Grimm Masalları
Grimm Kardeşler tarafından derlenen Grimm Masalları, yüzyıllardır okuyucuları büyüleyen zamansız halk masallarının bir derlemesidir. Bu masallar, nesiller boyu yankılanan cesaret, sihir ve ahlaki değerleri içeren bir folklor hazinesidir. ”Külkedisi,” ”Pamuk Prenses” ve ”Hansel ile Gretel” gibi klasiklerden, ”Balıkçı ve Karısı” ve ”Rumpelstiltskin” gibi daha az bilinen mücevherlere kadar her hikaye, Avrupa ağız geleneğinin zengin dokusuna bir pencere açar. Grimm Masalları, canlı karakterleri, ahlaki dersleri ve genellikle karanlık alt tonlarıyla, tarihsel bağlamlarının sert gerçeklerini ve fantastik unsurlarını yansıtır. Kalıcı çekiciliği, eğlendirme, öğretme ve hayranlık uyandırma yeteneğinde yatmaktadır. Bu nedenle çocuk edebiyatının temel taşlarından biri ve halk bilimi ve hikaye anlatımı alanında araştırmacılar için bir ilgi kaynağıdır.
Episodes
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Etrafı kalın bir kar tabakasının kapladığı bir kış günü fakir bir oğlan odun toplamak üzere kızağıyla ormana gitti. Odunları toplayıp yükledi. Sonra hemen eve dönmek yerine, soğuktan donduğu için biraz ısınmak üzere bir ateş yakmak istedi. Karları eşeledi, toprağı düzeltirken bir altın anahtar buldu. Anahtarı burada olduğuna göre kiliti de yakında bir yerde olmalıydı. Bu düşünceyle toprağı kazdı ve bir demir kasa buldu. "Bakalım anahtar uyacak mı? içinde herhalde kıymetli şeyler vardır!" diye düşündü. Kasayı gözden geçirdi, ama anahtar deliği göremedi. Derken ufacık, ama ufacık bir delik dikkatini çekti. Anahtarı denedi; uymuştu! Anahtarı bir kez döndürdü. Bekleyelim bakalım içinden ne harika şeyler çıkacak!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Hiçbir şeyden korkmayan bir asker hiçbir şeyi de umursamıyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra, hiçbir meslek öğrenmediği için para kazanamadı; orada burada dolaşıp işi dilenciliğe kadar vardırdı.
Üzerine eski bir yağmurluk çekti; manda derisinden yapılma çizmelerini giydi.
Bu şekilde dağ taş demeden yollara düştü; tarlalardan geçti, patikalardan yürüdü, derken bir ormana vardı. Önce nerede olduğunu anlamadı, ama kesilmiş bir ağacın kütüğünde oturan iyi giyimli bir adam gördü. Adam yeşil renkte bir avcı ceketi giymişti.
Asker onunla tokalaşarak yanına, çimenler üzerine oturdu ve bacaklarını uzattı.
"Bakıyorum, çizmelerin çok güzel! Pırıl pırıl parlıyor" dedi avcıya. "Ama benim gibi çok yol yürürsen dayanmaz onlar. Benimkilere bak, manda derisinden; yıllardır kullanıyorum dağ taş demeden!"
Bir süre sonra asker ayağa kalkarak şöyle dedi: "Burada daha fazla kalamam. Karnım acıktı! Söylesene Çizmeli Kardeş, bu yol nereye gider?"
"Ben de bilmiyorum" diye cevap verdi avcı. "Ormanda yolumu kaybettim."
"Benim başıma gelen senin başına da gelmiş" dedi asker. "Aynı kaderi paylaşıyoruz demektir. İstersen birlikte yola çıkalım."
Avcı hafifçe güldü; sonra beraber yola koyuldular. Gittiler, gittiler, derken karanlık bastırdı.
"Bu ormandan çıkamayacağız" dedi asker. "Ama uzakta bir ışık görüyorum, orada yemek de buluruz belki."
Taştan yapılma bir eve vardılar ve kapıyı çaldılar. Bir kocakarı kapıyı açtı.
"Yatacak bir yer arıyoruz" dedi asker. "Biraz da yiyecek bir şey, çünkü karnım zil çalıyor!"
"Burada kalamazsınız" diye cevap verdi kocakarı: "Burası haydut yatağıdır; aklınız varsa, onlar dönmeden kaçarsınız; yoksa sizi bulurlarsa hapı yutarsınız!"
"Boş versene sen! İki günden beri mideme bir şey girmedi; ha burada ölmüşüm, ha ormanda, ne fark eder ki! Ben içeri giriyorum" dedi asker.
Avcı girmek istemedi, ama asker onu kolundan çekerek, "Gel, arkadaş, postu kolay deldirtmeyiz" dedi.
Kocakarı onlara acıdı. "Şu sobanın arkasına saklanın; onlar yemek yiyip uyuduktan sonra size bir şeyler verebilirim" dedi.
Tam o köşeye çekilmişlerdi ki, on iki haydut içeri daldı; hazır sofraya oturdular, arsız arsız yemek istediler.
Kocakarı onlara bir tepsi içinde kızarmış et getirdi; haydutlar yemeğe saldırdı.
Asker et kokusu burnuna gelince avcıya, "Daha fazla dayanamayacağım, kalkıp ben de onlarla yiyeceğim" dedi.
"Canımızı tehlikeye atıyorsun" diyen avcı onu kolundan tuttu. Ama asker yüksek sesle öksürmeye başladı.
Bunu duyan haydutlar çatalı bıçağı bir yana bırakarak yerlerinden fırladı ve sobanın arkasında saklananı buldular.
"Ooo, beylere de bakın hele! Ne arıyorsunuz burada? Casusluğa mı çıktınız yoksa? Bekleyin de, size ağaçta sallanmayı öğretelim" dediler.
"Ağır olun bakalım" diye karşılık verdi asker. "Benim karnım aç, önce yemek verin, sonra ne isterseniz onu yapın."
Haydutlar şaşırdı. Şefleri, "Bakıyorum korkmuyorsun! Güzel! Yemek verelim, ama sonra öleceksin!"
"Görürüz" diyen asker masaya oturdu ve hiç korkmadan kızartmaya el attı. Avcıya dönerek, "Gel, çizmeli kardeş, sen de ye! Benim kadar acıkmışsındır, kendi evinde bile bundan daha iyisini bulamazsın" dedi.
Haydutlar askere şaşkınlıkla baktılar ve "Herif hiç tınlamıyor be" dediler.
Sonra asker, "Yemek iyiymiş. Şimdi içecek bir şey getirin" dedi.
Haydut şefi keyiflendi, bu küstahlığı da sineye çekerek kocakarıya seslendi: "Mahzenden bir şişe şarap getir, en iyisinden" dedi.
Asker şişenin mantarını ses çıkartacak şekilde çıkarırken, "Bak, çizmeli kardeş, buna bayılacaksın! Buradaki eşdostun şerefine içiyorum" dedi ve şişeyi haydutların başı üzerinde gezdirerek: "Hepiniz çok yaşayın, ama şimdi ağzınızı açıp sağ elinizi havaya kaldırın" diye ekledi. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz haydutların hepsi hareketsiz kaldı. Hepsi taşlaşmıştı; ağızları açıktı ve sağ elleri havaya kalkmıştı.
Avcı askere, "Bakıyorum, çok marifetlisin! Hadi eve gidelim" dedi.
