tam zembili çekmek isterken oğlan, "Sopa, çık zembilden" dedi. Bunu söyler söylemez sopa sabırsızlandı ve zembilden çıkarak hancıya adamakıllı bir dayak atmaya başladı. Adam haykırdı, yalvardı yakardı; ama o bağırdıkça sopa, vuruşlarını hızlandırdı; sonunda adam yere yığılıp kaldı.
Bunun üzerine tornacı, "Masayla eşeği hemen vermezsen sopa yine üzerinde dansa başlayacak, ona göre" dedi.
"Aman nolur! Ne istersen vereyim, yeter ki sen şu canavarı yine zembile sok" diye haykırdı hancı.
Bunun üzerine oğlan, "Hak yerini buldu. Ama sakın onlara bir zarar verme" dedikten sonra, "Sopa, yerine dön" diye emretti.
Tornacı ertesi gün masayı da, eşeği de yanına alarak babasının evine döndü. Terzi onu görünce çok sevindi ve bunca zaman ne öğrendiğini sordu.
"Babacığım, ben tornacı oldum" diye cevap verdi oğlan.
"İyi bir zanaat" dedi babası: "Peki, sen neler getirdin bakayım?"
"Kıymetli bir şey! Zembil içinde bir sopa!"
"Ne? Bir sopa ha? Bunca zahmet bunun için mi? Her ağaçtan böyle bir sopa kesebilirsin."
"Ama bunun gibisini değil, babacığım! Ben 'Sopa, çık zembilden' dedim mi, zembilden dışarı fırlıyor ve bana karşı kötü niyetli biri varsa, onun sırtına binip güzel bir dayak atıyor; ta ki karşısındaki yalvarıp özür dileyene kadar. Bak, masayla eşeği, ağabeylerimi aldatan hancının elinden bu sopayla aldım ben! Sen çağır şimdi onları, hısım akrabayı da davet et. Onları yedirip içireyim, ceplerini de altınla doldurayım" dedi oğlan.
Yaşlı terzi pek güvenmese de hısım akrabayı topladı.
Tornacı odanın ortasına bir çarşaf serdi, altın salan eşeği de getirdikten sonra ağabeyine, "Ağabey, konuş onunla" dedi.
Kardeşi, "Hop dedik!" diye seslendi. Aynı anda çarşafa altın paralar düşmeye başladı; eşek durmak bilmedi, herkesin payına taşıyamayacağı kadar altın düştü. (Sen de orda olmak isterdin, değil mi?)
Tornacı daha sonra masayı getirdi ve "Ağabey, konuş onunla" dedi.
Ve marangoz "Kurul sofram, kurul!" der demez masanın üzerine bol bol en güzel tabaklar sıralandı. Terzi o zamana kadar hiç görmediği bir ziyafete tanık oldu; tüm akrabalar gece yarısına kadar kalıp eğlendiler.
Yaşlı terzi iğneyi, ipliği dirseği ve ütüyü rafa kaldırdı ve üç oğluyla birlikte neşeli ve mutlu bir hayat yaşadı.
İyi de, üç oğlanın evden kovulmasına neden olan keçi nereye gitti dersin?
Söyleyeyim sana. Başı çırılçıplak kaldığı için herkesten utandı; bir tilki yuvasına sığındı.
Tilki yuvasına döndüğünde, karanlıkta parlayan bir çift göz görünce öyle korktu ki, oradan kaçıverdi. Derken ayıyla karşılaştı.
Ayı, "Ne o, tilki kardeş, yüzün niye böyle asık?" diye sordu.
"Sorma" dedi tilki, "Korkunç bir hayvan yuvama girmiş, kan çanağına dönmüş gözlerle bana bakıyordu."
"Kovalım onu ordan" diyen ayı, tilkiyle birlikte o yuvaya gidip içeri baktı. Parıl parıl parlayan gözleri görünce o da ürktü; o canavara bulaşmaktansa kaçmayı yeğledi.
Ama bu kez arıyla karşılaştı; arı onun keyfinin yerinde olmadığını fark edince, "Hayrola, ayı! Canın sıkılmışa benziyor, nerde kaldı senin o neşeli halin?" diye sordu.
"Sen ne diyorsun yahu? Korkunç bir canavar tilkinin mağarasına yerleşmiş, onu bir türlü kovamıyoruz."
Arı şöyle dedi: "Bak buna üzüldüm işte, ayı. Yolda geçerken yüzüme bile bakmazsın, ama sanırım size yardım edebilirim."
Ve sonra tilkinin mağarasına uçup orada oturmakta olan keçinin başına konup burnunu öyle bir soktu ki, keçi "m-e-e-e! m-e-e-eee!" diye haykırarak oradan kaçtı. Şu saate kadar da onu gören olmadı!
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.