Sunday Aug 18, 2024

Davulcu

Bir akşam genç bir davulcu tek başına tarlalar arasından yürüyüşe çıktı. Bir göl kenarına geldiğinde yere serili üç parça beyaz keten kumaş gördü. "Ne ince ketenmiş" diyerek bir tanesini cebine soktu.
Sonra evine döndü ve bulduğu şeye hiç aklını takmadan yatağa yattı. Tam uyuyacaktı ki, sanki birisi adıyla seslendi. Kulak kabarttı, hafiften bir ses duydu:
"Davulcu, davulcu, uyan!" diyordu bu ses.
Zifiri karanlık olduğu için kimseyi göremedi, ama sanki yatağının önünde bir karaltı uçuyordu.
"Ne istiyorsun?" diye sordu.
O ses, "Dün akşam göl kenarında aldığın gömleğimi bana geri ver!" dedi.
"Kim olduğunu söylersen veririm" dedi davulcu.
"Peki" dedi o ses. "Ben kudretli bir kralın kızıyım. Bir cadı büyü yaparak beni Camdağ'a sürdü. Her gün iki kız kardeşimle birlikte gölde yıkanmam gerekiyor, ama gömleğim olmadan oradan çekip gidemem. Kız kardeşlerim gitti, ama ben orada kaldım; lütfen şu gömleğimi geri ver!"
"Vah zavallı, sakin ol sen" dedi davulcu. "Hemen vereyim." Ve cebinden çıkardığı bez parçasını karanlıkta ona uzattı. Kız onu aldığı gibi gitmek istedi.
"Dur biraz" dedi oğlan. "Belki sana yardım edebilirim." - "Edebilirsin, ama Camdağı'na çıkıp beni cadının elinden kurtarabilirsen! Ama ne kadar yaklaşsan da o dağa çıkamazsın."
"İstedim mi, çıkarım. Sana acıyorum; hiçbir şeyden korkmam ben! Yalnız Camdağ'ına giden yolu bilmiyorum" dedi davulcu.
"O yol, içinde insan yiyenlerin bulunduğu büyük bir ormandan geçer. Daha fazla bir şey söyleyemem sana" dedi kız.
Ve oğlan onun uçup gittiğini duyuverdi.
Gün doğarken davulunu boynuna asarak yola koyuldu ve hiç korkmadan ormana daldı. Bir süre gittikten sonra dev falan göremeyince, "Bu uykucuları uyandırmam lazım" diyerek boynunda asılı duran davulu öyle bir çaldı ki, ağaçlardaki bütün kuşlar uçuşup kaçtı.
Aradan çok geçmeden çimenlere uzanarak uyuyakalmış bir dev ayağa kalktı; boyu bir çam ağacı kadardı.
"Seni bücür seni! Davul çalarak beni nasıl uykumdan edersin sen" diye haykırdı.
"Yolu bilen binlerce kişi arkama takılsın diye çalıyorum davulu" dedi oğlan.
"Ne arıyor onlar benim ormanımda?" diye sordu dev.
"Seni öldürerek ormanı bir canavardan kurtarmak istiyorlar."
"Pöh" dedi dev, "Onları karınca gibi ezerim ben!"
"Öyle mi sanıyorsun?" diye cevap verdi oğlan. "Onlardan birini yakalamak için öne eğildiğinde hemen sıçrayıp saklanacaktır; yere uzanıp biraz kestirecek olursan hepsi çalılıkların arasından çıkarak senin üzerine tırmanacak, ellerindeki çelik çekiçlerle kafanı parçalayacaklar."
Dev ürktü ve şöyle düşündü: "Bu kurnaz toplulukla uğraşmaya kalkarsam başım belaya girecek! Kurtlarla ayıları ağzımda gargara yaparım, ama bu toprak solucanlarından kendimi koruyamam doğrusu." - "Dinle, bücür!" dedi. "Çek git buradan, sana söz veriyorum, seni ve arkadaşlarını rahat bırakacağım! Ve de istediğin bir şey varsa, söyle bana, yerine getireyim."
"Senin bacakların çok uzun" dedi davulcu: "Benden daha hızlı yürürsün; sen beni Camdağı'na götür, ben de arkadaşlarıma bir işaret vereyim, o zaman seni rahat bırakırlar."