"Ohoo, acele ediyorsun be çizmeli kardeş! O kadar erken gitmeyelim. Düşmanı yendik, şimdi ganimete bakalım. Herifler ağızları açık, bize bakıyor, ama ben izin vermedikçe kımıldayamazlar. Gel, ye, iç" diye karşılık verdi asker.
Kocakarı bir şişe şarap daha getirdi ve asker üç günlük yiyeceği bir oturuşta bitirdikten sonra sofradan ancak kalktı.
"Hadi artık kirişi kıralım. Kestirmeden gitmeden önce kocakarıya şehrin yolunu soralım" dedi.
Şehre vardıklarında asker eski arkadaşlarıyla buluştu:
"Ormanda bir haydut yuvası buldum, gelin de şunları kodese tıkalım" dedi. Sonra arkadaşlarını oraya götürdü. Bu arada avcıya, "Sen de gel bak, onları ayaklarından bağlarken nasıl debelenecekler, görürsün" dedi. Arkadaşları haydutları çember içine aldıktan sonra asker şarap şişesini eline alarak bir yudum içti. Sonra şişesini onların başları üzerinde gezdirirken, "Hepinizin şerefine!" diye seslendi. Aynı anda hepsi hareket etmeye başladı, ama muhafızlar hemen onları birer çuvala koyarak bir arabaya yükledi.
Asker, "Doğru hapishaneye götürün bunları" diye ekledi.
Ama avcı adamlardan birini yanına çağırarak ona bir şey söyledi.
"Çizmeli kardeş" dedi asker, "Düşmanın hakkından geldik, karnımızı doyurduk. Hadi şimdi rahat rahat yola koyulalım."
Şehre yaklaşırken asker, şehir surlarına bir sürü insanın toplandığını, hepsinin sevinç naraları attığını ve havalarda zeytin dalları salladıklarını gördü. Derken üzerlerine doğru bir muhafız alayı geldi.
"Ne oluyor yahu?" diye şaşırarak avcıya sordu.
"Uzun zamandan beri kral bu yöreden uzaktaydı; bilmiyor musun? Bugün geri dönüyor; herkes de onu karşılamaya çıkmış" diye cevap verdi avcı.
"İyi de, kral nerde peki?" diye sordu asker: "Ben görmüyorum."
"Burada" diye cevap veren avcı ceketini çıkardı; kraliyet elbisesi göründü. "Kral benim; gelişimi bildirmiştim" dedi.
Asker dehşet içinde kaldı, hemen yere diz çöktü ve ona sıradan bir insanmış gibi davrandığı için özür diledi.
Kral ona elini uzatarak şöyle dedi: "Sen cesur bir askersin; benim bayatımı kurtardın! Artık sıkıntı çekmeyeceksin, ben gerekeni yapacağım. Bir gün canın haydut yatağındaki gibi bir kızartma isterse saraya gel. Ama birinin şerefine içmeden önce benden izin almalısın!"Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kral vardı. Onun oğlu, yani prens, bir başka kralın Bakire Maleen adındaki kızına talip oldu, yani onunla evlenmek istedi. Ancak kızın babası onu başkasına sözlemişti.
Oysa oğlanla bu kız birbirlerinden hoşlanmış ve ayrılmamaya karar vermişlerdi. Nitekim kız babasına, "Ben asla başkasına varmam" dedi.
Kral buna o kadar öfkelendi ki, hemen ay ve gün ışığının giremeyeceği kapkaranlık bir kule inşa ettirdi.
Kule tamamlanınca kızına, "Yedi yıl burada kalacaksın! Yedi yıl sonra gelip bakacağım, inadın kırıldı mı diye" dedi.
Yedi yıllık yiyecek içeceği bu kuleye getirdiler, sonra da kızı hizmetçisiyle birlikte oraya tıktılar. Pencerelere ve kapıya duvar örüldü; yani havadan ve topraktan tecrit edildiler. Böylece gece gündüz hep karanlıkta kaldılar.
Prens ise sık sık bu kulenin etrafında döndü, kıza seslenip durdu, ama kulenin kalın duvarlarından ne içeriye bir ses gitti, ne de içerden bir ses çıktı.
Içerdekiler ağlayıp sızlanmaktan başka ne yapacaklardı ki!
Böylece zaman geçti; yedi yılın dolmasına az kala yiyecek içecekleri azaldı. Yakında kurtulacaklarını umdular, ama ne bir çekiç sesi işittiler, ne de duvardan bir taşın oynayarak yere düştüğünü!
Yiyecekleri iyice azalınca, ölümün yaklaşmakta olduğunu hissettiler; bunun üzerine Bakire Maleen: "Başka çaremiz yok! Şu duvarı kırmaya bakalım" dedi. Eline bir ekmek bıçağı alarak duvarı kazımaya başladı; yorulduğu zaman hizmetçisi bu işi sürdürdü hep.
Uzun süren çalışmalardan sonra bir taşı yerinden oynatıp alabildiler; bunu İkincisi ve üçüncüsü takip etti. Uç gün sonra içeriye gün ışığı girebildi. Sonunda, dışarısını seyredebilecek büyüklükte bir delik açtılar. Gök masmaviydi, içeriye temiz hava giriverdi; ama manzara öyle kasvet vericiydi ki! Babasının sarayı tamamen yıkılmıştı; göz alabildiğince şehirler, köyler... hepsi yakılmıştı. Tarlalar altüst edilmişti; ortalıkta hiçbir insan gözükmüyordu.
Duvardaki delik içinden geçilecek kadar büyüyünce önce hizmetçi kız oradan dışarı çıktı, sonra da Bakire Maleen.
Ama nereye gideceklerdi ki? Düşman tüm krallığı çöle çevirmiş, yöre halkını katletmişti.
Bunun üzerine Bakire Maleen'le hizmetçisi başka bir ülkeye gittiler, ama orada ne kalacak bir yer buldular, ne de kendilerine bir parça ekmek verecek birini. O kadar yoksul kaldılar ki, karınlarını ısırgan otu yiyerek doyurdular.
Uzun uzun dolaştıktan sonra başka bir ülkeye geldiler; her yerde iş aradılar, ama kimse onlara acımadı.
Sonunda büyük bir şehre vararak doğru saraya gittiler. Tam oradan da kovulmak üzereydiler ki; neyse ki aşçı onları Külkedisi gibi çalıştırmak üzere yanma aldı.
Bulundukları ülkedeki kralın oğlu Bakire Maleen'in nişanlısından başkası değildi aslında! Babası ona bir başka kız bulmuştu, ama kızın yüzü karakteri gibi çirkindi.
Derken düğün günü geldi çattı ve gelin çıkageldi, ancak çirkinliği fark edilmesin diye herkesten saklanarak odasına kapandı. Bakire Maleen ona mutfaktan yemek götürmekle görevlendirildi.
Gelin ve damadın kiliseye gidecekleri gün kız çirkinliğinden öyle utandı ki! Sokakta görenlerin kendisiyle gülüp alay edeceklerinden de çok korktu.
Bunun üzerine Bakire Maleen'e, "Şans kapını çaldı; ben ayağımı incittim, sokakta yürüyemeyeceğim. Gelinliğimi sen giy ve benim yerime geç. Bundan daha büyük bir şeref olamaz senin için" dedi.
Ama kız bu öneriyi reddetti. "Hak etmediğim bir şerefi üstlenmek istemem" dedi. Kendisine altın teklif edildiyse de kabul etmedi.
