Sunday Aug 18, 2024
Hayat Suyu
Bir zamanlar bir kral vardı, ama çok hastaydı. Kimse onun iyileşeceğini ummuyordu. Bu yüzden üç oğlu o kadar üzgündü ki, her gün bahçeye çıkıp ağlaşıyorlardı.
Derken karşılarına yaşlı bir adam çıktı ve neye üzüldüklerini sordu. Çocuklar babalarının çok hasta olduğunu ve öleceğini, artık hiç kimsenin ona yardım edemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine yaşlı adam, "Ben bunun çaresini biliyorum" dedi ve ekledi: "Eğer hayat suyundan içerse iyileşir. Ancak bu suyu bulmak çok zordur."
Büyük oğlan "Ben bulurum" diyerek yaşlı kralın yanına vardı ve onu iyileştirecek olan hayat suyunu aramak için izin istedi. Kral, "Olmaz! Bu çok tehlikeli bir iş. Ben öleyim daha iyi" dedi. Ama oğlan o kadar yalvardı ki, sonunda babası razı oldu. Prens, "Suyu bulup getirirsem babamın en sevgili oğlu olup tahta konarım" diye geçirdi içinden.
Ve atıyla yola çıktı. Bir süre gittikten sonra karşısına bir cüce çıktı. "Acelen ne böyle? Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Kibirli prens, "Hadi ordan bacaksız! Sen bilme daha iyi" diyerek atıyla yoluna devam etti. Ama cüce çok bozuldu ve ona lanet okudu.
Prens çok geçmeden bir dağ yoluna girdi. İlerledikçe yol daralıyordu; öyle ki, sonunda atından bile inemedi ve bulunduğu yerde sanki hapis kaldı.
Hasta kral uzun zaman oğlunu bekledi, ama o geri dönmedi. Bunun üzerine ortanca oğlan, "Baba, izin ver de hayat suyunu aramaya ben gideyim" dedi. Aynı anda "Kardeşim öldü, taht bana kalacak" diye geçirdi aklından. Kral önce onu göndermek istemediyse de sonunda razı oldu.
Prens aynı şekilde kardeşinin yolundan gitti. Aynı cüce karşısına çıkarak ona, böyle hızlı hızlı nereye gittiğini sordu. Prens, "Hadi ordan bacaksız, sen bilmesen de olur!" diyerek arkasına bir daha bakmaksızın yoluna devam etti. Cüce ona da lanet okudu. O da tıpkı ağabeyi gibi dar bir yolda tıkandı kaldı; ne ileri gidebildi, ne de geri. İnsanın burnu havada olunca işte böyle olur!
Ortanca oğlan da geri dönmeyince, en küçük oğlan hayat suyunu aramak istedi; sonunda kral buna razı oldu.
Küçük oğlan da aynı cüceyle karşılaştı. Cüce ona bu kadar aceleyle nereye gittiğini sordu. Delikanlı durdu; onunla bir süre dertleştikten sonra, "Hayat suyunu arıyorum; babam ölümcül bir hastalığa yakalandı da" diye açıkladı.
"Onu nerede bulacağını biliyor musun?"
"Hayır" dedi prens.
"Sen kardeşlerin gibi uygunsuz ve küstah davranmadın, bu yüzden sana o suyu nerede bulacağını söyleyeceğim. Büyülü bir şatonun avlusundaki bir çeşmeden gürül gürül akıyor. Ama sakın şatoya zorla girme! Ben sana demir bir çubukla iki somun ekmek vereceğim. Şatonun demir kapısı demir çubukla üç kez vurdun mu açılıverir. içeride girişi gözeten iki aslan yatar; onlara birer somun ekmek verdin mi sana bir şey yapmazlar. O zaman hemen gidip, saat on ikiyi çalmadan, hayat suyunu alırsın; daha geç kalırsan kapı kendiliğinden kapanır, sen de orada hapis kalırsın."