"Gel bakalım, solucan!" diye konuştu dev. "Atla omzuma da nereye istersen götüreyim seni."
Dev onu yukarı kaldırarak omzuna oturttu; o da şevkle davulunu çalmaya başladı. Dev:
"Herhalde adamlarına dön işareti veriyor?" diye aklından geçirdi.
Bir süre sonra karşılarına ikinci bir dev çıktı; oğlanı birinci devden alarak cep deliğine iliştirdi. Davulcu tepsi büyüklüğündeki düğmeye sıkı sıkı tutunarak etrafına neşeyle bakındı.
Derken üçüncü deve rastladılar; bu kez o davulcuyu tutunduğu ilikten alarak şapkasının kenarına yerleştirdi. Davulcu şapkanın kenarlığında hep gezindi durdu; derken ta ufukta bir dağ görünce, bu kesinlikle Camdağı olmalı diye düşündü. Bu doğruydu.
Dev birkaç adım attıktan sonra dağın yamacına vardılar; dev onu yere indirdi. Davulcu ondan kendisini dağın tepesine yerleştirmesini istedi, ama dev kafasını iki yana sallayarak homurdandı ve ormana geri döndü.
Davulcu yamaçta kalakaldı; dağ o kadar yüksekti ki, aslında üç dağ üst üste binmişti ve ayna gibi düzdü. Oraya nasıl çıkacağını bilemedi. Tırmanmaya çalıştı, ama nafile! Her seferinde geri kaydı.
"Kuş olsam da uçabilsem!" diye düşündü, ama ne fayda! Kanatları yoktu ki!
Ne yapacağını bilmeksizin öyle dururken uzakta birbiriyle tartışan iki adam gördü. Onların yanına vardı; yerde duran bir eyer yüzünden anlaşamıyorlardı.
"Siz deli misiniz!" dedi onlara. "Bir eyer için kavga ediyorsunuz, oysa elinizde at yok!"
Adamlardan biri:
"Bu eyer çok kıymetli, yani onun için kavga etmeye değer. Çünkü ona bindin mi, dünyanın neresine gitmek istiyorsan söyle, seni götürsün! Aslında bu eğer ikimizin; üzerine sırayla binecektik. Binme sırası şimdi bende, ama bırakmıyor" dedi.
"Ben bu tartışmaya son vereyim bari" diyen davulcu yüz metre kadar uzaklaşarak oraya beyaz bir sırık dikti. Sonra geri gelerek:
"Kim o sırığa ilk varırsa, eyere o binecek!" dedi.
Adamların ikisi de bir koşu kopardı, ama aynı anda davulcu eyere atlayıverdiği gibi Camdağı'na gitmek istediğini söyledi. Daha elini bile döndürmemişti ki, kendini orada buldu. Dağın tepesinde bir yayla vardı; o yaylada da taştan yapılma eski bir ev, onun önünde de bir havuz; ama arkası kara ormandı. İnsan ya da hayvan göremedi. Her yer sessizdi; rüzgâr yaprakları hışırdatıyor, bulutlar başının üstünden geçiyordu. Eve yaklaşarak kapısını çaldı. Ancak üçüncü çalıştan sonra kapıyı kahverengi suratlı ve kırmızı gözlü yaşlı bir cadı açtı; gözlüğü uzun burnuna kaymıştı; oğlana sert sert bakarak ne istediğini sordu.
"İçeri alınmak, yemek yemek ve geceyi burda geçirmek" diye cevap verdi davulcu.
"Olur, ama bana üç iş göreceksin" dedi cadı.
"Niye olmasın, ne kadar ağır olursa olsun, işten korkmam ben" diye cevap verdi oğlan.
Cadı onu içeri aldı, yemek verdi, uyuması için de güzel bir yatak.
Ertesi sabah davulcu uyandıktan sonra cadı cılız parmağında bir yüksük çıkararak oğlana verdi:
"Şimdi işe başla, dışarıdaki havuzu bu yüksükle temizle, ama gece olmadan bitireceksin; sudan çıkaracağın bütün balıkları boyları ve cinslerine göre sıralayıp yan yana dizeceksin" dedi.
"Tuhaf bir iş!" diye mırıldanan davulcu havuza giderek işe başladı. Öğlene kadar durmadan çalıştı, ama o kadar suyu bir yüksükle boşaltmak için bin yıl bile yetmezdi!