Gelin, "Madem ki söz dinlemiyorsun, bu senin hayatına mal olacak! Kafanın uçurulması için tek kelime söylemem yeterli" diye köpürdü.
Kız ister istemez onun gelinliğini giydi ve takılarını taktı. Sarayın salonuna geldiğinde herkes onun güzelliği karşısında şaştı kaldı.
Kral oğluna, "Sana seçtiğim gelin bu işte! Şimdi onunla kiliseye gideceksin" dedi.
Damat şaşırdı ve aklından şöyle geçirdi. "Bu benim eski sevgilim Bakire Maleen'e ne kadar da benziyor! Hani neredeyse o olduğuna inanacağım. Ama onu yıllardır kulede tutuyorlar ya! Belki de ölmüştür!"
Ve kızın elinden tutarak birlikte kiliseye gittiler. Yolda bir ısırganotu yığınının önünden geçerlerken kız şöyle mırıldandı:
Isırgan, demek buradasın?Beni nasıl unutasın!Vaktiyle seni pişirip yedim,İyi ki varmışsın dedim.
"Ne dedin sen?" diye sordu prens.
"Hiç" dedi kız. "Bakire Maleen aklıma geldi de!"
Kızın Maleen'i bilmiş olmasına şaştıysa da ses çıkarmadı oğlan.
Kiliseye varan yola girdiklerinde kız yine mırıldandı:
Patika yol, sakın bozulup kırılmaAsıl gelin ben değilim, aldırma!
"Ne dedin sen?" diye sordu prens.
"Hiç!" diye cevap verdi kız, "Sadece Bakire Maleen'i düşündüm de!"
"Sen onu tanıyor musun?"
"Hayır" diye cevap verdi kız, "Nerden tanıyacağım? Sadece adını duydum"
Kilisenin kapısına geldiklerinde kız yine mırıldandı:
Patika yol, sakın bozulup kırılma,Asıl gelin ben değilim, aldırma!
"Ne dedin sen?" diye sordu prens.
"Şey" diye cevap verdi kız, "Bakire Maleen'i düşündüm de!"
Sonra prens kızın boynuna çok kıymetli bir gerdanlıkla iki sıra altın zinciri üst üste taktı.
Sonra kiliseye girdiler. Rahip sunak önünde onların ellerini birleştirerek nikâhlarını kıydı.
Oğlan kızı eve getirdi, ama kız yolda hiç konuşmadı. Saraya varır varmaz hemen gelin odasına koşarak üzerindeki giysileri ve takıları çıkardıktan sonra gri önlüğünü giydi; sadece prensin verdiği gerdanlıkla zinciri alıkoydu.
Gece olup da gelini prensin odasına getirdiklerinde kız başkaları fark etmesin diye yüzünü peçeyle örtmüştü.
Herkes dağıldıktan sonra prens ona şöyle dedi: "Yolda giderken ısırgana neler söyledin sen?"
"Ne ısırganı?" diye cevap verdi gelin, "Ben öyle ısırgan mısırganla konuşmadım.
"O zaman asıl gelin sen değilsin" dedi prens.
Bunun üzerine gelin kendi kendine şöyle mırıldandı:
Bunu hizmetçi kıza sorayım,Ki ne düşündüğünü anlayayım.
Dışarı çıkarak Bakire Maleen'in yanma vardı. "Kız, söyle bakayım ısırgana ne dedin sen?" diye sordu.
"Ben sadece şöyle dedim:
Isırgan, demek buradasın,Beni nasıl unutasın!Vaktiyle seni pişirip yedim,İyi ki varmışsın dedim.
Çirkin kız hemen yatak odasına koşarak, "Şimdi biliyorum ısırgana ne dediğimi" diyerek az önce duyduğu sözleri tekrarladı.
"Peki, patika yolda yürürken ne söyledin?"
"Patika yolda mı, ben orada bir şey söylemedim. Hiç kimşeyle de konuşmadım."
"O zaman asıl gelin sen değilsin!"
Çirkin kız yine kendi kendine mırıldandı:
Bunu hizmetçi kıza sorayımKi ne düşündüğünü anlayayım.
Dışarı fırlayarak bakire Maleen'in yanına vardı. "Kız, patika yoldayken ne dedin sen?"
"Ben sadece şöyle söyledim:
Patika yol, sakın bozulup kırılmaAsıl gelin ben değilim, aldırma!"
"Bu senin hayatına mal olacak" diye haykırdı gelin ve hemen odaya koştu. "Patika yolda ne dediğimi biliyorum şimdi" diyerek duyduğu sözleri tekrarladı.
"Peki, kilisenin kapısmdayken ne dedin?"
"Kilisenin kapısmdayken mi?" diye cevap verdi çirkin kız. "Ben kapıyla mapıyla konuşmam!"
"O zaman asıl gelin sen değilsin!"
Kız dışarı çıkıp bakire Maleen'i buldu. "Kız, söyle bakayım, kilisenin kapısmdayken ne dedin sen?"
"Ben sadece şunu söyledim:
Kilisenin kapısı, sakın bozulma,Asıl gelin ben değilim, aldırma!"
"Görürsün sen!" diyerek büyük bir öfke içinde yatak odasına koştu ve "Kilisenin kapısmdayken ne dediğimi biliyorum şimdi" diyerek duyduklarını tekrarladı.
"Peki, benim sana orada verdiğim hediye nerede?" diye sordu oğlan.
"Ne hediyesi? Sen bana hediye mediye vermedin" dedi çirkin kız.
Prens, "Ben onu senin boynuna kendi elimle taktım; iki sıra zinciri de! Eğer bunu bilmiyorsan asıl gelin sen değilsin demektir" dedikten sonra onun yüzündeki peçeyi açtı; onun çirkinliğini görünce dehşete düştü: "Nerden çıktın sen? Kimsin sen?" diye sordu.
"Ben senin nişanlımın; dışarıdaki halk beni görür de alay eder diye korktum, bizim Külkedisi'ne benim gelinliğimi giymesini ve kiliseye benim yerime gitmesini emrettim" diye cevap verdi gelin.
"Nerde o kız?" dedi oğlan, "Görmek istiyorum, getir onu hemen buraya!"
Çirkin kız dışarı çıkarak muhafızlara, Külkedisi'nin bir düzenbaz olduğunu söyleyerek kafasının kesilmesini emretti.
Muhafızlar kızı sürükleyerek götürmek isteyince o, avazı çıktığı kadar bağırarak yardım istedi. Prens bu haykırışı duyunca odasından fırladı ve muhafızlara kızı şimdilik serbest bırakmalarını emretti.
Her yerde ışıklar yakıldı ve prens kızın boynundaki gerdanlığı görüverdi; bunu ona kilisenin kapısmdayken vermişti!
"Benimle kiliseye giren asıl gelin sensin" dedi.
Ve ikisi yalnız kalınca şöyle konuştu: "Sen kilisenin kapısmdayken Bakire Maleen'den bahsettin. O zaman düşündüm, bu kız o olabilir mi diye? Ona o kadar benziyorsun ki!"
Bunun üzerine genç kız, "Yedi yıl kulede mahpus kalan, karanlıkta açlık ve susuzluktan nerdeyse ölecek duruma düşen, onca eziyet ve sıkıntıyı çeken Bakire Maleen benim! Ama bugün artık güneş yüzüme gülüyor! Kilisede de nikâhım kıyıldı, yani senin yasalara uygun gerçek karın benim" dedi.