Prens teşekkür ederek demir çubukla iki somun ekmeği cüceden alıp yola çıktı.
Şatoya vardığında her şey cücenin söylediği gibi oldu. Demir çubukla üçüncü vuruştan sonra kapı açıldı. Oğlan aslanları ekmekle yatıştırdıktan sonra şatoya daldı; önce karşısına kocaman ve güzel bir salon çıktı. Bu salonda büyülenmiş prensler oturmaktaydı. Delikanlı onların parmaklarındaki yüzükleri çıkardı. Yerde bir kılıç ve bir ekmek gördü, onları da aldı. Ondan sonra bir başka odaya girdi. Burada çok güzel bir genç kız gördü. Kız onu görünce çok sevindi; delikanlıyı öperek ona, kendisini büyüden kurtardığını, bu yüzden tüm varlığının artık onun olduğunu ve bir yıl sonra tekrar geldiğinde kendisiyle evleneceğini söyledi. Sonra hayat suyunun aktığı çeşmenin yerini tarif etti. Ancak acele etmesini ve suyu saat on ikiden önce almasını tembihledi.
Prens gittiği bir başka odada güzel ve yeni yapılmış bir yatak gördü. Çok yorgun olduğu için biraz dinlenmek istedi. Yatağa yatar yatmaz da uyudu. Uyandığında saat on ikiye çeyrek vardı. Dehşetle yerinden fırlayarak çeşmeye koştu; duvarda asılı bir maşrapayı alıp suyla doldurduktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Tam demir kapıdan çıkarken saat on ikiyi çalıyordu. Kapı kendiliğinden o kadar sert bir şekilde kapandı ki, oğlanın topuğunu sıyırıverdi.
Ama delikanlı hayat suyunu bulduğu için seviniyordu. Evin yolunu tuttu ve bu arada cücenin bulunduğu yerden geçti. Cüce ekmekle kılıcı görür görmez, "Bunları almakla çok iyi ettin; kılıçla bütün bir orduyu yenersin, ekmekse tüm dünyayı doyurur" dedi.
Prens, kardeşleri olmadan babasının yanına varmayı istemedi.
"Sevgili cüce, bana kardeşlerimin nerede olduğunu söyleyebilir misin? Onlar hayat suyunu bulmak için benden önce yola çıktılar, ama geri dönmediler"
"Onlar iki dağ arasında sıkışıp kaldı" diye cevap verdi cüce. "Böyle olmasını ben istedim, çünkü bana karşı çok uygunsuz davrandılar."
Bu kez prens, ağabeylerinin serbest kalması için cüceye yalvardı. Cüce onu kırmadı, ama "Onlardan kendini koru, çünkü ikisi de kötü yürekli" diye uyardı.
Prens kardeşlerine kavuşunca sevindi ve onlara hayat suyunu nasıl bulduğunu, nasıl bir maşrapa suyu beraberinde getirdiğini, güzel prensesi nasıl özgürlüğüne kavuşturduğunu, onun kendisini nasıl bir yıl bekleyeceğini anlattı. Bir yıl sonra bu prensesle evlenecek ve büyük bir devletin başı olacaktı.
Sonra her üçü de yola koyuldu. Derken açlık ve savaşın hüküm sürdüğü bir ülkeye geldiler. Kralın başı beladaydı, çünkü kıtlık baş göstermişti. Prens önce ona yanındaki ekmeği verdi, bununla tüm halkın karnı doydu. Sonra kılıcı verdi, kral bununla düşman ordusunu yendi. Böylelikle ülkesi barış ve refaha kavuştu. Bunun üzerine prens ekmekle kılıcı geri aldı.
Üç kardeş yine yola koyuldu. Savaş ve açlığın hüküm sürdüğü iki ülkeden daha geçtiler. Prens her seferinde krallara ekmekle kılıcını verdi ve sonuçta üç ülkeyi mahvolmaktan kurtardı.