Öğlen olunca, çalışsam da, çalışmasam da fark etmeyecek diye düşünerek yere oturdu. O sırada evden bir kız çıkarak ona bir sepet içinde yemek getirdi: "Öyle mahzun mahzun oturuyorsun, neyin var senin?" diye sordu.
Oğlan ona baktı ve ne kadar güzel bir kız olduğunu fark etti.
"Ah, birinci işin altından kalkamadım, öbürküleri nasıl başaracağım? Ben bir prensesi aramaya çıktım; burada oturuyormuş. Ama onu bulamadım. Çekip gideceğim buradan" dedi.
"Burda kal" dedi kız, "Ben sana yardım edeyim. Yorulmuşsun; şimdi başını dizime koy ve uyu. Uyanınca işin bitmiş olacak."
Davulcu onun bir dediğini iki etmedi. Gözleri kapanır kapanmaz kız bir istek yüzüğünü döndürerek: "Su havuzdan aksın, balıklar karaya çıksın" dedi.
Çok geçmeden havuzun suyu beyaz bir sis tabakası gibi havaya yükseldi ve bulutlara karışarak gözden kayboldu. Balıklar da sıçraya sıçraya kıyıya çıkarak cins ve büyüklük sırasına göre dizildiler.
Davulcu uyandığında tüm işlerin yapılmış olduğunu görünce şaşırdı. Ancak kız şöyle konuştu: "Balıklardan bir tanesi öbürkülerinin yanına gelmedi, tek başına duruyor" dedi. "Cadı bu akşam gelip de istediklerinin yapılmış olduğunu görünce: 'Niye bu balık tek başına duruyor?' diye soracak; o zaman balığı onun suratına fırlatarak, 'Bu da senin olsun, cadı karı' dersin."
Akşam olunca cadı çıkageldi ve balığın neden tek başına olduğunu sorunca davulcu o balığı onun suratına fırlattı. Cadı sanki bir şey olmamış gibi davranarak sesini çıkarmadı, ama ona pis pis baktı. Ertesi sabah: "Dünkü işin kolaydı, bugünkü daha zor olacak. Bugün ormandaki bütün ağaçları kesip ufak ufak kıyacaksın; akşama her iş bitmiş olacak" diyerek ona bir balta, bir balyoz ve iki tane keski verdi. Ama balta kurşundandı, balyozla keskiler de tenekeden.
Davulcu çalışmaya başlayınca balta yana kaydı, balyozla keskiler de kıvrılıverdi. Oğlan ne yapacağını bilemedi, ama öğleyin yine yemek getiren kız onu teselli etti:
"Koy başını dizime ve uyu. Uyanınca işin bitmiş olacak" dedi.
Ve istek yüzüğünü döndürür döndürmez bütün orman büyük bir gürültüyle yıkıldı. Odunlar kendiliğinden kıyılarak istif edildi; destelenerek bağlandı. Sanki bütün işi devler yapmıştı.
Oğlan uyandığında kız ona: "Bak, odunlar kıyılıp istif edildi, sadece bir sopa açıkta kaldı. Cadı karı bu akşam gelip de bu sopanın kimin için olduğunu sorarsa, 'Bu senin için, cadı karı!' diyerek onu o sopayla bir güzel döversin" dedi.
Cadı geldi. "Gördün mü, işin ne kadar kolaymış!" dedi. "Ama şu sopa kimin için?" diye sorunca davulcu: "Bu senin için, cadı karı!" diyerek ona sopayla güzel bir dayak attı. Ancak cadı sanki hiçbir şey hissetmemiş gibi alaylı alaylı gülerek: "Yarın sabah bütün odunları bir yere yığıp ateşle yakacaksın!" dedi.
Oğlan gün doğarken kalktı ve odunları toplamaya başladı. Ama tek bir adam bütün ormanı nasıl taşıyabilir ki? İş bir türlü bitmedi. Ama kız onu yalnız bırakmadı; öğlen olunca ona yemeğini getirdi. Davulcu yemeğini yedikten sonra başını kızın dizine koyarak uyudu. Uyandığında odun yığını ateş almıştı, alevleri yılan dili gibi havaya savruluyordu.