Öpüştüler; ikisi de ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşadılar.
Ceza olarak sahte gelinin boynu uçuruldu.
Bakire Malen'in içinde yedi yıl yaşadığı kule uzun yıllar öyle kaldı. Çocuklar ne zaman onun önünden geçse, hep şu şarkıyı söylerler:
Hoplaya zıplaya geldik kapıyaPrenses burada yatmıştı ya!Duvarı kırılmak bilmediTaşlan bir türlü delinmedi.Sonunda yavuklular kavuştu,Bu masalı dinlemek çok hoştu.
Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir büyücü kadının üç erkek çocuğu vardı; oğlanlar birbirine çok düşkündü. Ama kadının onlara pek güveni yoktu; günün birinde gücümü elinden alırlar diye korkuyordu.
Bu yüzden en büyük oğlunu kartala dönüştürdü. Artık onun yuvası kayalık dağların tepesindeydi; ara sıra geniş daireler çizerek aşağılara doğru süzülüyordu.
Ortanca çocuğunu balinaya dönüştürdü. O da denizin derinliklerinde yaşıyor, ara sıra su yüzüne çıkıp ta yükseklere kadar su fışkırtıyordu. Her ikisi de günde iki saatliğine yine insan kılığına bürünüyordu.
Üçüncü oğlan bir ayıya ya da kurda dönüştürülmekten korkarak gizlice evden kaçtı. Bu arada Altın Güneş şatosunda büyüye uğramış bir prensesin bu büyüden kurtulmak için beklemekte olduğunu duydu. Ancak bu büyüyü bozmaya çalışanlar başarısız kalarak işkence içinde hayatlarını kaybetmişti. Bu uğurda ölenlerin sayısı yirmi üçü bulmuştu.
Bundan böyle büyüyü çözmesi için tek bir kişiye izin verilmişti; daha başkası kabul edilmeyecekti!
Korku nedir bilmeyen genç oğlan Altın Güneş şatosuna gitmeye karar verdi.
Uzun bir süre yol almasına karşın şatoyu bulamayarak büyük bir ormana dalıverdi ve bu ormandan çıkış yolunu da bir türlü bulamadı.
Derken uzakta iki tane dev gördü; devler işaret yaparak onu çağırdı. Delikanlı onların yanma vardı.
Devler, "Bir şapka yüzünden tartışıyoruz. Kime ait olduğuna karar veremedik. İkimiz de aynı güçteyiz, birimiz diğerini yenemiyor yani! Ufak adamların kafası bizimkinden daha iyi çalışır. Onun için kararı sana bırakıyoruz" dediler.
"Eski bir şapka yüzünden neden dalaşıyorsunuz ki?" diye sordu oğlan.
"Sen bilmezsin, bu şapkanın bir özelliği vardır; bu bir dilek şapkasıdır. Bu şapkayı kafasına geçiren, nereye gitmek isterse anında orada olur" diye cevap verdi devlerden biri.
"Ver bakayım şu şapkayı" dedi oğlan. "Ben buradan biraz uzaklaşacağım; size seslendiğim zaman koşmaya başlarsınız. Kim önce benim yanıma varırsa şapka onun olur."
Böyle diyen oğlan şapkayı kafasına geçirerek oradan ayrıldı, ama bu arada prensesi aklından geçirerek devleri tamamen unuttu. Bir keresinde derin derin iç çekerek, "Aah, keşke şu anda Altın Güneş şatosunda olmuş olsaydım" diye söylendi.
Bu sözcükler dudaklarından dökülür dökülmez kendisini dağın tepesindeki şatonun kapısı önünde buluverdi.
Kapıdan içeri girdi, tüm odaları dolaştı; en son odada prensesi buldu. Ama onu görür görmez dehşet içinde kaldı. Kızın suratı bumburuşuktu, gözleri bulanıktı, saçları kızıldı.
"Güzelliği dünyaya ün salan prenses sen misin?" diye haykırdı oğlan.
"Aah, bu benim gerçek yüzüm değil! İnsan gözüyle bakıldığımda böyle çirkin görünüyorum. Aslında nasıl biri olduğumu görmek istiyorsan şu aynaya bak! Bu ayna yanıltmaz! O benim gerçek suratımı yansıtacaktır" diyen genç kız aynayı oğlanın eline verdi.
Delikanlı aynaya bakınca dünyanın en güzel kızını gördü ve onun üzüntüden nasıl gözyaşı döktüğüne tanık oldu.
"Büyüyü nasıl bozabilirim? Ben bunda korkulacak bir taraf göremiyorum" dedi oğlan.
"Kristal küreyi bulup onu büyücü kadının yüzüne yaklaştırabilirsen büyü bozulur, ben de gerçek yüzüme kavuşurum" dedi genç kız. "Ahh! Başkaları bunu denedi, ama başaramayıp öldüler. Bak, delikanlı! Bana acıdığın için kendini tehlikeye atıyorsun."
"Beni kimse durduramaz. Ama söyle bana, ne yapmam gerekiyor?"
"Peki, söyleyeyim" dedi prenses. "Şatonun bulunduğu dağdan aşağı inersen bir su kaynağının başında yabani bir boğa göreceksin; onunla savaşacaksın! Onu öldürebilirsen bu hayvandan vahşi bir kuş türeyecek. Bu kuş karnında ateşten bir yumurta taşımakta; o yumurtanın sarısının içinde kristal bir küre gizlidir. Ama o yumurtayı düşürmeyecektir; sen onu düşürtmeye çalışırsan yere düşer. Düşer düşmez alev alır ve yanındaki her şeyi ateşe boğar. Yumurta eriyip gider; kristal küre de onunla birlikte yok olur; işte o zaman tüm gayretler boşa gider!"
Delikanlı su kaynağının olduğu yere vardı; yabani boğa burnundan soluyarak böğürdü. Uzun bir çatışmadan sonra oğlan kılıcını hayvanın karnına sapladı; boğa yere düştü. Aynı anda bu hayvandan önce bir kuş türedi; uçup kaçmak istedi. Ama oğlanın ağabeyi kartal hemen onu kovalayarak üzerine saldırdı ve gagalamaya başladı; bu arada kuş yumurtayı düşürdü. Ama yumurta denize değil de sahildeki bir balıkçı kulübesinin damına düştü ve başladı alev alarak yanmaya. Aynı anda öbür kardeş, yani balina su yüzüne çıkarak fışkırttığı suyla ateşi söndürdü.
Ateş sönünce küçük oğlan yumurtayı aradı ve buldu da. Erimemişti, ama önce ateş sonra da soğuk su değdiği için kabuğu çatlamıştı.
Böylece kristal küreyi bulup alması zor olmadı. Delikanlı bu küreyi eline alıp büyücünün yüzüne yaklaştırınca kristal küre şöyle dedi: "Bundan böyle benim kudretim kalmadı; artık sen Altın Güneş şatosunun kralısın! Kardeşlerini de yine insan kılığına sokabilirsin."