Daha sonra bir gemiye binerek denize açıldılar. Yolculuk sırasında prensin ağabeyleri aralarında konuştu: "Hayat suyunu en küçüğümüz buldu, biz başaramadık. Babamız aslında bizim hakkımız olan tahtı ona bırakacak; mutluluğumuz elden gidecek."
Bu kez küçük oğlana kin bağladılar ve onu mahvetmeye karar verdiler. Onun derin bir uykuya dalmasını beklediler. Sonra maşrapadaki suyu kendilerinin kabına boşalttılar ve onun yerine deniz suyu koydular.
Eve vardıklarında küçük oğlan krala maşrapayı uzatarak bundan içmesini, o zaman tekrar sağlığına kavuşacağını söyledi. Kral acı deniz suyundan birkaç yudum içince eskisinden daha fena hasta oldu. Sızlanıp dururken diğer iki oğlan küçük kardeşlerini suçladı. Krala gerçek hayat suyunu verdiler. Kral birkaç yudum içer içmez hastalığının iyileşmeye başladığını ve gençlik günlerindeki gibi sağlam ve güçlü olduğunu hissetti. Bunun üzerine ağabeyleri küçük oğlanla alay ettiler. "Hayat suyunu sen buldun, bunca zahmete sen katlandın, ama mükâfatını biz gördük. Aslında akıllı olup gözünü dört açmalıydın. Sen gemide uyurken biz o suyu aldık. Bir yıl sonra ikimizden biri o güzel prensesi alıp getirecek. Ama sakın bizi ele vermeye kalkma, bu konuda tek kelime edersen canından olursun! Susarsan hayatını bağışlarız" dediler.
Yaşlı kral küçük oğluna çok kızdı; onun kendisini öldürmeye kalkıştığını sandı. Bu nedenle sarayın önde gelenlerini toplayarak onun hakkında bir karar aldırttı; oğlan gizlice kurşuna dizilecekti!
Ve bir gün prens hiçbir şeyden habersiz ava çıktığında kralın avcısı ona refakat eti. Epey yol alarak bir ormana vardıklar. Ancak avcı o denli hüzünlüydü ki, prens ona "Neyin var senin?" diye sordu. Avcı, "Söyleyemem" dedi. Prens diretti: "Söyle, söyle. Ne olursa olsun seni bağışlayacağım."
"Şey ..." dedi avcı, "Kral emretti, sizi tüfekle öldürecekmişim."
Prens dehşet içinde kaldı ve dedi ki: "Dinle beni avcı! Bırak beni yaşayayım. Benim giysilerimi sen al, senin eskilerini bana ver."
Avcı, "Seve seve, efendim; zaten sizi öldüremezdim" diye cevap verdi. Giysilerini değiş tokuş ettiler. Avcı saraya döndü, prens ormanda yoluna devam etti.
Aradan bir süre geçti, derken bir gün krala en küçük oğluna verilmek üzere üç araba dolusu altın ve elmas gönderildi. Bu arabalar, vaktiyle kılıcını ve ekmeğini vererek ülkelerini düşmandan ve açlıktan kurtaran genç prense şükranlarını bildiren üç kraldan geliyordu. O zaman yaşlı kral, "Yoksa benim oğlum suçsuz mu?" diye geçirdi aklından ve sarayın önde gelenlerine "Umarım yaşıyordur, onu öldürttüğüm için o kadar üzgünüm ki!" diye yakındı.
"O yaşıyor efendim" diye söze karıştı avcı. "Kralımın emrini yerine getirmeye gönlüm razı olmadı" diyerek ona her şeyi anlattı. Kral çok rahatladı, tüm komşu krallıklara haber salarak oğlunun bağışlandığını, yani tekrar eve dönebileceğini bildirdi.