"Dinle, cadı gelirse sana bir sürü iş yükleyecek; o ne isterse yap, o zaman sana bir şey yapamaz; ama korkarsan alevler seni sarar ve yutar. Tüm bunları yaptıktan sonra iki elinle cadıyı kavradığın gibi ateşin ortasına at" dedi kız ve sonra gitti.
Derken cadı çıkageldi. "Brr, üşüyorum!" dedi. "Ama işte ateş yanmakta, bu bana iyi gelecek, kemiklerimi ısıtacak. Ama şurda bir kütük var, bir türlü yanmak bilmiyor, çıkar onu ateşten. Bunu yaparsan özgürsün, o zaman nereye istersen çekip gidersin. Hadi korkma!"
Davulcu fazla düşünmedi, alevlerin içine atladı, ama alevler ona bir şey yapmadı; saçları bile alazlanmadı. Kütüğü eline aldığı gibi cadının önüne koydu. Ama o kütük yere değer değmez hemen değişti; şimdi davulcunun karşısında, kendisine yardım eden genç kız durmaktaydı! Üzerindeki altın işlemeli giysiyi görünce oğlan onun prenses olduğunu anladı.
Ama cadı karı pis pis gülerek:
"Sen onu ele geçirdiğini sanıyorsun, ama henüz başaramadın" dedi ve kızın üzerine yürüyerek yakalamak istedi. Ama oğlan iki eliyle tuttuğu gibi cadıyı ateşe attı; cadı cayır cayır yanarken iki genç seviniyordu.
Prenses oğlana tepeden tırnağa kadar bakıp da onun güzel ve yakışıklı olduğunu görünce ve uğruna hayatını hiçe saydığını da düşününce elini uzattı:
"Sen benim için her şeyi göze aldın, ben de senin için her şeyi yapmak istiyorum. Bana sadık kalacağını vaat edersen kocam olursun. Para sıkıntımız olmaz, cadınınkinden fazla paramız olacak" dedikten sonra oğlanın elinden tutarak onu eve soktu. Orada sandık sandık altın ve mücevher vardı. Altın ve gümüş eşyayı bırakarak sadece kıymetli taşları aldılar yanlarına.
Kız Camdağı'nda daha fazla kalmak istemedi.
Bu kez oğlan ona, "Eyerime bin, kuş gibi uçup gidelim buradan" dedi.
"Eyer hoşuma gitmedi" dedi kız. "Dilek yüzüğümü bir kere döndürdüm mü evde oluruz."
"Hadi öyleyse" dedi oğlan, "Dile de, sur kapısında olalım!" Ve hemen orada oldular.
Davulcu, "Önce aileme gidip haber vereyim, sen burda tarlada beni bekle, hemen dönerim" dedi.
Prenses, "Aman dikkat et" dedi. "Eve varır varmaz anne ve babanı sakın sağ yanaklarından öpme! Yoksa her şeyi unutursun ve ben burada yapayalnız kalırım."
"Seni nasıl unutabilirim?" diyen oğlan kıza yakında döneceğine dair söz verdi.
Baba evine vardığında kimse onu tanımadı; çünkü çok değişmişti. Camdağı'nda geçirdiği, ona üç gün gibi gelen süre aslında üç yıldı.
Kendini iyice tanıtınca ailesi sevince boğuldu; ona sarıldılar. Oğlan da o kadar heyecanlandı ki, kızın söylediklerini hiç düşünmeden ana babasını her iki yanağından öptü.
Ancak onların sağ yanağından öper öpmez prenses aklından silindi gitti. Sonra ceplerini boşaltarak kıymetli taşları masanın üstüne yaydı. Ailesi bu kadar zenginlikle ne yapacağını şaşırdı. Babası bahçeleri, çayırları ve ormanları olan, kontlara yaraşan bir şato yaptırdı.
İnşaat bitince annesi: "Sana bir kız buldum. Üç gün sonra düğün yaparız" dedi.
Oğlan da ailesinin isteği doğrultusunda bu işe razı oldu.
Zavallı prenses bütün gün şehir dışındaki arazide oğlanın dönmesini bekledi.
Akşam olunca, "Herhalde onları sağ yanaklarından öptü, beni unuttu" diye düşündü.
Çok üzüldü, ormanda ufacık bir evde yaşamaya ve babasının sarayına dönmemeye karar verdi.