Delikanlı hemen prensesin yanına vardı, onun bulunduğu odaya girince, karşısında dillere destan olmuş güzelliğiyle genç kız durmaktaydı. İkisi de büyük bir neşe içinde karşılıklı yüzük taktılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kral kızı vardı. Kral camdan bir dağ inşa ettirdi ve kim bu dağı kayıp düşmeden aşarsa kızıyla evlenebileceğini ilan etti. Gönlünü kıza kaptırmış bir delikanlı vardı; kraldan kızını istetti. "Olur" dedi kral "şu dağı düşmeden aşabilirse kızımla evlenebilir."
Bunun üzerine kız, delikanlıyla beraber yürümek istediğini ve düşecek olursa ona yardım edeceğini söyledi. Gerçekten de oğlanla birlikte yürüdü, ama yolun yarısına geldiklerinde ayağı kaydı; aynı anda buz dağı açıldı ve kız içine düşüverdi. Damat onun nerede olduğunu göremedi, çünkü buz dağı hemen kapanıvermişti. Oğlan o kadar çok ağlayıp sızlandı ki! Kral da çok üzüldü ve dağı kırdırttı, böylece kızını çıkartabileceğini umdu. Ama içine düştüğü yeri bir türlü bulamadılar.
Bu arada kralın kızı çok derin bir uçurumdan düşerek koskoca bir mağaraya gelmişti. Orada karşısına çok uzun, aksakallı yaşlı bir adam çıktı. Kıza, hayatta kalmak isterse kendi karısı olup emredeceği her şeyi yapması gerektiğini söyledi; yoksa onu öldürecekti. Kız kendine söylenenleri yaptı.
O sabah adam cebinden merdivenini çıkararak dağa dayadı. Ve tırmanarak dağdan dışarı çıktı. Sonra merdiveni yukarı, yani kendine çekti. Adamın yemeğini pişirmek, yatağını yapmak ve evi toplamak gibi işleri yapmak kıza düşmüştü. Adam eve döndüğünde her defasında bir yığın altın ve gümüş getiriyordu.
Yıllarca onun yanında kalan kız zamanla çok yaşlandı. Adam onu 'Koruk hanım' diye çağırıyordu hep; o da adama 'Moruk' adını takmıştı. Adam bir keresinde dağdan çıktığında kadın onun yatağını yaptı ve bulaşığını yıkadı. Sonra tüm kapı ve pencereleri sımsıkı kapadı; sadece içeriye ışığın sızdığı sürgülü bir pencereyi açık bıraktı.
Moruk geri döndüğünde kapıya vurarak "Hanım, bana kapıyı aç!" diye seslendi. "Hayır, sana kapıyı açmam Moruk" dedi kadın. O zaman adam şöyle seslendi:
Morııkçuğun çıkageldi,Yorgun argın.Leğeni hazırla hanım,Yoksa kalırım sana dargın.
Kadın "Ben leğeni hazırladım" dedi. Adam:
Morukçuğun çıkageldi,Yorgun argın.Nerdeyse düşüp kalacağım,Yatağımı yap, uyuyacağım!
diye yakındı.
"Yatağını yaptım bile" dedi kadın. Adam dayattı:
Morukçuğun çıkageldi,Yorgun argın.Tartışmayı bırak da,Kapıyı aç be kadın!
Adam evin etrafında dolaştı, derken açık bir delik gördü. Kendi kendine "Bakalım şu kadın içerde ne yapıyor; neden kapıyı açmak istemiyor?" diye söylendi.
O delikten içeri bakmak istediyse de uzun sakalı buna izin vermedi. Bunun üzerine önce sakalını delikten aşağı sarkıttı. Aynı anda Koruk hanım çıkageldi ve deliği bir bantla öyle kapadı ki, adamın sakalı içerde kaldı. Adam sızlanarak bağırmaya başladı; canı yanmıştı. Kendisini serbest bırakması için kadına yalvardı.
Kadın, dağa çıkacağı merdiveni vermedikçe ona yardım etmeyeceğini söyledi. Adam ister istemez merdivenin bulunduğu yeri söylemek zorunda kaldı. Bunun üzerine kadın, merdiveni çok uzun bir bez parçasıyla sürgülü pencereye sıkıştırdı. Sonra dağa dayayarak yukarı tırmandı ve yukarıya vardığında merdiveni yukarı çekti. Hemen babasının yanma vararak başına gelenleri anlattı.
Babası çok sevindi. Damat adayı da hâlâ yaşıyordu. Hep birlikte giderek dağı kazdılar, Moruk'u bütün altın ve gümüşleriyle buldular. Kral, Moruk'u öldürttü, altın ve gümüşlerini aldı. Kızı da bir zamanlarki damat adayıyla evlendi. Hepsi mutlu, zengin ve sağlıklı yaşadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Zengin bir çiftçi kapısının önünde durarak tarlalarına ve bahçesine baktı; buğday yeşermişti, meyve ağaçları meyve doluydu. Hububat geçen yıla göre çok daha fazlaydı; öyle ki, döşeme tahtaları çuvalları taşıyamaz hale gelmişti.Adam daha sonra ahıra geçti; içerisi besili öküzler, şişman inekler ve pırıl pırıl beygirlerle doluydu.Sonra evine girdi; içinde para bulunan demir kasaya baktı. Öylece durup da ne kadar zengin olduğunu düşününce, içinde bir şey tok! tok! etti; odanın değil, kalbinin kapısına vuruluyordu.O kapıyı açınca kendisine seslenen bir ses duydu: "Tüm servetine karşın bir kimseye yardıma bulundun mu hiç? Ekmeğini aç kalanla paylaştın mı? Sahip olduklarınla yetinmeyip de hep daha fazlasını istemedin mi?"Kalbi bu soruları yanıtlamakta gecikmedi:"Ben çok sert ve acımasız biriydim. Servetimi hiçbir zaman iyi işler için harcamadım. Karşıma fakir biri çıktığında gözlerimi ondan kaçırdım. Tanrı'yı da unuttum, sadece servetime servet katmayı düşündüm. Dünya kadar malım olsa yine yeterli bulmadım."Adam bu cevabı alınca çok irkildi; dizleri titremeye başladı, yere oturmak zorunda kaldı.Yine tok! tok! diye sesler geldi, ama bu kez çalınan kapıydı! Komşusu gelmişti; fakir bir adamdı, besleyemeyeceği bir sürü çocuğu vardı."Biliyorum, komşum zengin bir adam; çok da acımasız. Bana yardım edeceğini sanmam; ama çocuklarım ekmek diye çırpınıyor. Bir deneyeyim bakayım" diye aklından geçirmişti. Adamcağız kapıyı çaldıktan sonra komşusuna, "Siz ona buna öyle kolay kolay bir şey vermezsiniz; ama gırtlağıma kadar borçtayım. Çocuklarım aç. Bana dört çuval buğday ödünç verebilir misin?" diye sordu. Zengin adam ona uzun uzun baktı; içinde bir acıma duygusu uyandı.O anda açgözlülüğü erimeye başladı sanki."Sana dört çuval buğday ödünç vermeyeceğim, onu sana armağan edeceğim. Ama bir şartla" dedi."Neymiş