Bu arada şatodaki prenses, bulunduğu şatodan başlamak üzere altından pırıl pırıl bir yol yaptırdı ve adamlarına, "Bu yoldan sağa sola sapmaksızın geçeni içeri alabilirsiniz! O, beklenen kişidir. Yoldan sapanları sakın içeri almayın!" diye emretti.
Bir süre sonra en büyük oğlan, kendisini kralın kızına 'onun kurtarıcısı' olarak takdim etmek üzere çarçabuk yola çıktı. Niyeti kızla evlenip servete konmaktı.
Atına atlayıp da şatoya vardı, anacak o güzel altın yolu görünce, "Bunun üzerinden atla gidersem çok yazık olur!" diye düşündü ve yolun sağından gitti. Giriş kapısına varınca askerler doğru kişi olmadığı gerekçesiyle onu geri gönderdi.
Aradan çok geçmeden ortanca oğlan çıkageldi; o da altın döşeli yola atının bir ayağı henüz değmişken, "Üzerine basılırsa yazık olacak" diye düşünerek yolun sol tarafından gitti. Ana kapıya geldiğinde askerler aynı şekilde onu da doğru kişi olmadığı gerekçesiyle geri gönderdi.
Üçüncü oğlan tam bir yıl dolduğunda, ormanı terk ederek sevgilisine kavuşup dertlerini unutmaya karar verdi ve yola koyuldu. Aklı fikri hep kızda olduğu için altın döşeli yolu görmedi bile; atıyla üzerinden geçti. Ana kapıya vardığında içeri alındı. Kralın kızı onu büyük bir sevinçle karşıladı. 'Kurtarıcısı'nın nihayet geldiğini, ülkeyi artık onun idare edeceğini, elbette kendisiyle evleneceğini ve ölene dek mutlu yaşayacaklarını ilan etti.
Düğünden sonra kocasına, babasının haber göndererek onu çağırttığını ve bağışladığını bildirdi. Bunun üzerine prens atına atlayarak babasının yanına vardı ve kardeşlerinin kendisini nasıl aldattıklarını bir bir anlattı. Yaşlı kral onları cezalandırmak istedi ve ikisini de sürgüne yolladı; bir daha da geri dönmediler.
Derken karşılarına yaşlı bir adam çıktı ve neye üzüldüklerini sordu. Çocuklar babalarının çok hasta olduğunu ve öleceğini, artık hiç kimsenin ona yardım edemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine yaşlı adam, "Ben bunun çaresini biliyorum" dedi ve ekledi: "Eğer hayat suyundan içerse iyileşir. Ancak bu suyu bulmak çok zordur."
Büyük oğlan "Ben bulurum" diyerek yaşlı kralın yanına vardı ve onu iyileştirecek olan hayat suyunu aramak için izin istedi. Kral, "Olmaz! Bu çok tehlikeli bir iş. Ben öleyim daha iyi" dedi. Ama oğlan o kadar yalvardı ki, sonunda babası razı oldu. Prens, "Suyu bulup getirirsem babamın en sevgili oğlu olup tahta konarım" diye geçirdi içinden.
Ve atıyla yola çıktı. Bir süre gittikten sonra karşısına bir cüce çıktı. "Acelen ne böyle? Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Kibirli prens, "Hadi ordan bacaksız! Sen bilme daha iyi" diyerek atıyla yoluna devam etti. Ama cüce çok bozuldu ve ona lanet okudu.
Prens çok geçmeden bir dağ yoluna girdi. İlerledikçe yol daralıyordu; öyle ki, sonunda atından bile inemedi ve bulunduğu yerde sanki hapis kaldı.
Hasta kral uzun zaman oğlunu bekledi, ama o geri dönmedi. Bunun üzerine ortanca oğlan, "Baba, izin ver de hayat suyunu aramaya ben gideyim" dedi. Aynı anda "Kardeşim öldü, taht bana kalacak" diye geçirdi aklından. Kral önce onu göndermek istemediyse de sonunda razı oldu.