Her akşam şehre iniyor ve oğlanın evinin önünden geçiyordu; oğlan onu birkaç kez gördüyse de tanımadı. Derken sokaktaki adamların "Yarın düğün olacak" diye konuştuklarını duydu. "Onun kalbini kazanmaya bakmalıyım" diye düşündü.
Düğün günü parmağındaki dilek yüzüğünü döndürerek, "Güneş gibi parlayan bir giysim olsun" dedi. Az sonra önüne öyle parlak bir elbise serildi ki, sanki güneş ışıklarından örülmüştü.
Davetliler salonda toplanmışken o da aralarına daldı. Herkes onun giysisine bayıldı, özellikle de gelin! Güzel giysilere çok meraklı olduğu için: 'Bunu bana satar mısın?' diye sordu.
"Parayla satmam" dedi kız. "Ama damadın yatak odasının kapısı önünde bir gece geçirirsem karşılığında bu elbiseyi veririm."
Gelinin aklı fikri elbisede olduğu için bu teklifi kabul etti, ama kocasının yatmadan önce içtiği şarabına uyku ilacı kattı; o da onu içince derin bir uykuya daldı.
Her yer sessizliğe gömülünce prenses yatak odasının kapısını biraz aralayarak şöyle seslendi:
Davulcu, davulcu, dinle beni,
Yoksa unuttun mu sevgilini?
Beraber değil miydik Camdağı'nda?
Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?
Hani ya bana sadık kalacaktın?
Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ama nafile! Davulcu uyanmadı. Ertesi gün prenses yarım kalan işi tamamladı. Yani akşam olduğunda dilek yüzüğünü parmağında döndürerek:
"Aydan da parlak, gümüşten parlak bir elbise istiyorum!" dedi. Ve aydan parlak giysisiyle salona girdiğinde yine gelinin dikkatini çekti. Gelin yine bu elbise karşılığında prensesin o gece de damadın yatak odasının kapısı önünde kalmasına izin verdi.
Ve gecenin sessizliğinde prenses yine seslendi:
Davulcu, davulcu, dinle beni.
Yoksa unuttun mu sevgilini?
Beraber değil miydik Camdağı'nda?
Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?
Hani ya bana sadık kalacaktın?
Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ama yine uyku ilaçlı şarabı içen damadı uyandırmak mümkün olmadı. Prenses ertesi sabah üzgün bir şekilde ormandaki eve döndü.
Ancak yabancı kızın yakınmalarını duyan saraydakiler durumu damada anlattılar ve kendisine, şarabına uyku ilacı katıldığı için hiçbir şey duyamamış olduğunu söylediler.
Üçüncü akşam prenses dilek yüzüğünü çevirerek, "Yıldız gibi parlayan bir giysi isterim" dedi.
Ve giysiyi şölen salonunda gösterince gelinin aklı başından gitti ve "Her ne pahasına olursa olsun bu elbise benim olmalı" dedi. Ve bu kez de genç kızın geceyi damadın yatak odasının kapısı önünde geçirmesine izin verdi.
Ama o gece damat, yatmadan önce kendisine sunulan şarabı içmeyip yatağın altına döktü.
Sarayda her yer sessizliğe gömülünce kendisine seslenen ince ve hoş sesi duyuverdi:
Davulcu, davulcu, dinle beni!
Yoksa unuttun mu sevgilini?
Beraber değil miydik Camdağı'nda?
Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?
Hani ya bana sadık kalacaktın?
Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ve birden her şeyi hatırladı. "Ah, nasıl böyle bir nankörlük yaptım ben? Ama bütün kabahat, anne ve babamın sağ yanaklarına verdiğim öpücükte!" diyerek yatağından sıçradı; genç kızı anne ve babasının yanına götürerek: "Benim asıl eşim bu!" dedi. "Öbürüyle evlenirsem büyük bir haksızlık yapmış olacağım."
Oğlanın başından geçenleri iyice dinleyen ailesi onun bu isteğine karşı çıkmadılar.
Salondaki ışıklar tekrar yandı. Davulcular ve mızıkacılar geldi. Eş dost akraba, hepsi yeniden çağrıldı ve tüm görkemiyle gerçek bir düğün yapıldı.
İlk geline de teselli olarak o güzel giysiler hediye edildi.

Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.

Copyright 2024 Podbean All rights reserved.

Podcast Powered By Podbean

Version: 20240731