o?" diye sordu fakir adam."Ben öldükten sonra üç gece mezarımın başında nöbet tutacaksın" diye bir cevap aldı. Bu iş ona tekin değil gibi geldi, ama içinde bulunduğu durumdan ötürü her koşulu kabul etmeye hazırdı.Söz verdi ve buğdayı alıp evine taşıdı.Zengin adam sanki olacakları önceden görmüştü.Uç gün sonra birden yere düşüp öldü; bunun nasıl olduğunu kimse anlayamadı, ama kimse de ardından yas tutmadı.Gömüldükten sonra fakir adam vermiş olduğu sözü hatırladı; bu işten kurtulmayı çok isterdi, ama şöyle düşündü: "O sana acıdı, onun verdiği buğday sayesinde çocuklarının karnı doydu; onu da bir yana bırak, sen söz verdin! O zaman sözünde durmalısın."Gece olunca mezarlığa giderek zengin adamın mezarı başında oturdu.Her taraf sessizdi; ay ışığı mezarı aydınlatmaktaydı. Arada bir hazin sesler çıkaran bir baykuş uçup duruyordu.Güneş doğarken fakir adam evine gitti, ikinci gece de aynı şekilde geçti. Üçüncü günün akşamı içine bir korku düştü; sanki başına bir şey gelecekmiş gibi bir his vardı içinde. Evden ayrıldıktan sonra mezarlık duvarında o zaman kadar hiç görmediği bir adam oturmaktaydı. Pek genç sayılmazdı; Yüzünde derin bir yara izi vardı; keskin gözleri çakmak çakmaktı.Çok eski bir pelerine sarınmıştı, sadece süvari çizmeleri gözüküyordu."Burada ne arıyorsun? Burada oturmak seni korkutmuyor mu?" diye sordu fakir adam."Bir şey aradığım yok" diye cevap verdi adam. "Bir şeyden korktuğum da yok. Ben tıpkı korkunun ne olduğunu öğrenmek için boş yere uğraşan, sonunda bir kral kızıyla evlenip zengin olan delikanlıya benziyorum; ama ben ömrüm boyunca hep fakir kaldım. Aslında ben emekli bir askerim. Başka yerim olmadığı için geceyi geçirmek üzere buraya geldim.""Madem ki hiçbir şeyden korkmuyorsun, o zaman yanımda kal ve nöbet tutarken bana yardımcı ol" dedi fakir adam."Nöbet tutmak askerin işi! iyi ya da kötü, burada başımıza ne gelirse birlikte katlanalım" diye cevap verdi adam.Birlikte mezar başına geçtiler.Gece yarışma kadar her taraf sessizdi; derken keskin bir ıslık sesi duyuldu ve iki nöbetçinin karşısına Şeytan çıkıverdi:"Heey, serseriler, çekin gidin burdan; bu mezarda yatan kişi bana ait; buradan gitmezseniz boynunuzu kırarım" diye tehdit etti.Asker, "Bana bak, kızıl tüylü! Sen benim yüzbaşım falan değilsin; seni dinlemek zorunda değilim. Zaten korku nedir bilmem ben! Çekil yolumuzdan, biz burada kalıyoruz" dedi.Şeytan bu palavracıları altınla tavlayabilirim diye düşündü ve onlara bir kese altın karşılığında evlerine dönmeyi teklif etti.Asker, "Fena fikir değil, ama bir kese yetmez; şu çizmelerimden birini dolduracak kadar altının varsa ver, o zaman çekip gideriz" dedi.Şeytan, "Yanımda o kadar yok" dedi. "Ama gidip getireyim; kasabada tefeci bir dostum var, ondan alırım" diyerek oradan ayrıldı.Asker sol ayağındaki çizmeyi de çıkararak, "Şu herife bir oyun oynayalım, bana çakını versene" dedi ve çakıyla tabanını sıyırdığı çizmeyi mezar başındaki yüksek çimlerin arasına sokuşturdu. "Bu iş tamam" dedi. "Şimdi gelsin bakalım."İkisi de oturup bekledi. Aradan çok geçmedi.Şeytan çıkageldi; elinde bir kese altın vardı.Asker "Dök bakalım" diyerek çizmeyi biraz yukarı kaldırdı. "Ama dolmayacak galiba."Şeytan keseyi boşalttı, altınlar kesenin içine aktı, ama çizme hâlâ boştu."Aptal Şeytan! Dolmadı işte! Hadi git, daha fazla para getir" dedi asker.Şeytan kafasını iki yana sallayarak gitti ve bir saat sonra geri döndü; bu kez elinde çok daha büyük bir kese vardı.Asker: "Doldur bakayım" dedi. "Ama çizmenin dolacağını sanmam."Altınlar şıkır şıkır çizmeye aktı, ama çizme yine boş kaldı. Şeytan inanamadı ve kendi gözleriyle baktı:"Amma bacak varmış sende" diyerek ağzını çarpıttı.Asker "Seninki gibi at ayağı mı var bende sandın? Hep pinti misin böyle? Hadi git daha fazla para getir, yoksa anlaşmamız bozulacak" dedi.Şeytan yine oradan uzaklaştı.Bu kez uzun süre gözükmedi. Sonunda oflaya puflaya, sırtında bir çuval altınla geri döndü. Hepsini çizmenin içine boşalttı; ama çizme öncekinden de az doldu.Şeytan müthiş kızdı; çizmeyi askerin elinden çekip almak istedi, ama aynı anda doğmakta olan güneşin ilk ışıkları etrafı aydınlattı.Kötü ruh çığlıklar atarak oradan kaçtı. Adamlar kurtulmuştu.Çiftçi altını bölüşmek istedi, ama asker şöyle dedi: "Benim payımı fakirlere dağıt! Ben senin kulübene geliyorum; Tanrı izin verirse bundan sonra barış içinde ve rahat yaşarız.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Çoook önceleri, Tanrı'nın yeryüzünde dolaştığı günlerde toprak şimdikinden çok daha verimliydi. Başaklar şimdikinin elli altmış değil de dört beş yüz katı fazlaydı. Sapından tepesine kadar hep buğday doluydu. Ama insanoğluna yaranılmaz işte! Tanrı'nın verdiği bu bereketin kadrini ve kıymetini bilemeden onları bol bol harcadılar.
Bir gün bir kadın buğday tarlasına daldı; yanındaki ufak çocuğu oraya buraya sıçrarken bir su birikintisine düşerek elbisesini kirletti.
Annesi o güzel başaklardan bir avuç kopararak çocuğun elbisesini temizledi.
O sırada oradan geçmekte olan Tanrı bunu görünce öfkelendi ve "Bundan böyle başak artık buğday taşımasın! İnsanoğlu kendisine sunulan bereketin kıymetini bilmiyor" dedi.
Orada bulunup da bu sözleri duyanlar dehşet içinde kaldılar; hemen diz çökerek az da olsa başakta biraz buğday kalması için yalvarmaya başladılar. Kendileri hak etmemiş olsalar bile, hiç değilse suçsuz tavuklar aç kalmasınlar diye!
Bu sefaleti gören Tanrı onlara acıdı ve ricalarını kabul etti.