Prens aynı şekilde kardeşinin yolundan gitti. Aynı cüce karşısına çıkarak ona, böyle hızlı hızlı nereye gittiğini sordu. Prens, "Hadi ordan bacaksız, sen bilmesen de olur!" diyerek arkasına bir daha bakmaksızın yoluna devam etti. Cüce ona da lanet okudu. O da tıpkı ağabeyi gibi dar bir yolda tıkandı kaldı; ne ileri gidebildi, ne de geri. İnsanın burnu havada olunca işte böyle olur!
Ortanca oğlan da geri dönmeyince, en küçük oğlan hayat suyunu aramak istedi; sonunda kral buna razı oldu.
Küçük oğlan da aynı cüceyle karşılaştı. Cüce ona bu kadar aceleyle nereye gittiğini sordu. Delikanlı durdu; onunla bir süre dertleştikten sonra, "Hayat suyunu arıyorum; babam ölümcül bir hastalığa yakalandı da" diye açıkladı.
"Onu nerede bulacağını biliyor musun?"
"Hayır" dedi prens.
"Sen kardeşlerin gibi uygunsuz ve küstah davranmadın, bu yüzden sana o suyu nerede bulacağını söyleyeceğim. Büyülü bir şatonun avlusundaki bir çeşmeden gürül gürül akıyor. Ama sakın şatoya zorla girme! Ben sana demir bir çubukla iki somun ekmek vereceğim. Şatonun demir kapısı demir çubukla üç kez vurdun mu açılıverir. içeride girişi gözeten iki aslan yatar; onlara birer somun ekmek verdin mi sana bir şey yapmazlar. O zaman hemen gidip, saat on ikiyi çalmadan, hayat suyunu alırsın; daha geç kalırsan kapı kendiliğinden kapanır, sen de orada hapis kalırsın."
Prens teşekkür ederek demir çubukla iki somun ekmeği cüceden alıp yola çıktı.
Şatoya vardığında her şey cücenin söylediği gibi oldu. Demir çubukla üçüncü vuruştan sonra kapı açıldı. Oğlan aslanları ekmekle yatıştırdıktan sonra şatoya daldı; önce karşısına kocaman ve güzel bir salon çıktı. Bu salonda büyülenmiş prensler oturmaktaydı. Delikanlı onların parmaklarındaki yüzükleri çıkardı. Yerde bir kılıç ve bir ekmek gördü, onları da aldı. Ondan sonra bir başka odaya girdi. Burada çok güzel bir genç kız gördü. Kız onu görünce çok sevindi; delikanlıyı öperek ona, kendisini büyüden kurtardığını, bu yüzden tüm varlığının artık onun olduğunu ve bir yıl sonra tekrar geldiğinde kendisiyle evleneceğini söyledi. Sonra hayat suyunun aktığı çeşmenin yerini tarif etti. Ancak acele etmesini ve suyu saat on ikiden önce almasını tembihledi.
Prens gittiği bir başka odada güzel ve yeni yapılmış bir yatak gördü. Çok yorgun olduğu için biraz dinlenmek istedi. Yatağa yatar yatmaz da uyudu. Uyandığında saat on ikiye çeyrek vardı. Dehşetle yerinden fırlayarak çeşmeye koştu; duvarda asılı bir maşrapayı alıp suyla doldurduktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Tam demir kapıdan çıkarken saat on ikiyi çalıyordu. Kapı kendiliğinden o kadar sert bir şekilde kapandı ki, oğlanın topuğunu sıyırıverdi.
Ama delikanlı hayat suyunu bulduğu için seviniyordu. Evin yolunu tuttu ve bu arada cücenin bulunduğu yerden geçti. Cüce ekmekle kılıcı görür görmez, "Bunları almakla çok iyi ettin; kılıçla bütün bir orduyu yenersin, ekmekse tüm dünyayı doyurur" dedi.
Prens, kardeşleri olmadan babasının yanına varmayı istemedi.
"Sevgili cüce, bana kardeşlerimin nerede olduğunu söyleyebilir misin? Onlar hayat suyunu bulmak için benden önce yola çıktılar, ama geri dönmediler"
"Onlar iki dağ arasında sıkışıp kaldı" diye cevap verdi cüce. "Böyle olmasını ben istedim, çünkü bana karşı çok uygunsuz davrandılar."
Bu kez prens, ağabeylerinin serbest kalması için cüceye yalvardı. Cüce onu kırmadı, ama "Onlardan kendini koru, çünkü ikisi de kötü yürekli" diye uyardı.
Prens kardeşlerine kavuşunca sevindi ve onlara hayat suyunu nasıl bulduğunu, nasıl bir maşrapa suyu beraberinde getirdiğini, güzel prensesi nasıl özgürlüğüne kavuşturduğunu, onun kendisini nasıl bir yıl bekleyeceğini anlattı. Bir yıl sonra bu prensesle evlenecek ve büyük bir devletin başı olacaktı.
Sonra her üçü de yola koyuldu. Derken açlık ve savaşın hüküm sürdüğü bir ülkeye geldiler. Kralın başı beladaydı, çünkü kıtlık baş göstermişti. Prens önce ona yanındaki ekmeği verdi, bununla tüm halkın karnı doydu. Sonra kılıcı verdi, kral bununla düşman ordusunu yendi. Böylelikle ülkesi barış ve refaha kavuştu. Bunun üzerine prens ekmekle kılıcı geri aldı.
Üç kardeş yine yola koyuldu. Savaş ve açlığın hüküm sürdüğü iki ülkeden daha geçtiler. Prens her seferinde krallara ekmekle kılıcını verdi ve sonuçta üç ülkeyi mahvolmaktan kurtardı.
Daha sonra bir gemiye binerek denize açıldılar. Yolculuk sırasında prensin ağabeyleri aralarında konuştu: "Hayat suyunu en küçüğümüz buldu, biz başaramadık. Babamız aslında bizim hakkımız olan tahtı ona bırakacak; mutluluğumuz elden gidecek."
Bu kez küçük oğlana kin bağladılar ve onu mahvetmeye karar verdiler. Onun derin bir uykuya dalmasını beklediler. Sonra maşrapadaki suyu kendilerinin kabına boşalttılar ve onun yerine deniz suyu koydular.
Eve vardıklarında küçük oğlan krala maşrapayı uzatarak bundan içmesini, o zaman tekrar sağlığına kavuşacağını söyledi. Kral acı deniz suyundan birkaç yudum içince eskisinden daha fena hasta oldu. Sızlanıp dururken diğer iki oğlan küçük kardeşlerini suçladı. Krala gerçek hayat suyunu verdiler. Kral birkaç yudum içer içmez hastalığının iyileşmeye başladığını ve gençlik günlerindeki gibi sağlam ve güçlü olduğunu hissetti. Bunun üzerine ağabeyleri küçük oğlanla alay ettiler. "Hayat suyunu sen buldun, bunca zahmete sen katlandın, ama mükâfatını biz gördük. Aslında akıllı olup gözünü dört açmalıydın. Sen gemide uyurken biz o suyu aldık. Bir yıl sonra ikimizden biri o güzel prensesi alıp getirecek. Ama sakın bizi ele vermeye kalkma, bu konuda tek kelime edersen canından olursun! Susarsan hayatını bağışlarız" dediler.
Yaşlı kral küçük oğluna çok kızdı; onun kendisini öldürmeye kalkıştığını sandı. Bu nedenle sarayın önde gelenlerini toplayarak onun hakkında bir karar aldırttı; oğlan gizlice kurşuna dizilecekti!