Sonuçta insanlara buğday bugünkü haliyle kaldı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir akşam genç bir davulcu tek başına tarlalar arasından yürüyüşe çıktı. Bir göl kenarına geldiğinde yere serili üç parça beyaz keten kumaş gördü. "Ne ince ketenmiş" diyerek bir tanesini cebine soktu.Sonra evine döndü ve bulduğu şeye hiç aklını takmadan yatağa yattı. Tam uyuyacaktı ki, sanki birisi adıyla seslendi. Kulak kabarttı, hafiften bir ses duydu:"Davulcu, davulcu, uyan!" diyordu bu ses.Zifiri karanlık olduğu için kimseyi göremedi, ama sanki yatağının önünde bir karaltı uçuyordu."Ne istiyorsun?" diye sordu.O ses, "Dün akşam göl kenarında aldığın gömleğimi bana geri ver!" dedi."Kim olduğunu söylersen veririm" dedi davulcu."Peki" dedi o ses. "Ben kudretli bir kralın kızıyım. Bir cadı büyü yaparak beni Camdağ'a sürdü. Her gün iki kız kardeşimle birlikte gölde yıkanmam gerekiyor, ama gömleğim olmadan oradan çekip gidemem. Kız kardeşlerim gitti, ama ben orada kaldım; lütfen şu gömleğimi geri ver!""Vah zavallı, sakin ol sen" dedi davulcu. "Hemen vereyim." Ve cebinden çıkardığı bez parçasını karanlıkta ona uzattı. Kız onu aldığı gibi gitmek istedi."Dur biraz" dedi oğlan. "Belki sana yardım edebilirim." - "Edebilirsin, ama Camdağı'na çıkıp beni cadının elinden kurtarabilirsen! Ama ne kadar yaklaşsan da o dağa çıkamazsın.""İstedim mi, çıkarım. Sana acıyorum; hiçbir şeyden korkmam ben! Yalnız Camdağ'ına giden yolu bilmiyorum" dedi davulcu."O yol, içinde insan yiyenlerin bulunduğu büyük bir ormandan geçer. Daha fazla bir şey söyleyemem sana" dedi kız.Ve oğlan onun uçup gittiğini duyuverdi.Gün doğarken davulunu boynuna asarak yola koyuldu ve hiç korkmadan ormana daldı. Bir süre gittikten sonra dev falan göremeyince, "Bu uykucuları uyandırmam lazım" diyerek boynunda asılı duran davulu öyle bir çaldı ki, ağaçlardaki bütün kuşlar uçuşup kaçtı.Aradan çok geçmeden çimenlere uzanarak uyuyakalmış bir dev ayağa kalktı; boyu bir çam ağacı kadardı."Seni bücür seni! Davul çalarak beni nasıl uykumdan edersin sen" diye haykırdı."Yolu bilen binlerce kişi arkama takılsın diye çalıyorum davulu" dedi oğlan."Ne arıyor onlar benim ormanımda?" diye sordu dev."Seni öldürerek ormanı bir canavardan kurtarmak istiyorlar.""Pöh" dedi dev, "Onları karınca gibi ezerim ben!""Öyle mi sanıyorsun?" diye cevap verdi oğlan. "Onlardan birini yakalamak için öne eğildiğinde hemen sıçrayıp saklanacaktır; yere uzanıp biraz kestirecek olursan hepsi çalılıkların arasından çıkarak senin üzerine tırmanacak, ellerindeki çelik çekiçlerle kafanı parçalayacaklar."Dev ürktü ve şöyle düşündü: "Bu kurnaz toplulukla uğraşmaya kalkarsam başım belaya girecek! Kurtlarla ayıları ağzımda gargara yaparım, ama bu toprak solucanlarından kendimi koruyamam doğrusu." - "Dinle, bücür!" dedi. "Çek git buradan, sana söz veriyorum, seni ve arkadaşlarını rahat bırakacağım! Ve de istediğin bir şey varsa, söyle bana, yerine getireyim.""Senin bacakların çok uzun" dedi davulcu: "Benden daha hızlı yürürsün; sen beni Camdağı'na götür, ben de arkadaşlarıma bir işaret vereyim, o zaman seni rahat bırakırlar.""Gel bakalım, solucan!" diye konuştu dev. "Atla omzuma da nereye istersen götüreyim seni."Dev onu yukarı kaldırarak omzuna oturttu; o da şevkle davulunu çalmaya başladı. Dev:"Herhalde adamlarına dön işareti veriyor?" diye aklından geçirdi.Bir süre sonra karşılarına ikinci bir dev çıktı; oğlanı birinci devden alarak cep deliğine iliştirdi. Davulcu tepsi büyüklüğündeki düğmeye sıkı sıkı tutunarak etrafına neşeyle bakındı.Derken üçüncü deve rastladılar; bu kez o davulcuyu tutunduğu ilikten alarak şapkasının kenarına yerleştirdi. Davulcu şapkanın kenarlığında hep gezindi durdu; derken ta ufukta bir dağ görünce, bu kesinlikle Camdağı olmalı diye düşündü. Bu doğruydu.Dev birkaç adım attıktan sonra dağın yamacına vardılar; dev onu yere indirdi. Davulcu ondan kendisini dağın tepesine yerleştirmesini istedi, ama dev kafasını iki yana sallayarak homurdandı ve ormana geri döndü.Davulcu yamaçta kalakaldı; dağ o kadar yüksekti ki, aslında üç dağ üst üste binmişti ve ayna gibi düzdü. Oraya nasıl çıkacağını bilemedi. Tırmanmaya çalıştı, ama nafile! Her seferinde geri kaydı."Kuş olsam da uçabilsem!" diye düşündü, ama ne fayda! Kanatları yoktu ki!Ne yapacağını bilmeksizin öyle dururken uzakta birbiriyle tartışan iki adam gördü. Onların yanına vardı; yerde duran bir eyer yüzünden anlaşamıyorlardı."Siz deli misiniz!" dedi onlara. "Bir eyer için kavga ediyorsunuz, oysa elinizde at yok!"Adamlardan biri:"Bu eyer çok kıymetli, yani onun için kavga etmeye değer. Çünkü ona bindin mi, dünyanın neresine gitmek istiyorsan söyle, seni götürsün! Aslında bu eğer ikimizin; üzerine sırayla binecektik. Binme sırası şimdi bende, ama bırakmıyor" dedi."Ben bu tartışmaya son vereyim bari" diyen davulcu yüz metre kadar uzaklaşarak oraya beyaz bir sırık dikti. Sonra geri gelerek:"Kim o sırığa ilk varırsa, eyere o binecek!" dedi.Adamların ikisi de bir koşu kopardı, ama aynı anda davulcu eyere atlayıverdiği gibi Camdağı'na gitmek istediğini söyledi. Daha elini bile döndürmemişti ki, kendini orada buldu. Dağın tepesinde bir yayla vardı; o yaylada da taştan yapılma eski bir ev, onun önünde de bir havuz; ama arkası kara ormandı. İnsan ya da hayvan göremedi. Her yer sessizdi; rüzgâr yaprakları hışırdatıyor, bulutlar başının üstünden geçiyordu. Eve yaklaşarak kapısını çaldı. Ancak üçüncü çalıştan sonra kapıyı kahverengi suratlı ve kırmızı gözlü yaşlı bir cadı açtı; gözlüğü uzun burnuna kaymıştı; oğlana sert sert bakarak ne istediğini sordu."