Ve bir gün prens hiçbir şeyden habersiz ava çıktığında kralın avcısı ona refakat eti. Epey yol alarak bir ormana vardıklar. Ancak avcı o denli hüzünlüydü ki, prens ona "Neyin var senin?" diye sordu. Avcı, "Söyleyemem" dedi. Prens diretti: "Söyle, söyle. Ne olursa olsun seni bağışlayacağım."
"Şey ..." dedi avcı, "Kral emretti, sizi tüfekle öldürecekmişim."
Prens dehşet içinde kaldı ve dedi ki: "Dinle beni avcı! Bırak beni yaşayayım. Benim giysilerimi sen al, senin eskilerini bana ver."
Avcı, "Seve seve, efendim; zaten sizi öldüremezdim" diye cevap verdi. Giysilerini değiş tokuş ettiler. Avcı saraya döndü, prens ormanda yoluna devam etti.
Aradan bir süre geçti, derken bir gün krala en küçük oğluna verilmek üzere üç araba dolusu altın ve elmas gönderildi. Bu arabalar, vaktiyle kılıcını ve ekmeğini vererek ülkelerini düşmandan ve açlıktan kurtaran genç prense şükranlarını bildiren üç kraldan geliyordu. O zaman yaşlı kral, "Yoksa benim oğlum suçsuz mu?" diye geçirdi aklından ve sarayın önde gelenlerine "Umarım yaşıyordur, onu öldürttüğüm için o kadar üzgünüm ki!" diye yakındı.
"O yaşıyor efendim" diye söze karıştı avcı. "Kralımın emrini yerine getirmeye gönlüm razı olmadı" diyerek ona her şeyi anlattı. Kral çok rahatladı, tüm komşu krallıklara haber salarak oğlunun bağışlandığını, yani tekrar eve dönebileceğini bildirdi.
Bu arada şatodaki prenses, bulunduğu şatodan başlamak üzere altından pırıl pırıl bir yol yaptırdı ve adamlarına, "Bu yoldan sağa sola sapmaksızın geçeni içeri alabilirsiniz! O, beklenen kişidir. Yoldan sapanları sakın içeri almayın!" diye emretti.
Bir süre sonra en büyük oğlan, kendisini kralın kızına 'onun kurtarıcısı' olarak takdim etmek üzere çarçabuk yola çıktı. Niyeti kızla evlenip servete konmaktı.
Atına atlayıp da şatoya vardı, anacak o güzel altın yolu görünce, "Bunun üzerinden atla gidersem çok yazık olur!" diye düşündü ve yolun sağından gitti. Giriş kapısına varınca askerler doğru kişi olmadığı gerekçesiyle onu geri gönderdi.
Aradan çok geçmeden ortanca oğlan çıkageldi; o da altın döşeli yola atının bir ayağı henüz değmişken, "Üzerine basılırsa yazık olacak" diye düşünerek yolun sol tarafından gitti. Ana kapıya geldiğinde askerler aynı şekilde onu da doğru kişi olmadığı gerekçesiyle geri gönderdi.
Üçüncü oğlan tam bir yıl dolduğunda, ormanı terk ederek sevgilisine kavuşup dertlerini unutmaya karar verdi ve yola koyuldu. Aklı fikri hep kızda olduğu için altın döşeli yolu görmedi bile; atıyla üzerinden geçti. Ana kapıya vardığında içeri alındı. Kralın kızı onu büyük bir sevinçle karşıladı. 'Kurtarıcısı'nın nihayet geldiğini, ülkeyi artık onun idare edeceğini, elbette kendisiyle evleneceğini ve ölene dek mutlu yaşayacaklarını ilan etti.
Düğünden sonra kocasına, babasının haber göndererek onu çağırttığını ve bağışladığını bildirdi. Bunun üzerine prens atına atlayarak babasının yanına vardı ve kardeşlerinin kendisini nasıl aldattıklarını bir bir anlattı. Yaşlı kral onları cezalandırmak istedi ve ikisini de sürgüne yolladı; bir daha da geri dönmediler.
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.