İçeri alınmak, yemek yemek ve geceyi burda geçirmek" diye cevap verdi davulcu."Olur, ama bana üç iş göreceksin" dedi cadı."Niye olmasın, ne kadar ağır olursa olsun, işten korkmam ben" diye cevap verdi oğlan.Cadı onu içeri aldı, yemek verdi, uyuması için de güzel bir yatak.Ertesi sabah davulcu uyandıktan sonra cadı cılız parmağında bir yüksük çıkararak oğlana verdi:"Şimdi işe başla, dışarıdaki havuzu bu yüksükle temizle, ama gece olmadan bitireceksin; sudan çıkaracağın bütün balıkları boyları ve cinslerine göre sıralayıp yan yana dizeceksin" dedi."Tuhaf bir iş!" diye mırıldanan davulcu havuza giderek işe başladı. Öğlene kadar durmadan çalıştı, ama o kadar suyu bir yüksükle boşaltmak için bin yıl bile yetmezdi!Öğlen olunca, çalışsam da, çalışmasam da fark etmeyecek diye düşünerek yere oturdu. O sırada evden bir kız çıkarak ona bir sepet içinde yemek getirdi: "Öyle mahzun mahzun oturuyorsun, neyin var senin?" diye sordu.Oğlan ona baktı ve ne kadar güzel bir kız olduğunu fark etti."Ah, birinci işin altından kalkamadım, öbürküleri nasıl başaracağım? Ben bir prensesi aramaya çıktım; burada oturuyormuş. Ama onu bulamadım. Çekip gideceğim buradan" dedi."Burda kal" dedi kız, "Ben sana yardım edeyim. Yorulmuşsun; şimdi başını dizime koy ve uyu. Uyanınca işin bitmiş olacak."Davulcu onun bir dediğini iki etmedi. Gözleri kapanır kapanmaz kız bir istek yüzüğünü döndürerek: "Su havuzdan aksın, balıklar karaya çıksın" dedi.Çok geçmeden havuzun suyu beyaz bir sis tabakası gibi havaya yükseldi ve bulutlara karışarak gözden kayboldu. Balıklar da sıçraya sıçraya kıyıya çıkarak cins ve büyüklük sırasına göre dizildiler.Davulcu uyandığında tüm işlerin yapılmış olduğunu görünce şaşırdı. Ancak kız şöyle konuştu: "Balıklardan bir tanesi öbürkülerinin yanına gelmedi, tek başına duruyor" dedi. "Cadı bu akşam gelip de istediklerinin yapılmış olduğunu görünce: 'Niye bu balık tek başına duruyor?' diye soracak; o zaman balığı onun suratına fırlatarak, 'Bu da senin olsun, cadı karı' dersin."Akşam olunca cadı çıkageldi ve balığın neden tek başına olduğunu sorunca davulcu o balığı onun suratına fırlattı. Cadı sanki bir şey olmamış gibi davranarak sesini çıkarmadı, ama ona pis pis baktı. Ertesi sabah: "Dünkü işin kolaydı, bugünkü daha zor olacak. Bugün ormandaki bütün ağaçları kesip ufak ufak kıyacaksın; akşama her iş bitmiş olacak" diyerek ona bir balta, bir balyoz ve iki tane keski verdi. Ama balta kurşundandı, balyozla keskiler de tenekeden.Davulcu çalışmaya başlayınca balta yana kaydı, balyozla keskiler de kıvrılıverdi. Oğlan ne yapacağını bilemedi, ama öğleyin yine yemek getiren kız onu teselli etti:"Koy başını dizime ve uyu. Uyanınca işin bitmiş olacak" dedi.Ve istek yüzüğünü döndürür döndürmez bütün orman büyük bir gürültüyle yıkıldı. Odunlar kendiliğinden kıyılarak istif edildi; destelenerek bağlandı. Sanki bütün işi devler yapmıştı.Oğlan uyandığında kız ona: "Bak, odunlar kıyılıp istif edildi, sadece bir sopa açıkta kaldı. Cadı karı bu akşam gelip de bu sopanın kimin için olduğunu sorarsa, 'Bu senin için, cadı karı!' diyerek onu o sopayla bir güzel döversin" dedi.Cadı geldi. "Gördün mü, işin ne kadar kolaymış!" dedi. "Ama şu sopa kimin için?" diye sorunca davulcu: "Bu senin için, cadı karı!" diyerek ona sopayla güzel bir dayak attı. Ancak cadı sanki hiçbir şey hissetmemiş gibi alaylı alaylı gülerek: "Yarın sabah bütün odunları bir yere yığıp ateşle yakacaksın!" dedi.Oğlan gün doğarken kalktı ve odunları toplamaya başladı. Ama tek bir adam bütün ormanı nasıl taşıyabilir ki? İş bir türlü bitmedi. Ama kız onu yalnız bırakmadı; öğlen olunca ona yemeğini getirdi. Davulcu yemeğini yedikten sonra başını kızın dizine koyarak uyudu. Uyandığında odun yığını ateş almıştı, alevleri yılan dili gibi havaya savruluyordu."Dinle, cadı gelirse sana bir sürü iş yükleyecek; o ne isterse yap, o zaman sana bir şey yapamaz; ama korkarsan alevler seni sarar ve yutar. Tüm bunları yaptıktan sonra iki elinle cadıyı kavradığın gibi ateşin ortasına at" dedi kız ve sonra gitti.Derken cadı çıkageldi. "Brr, üşüyorum!" dedi. "Ama işte ateş yanmakta, bu bana iyi gelecek, kemiklerimi ısıtacak. Ama şurda bir kütük var, bir türlü yanmak bilmiyor, çıkar onu ateşten. Bunu yaparsan özgürsün, o zaman nereye istersen çekip gidersin. Hadi korkma!"Davulcu fazla düşünmedi, alevlerin içine atladı, ama alevler ona bir şey yapmadı; saçları bile alazlanmadı. Kütüğü eline aldığı gibi cadının önüne koydu. Ama o kütük yere değer değmez hemen değişti; şimdi davulcunun karşısında, kendisine yardım eden genç kız durmaktaydı! Üzerindeki altın işlemeli giysiyi görünce oğlan onun prenses olduğunu anladı.Ama cadı karı pis pis gülerek:"Sen onu ele geçirdiğini sanıyorsun, ama henüz başaramadın" dedi ve kızın üzerine yürüyerek yakalamak istedi. Ama oğlan iki eliyle tuttuğu gibi cadıyı ateşe attı; cadı cayır cayır yanarken iki genç seviniyordu.Prenses oğlana tepeden tırnağa kadar bakıp da onun güzel ve yakışıklı olduğunu görünce ve uğruna hayatını hiçe saydığını da düşününce elini uzattı:"Sen benim için her şeyi göze aldın, ben de senin için her şeyi yapmak istiyorum. Bana sadık kalacağını vaat edersen kocam olursun. Para sıkıntımız olmaz, cadınınkinden fazla paramız olacak" dedikten sonra oğlanın elinden tutarak onu eve soktu. Orada sandık sandık altın ve mücevher vardı. Altın ve gümüş eşyayı bırakarak sadece kıymetli taşları aldılar yanlarına.Kız Camdağı'nda daha fazla kalmak istemedi.Bu kez oğlan ona, "Eyerime bin, kuş gibi uçup gidelim buradan" dedi."Eyer hoşuma gitmedi" dedi kız. "Dilek yüzüğümü bir kere döndürdüm mü evde oluruz.""Hadi öyleyse" dedi oğlan, "Dile de, sur kapısında olalım!" Ve hemen orada oldular.Davulcu, "Önce aileme gidip haber vereyim, sen burda tarlada beni bekle, hemen dönerim" dedi.Prenses, "Aman dikkat et" dedi. "Eve varır varmaz anne ve babanı sakın sağ yanaklarından öpme! Yoksa her şeyi unutursun ve ben burada yapayalnız kalırım.""Seni nasıl unutabilirim?" diyen oğlan kıza yakında döneceğine dair söz verdi.Baba evine vardığında kimse onu tanımadı; çünkü çok değişmişti. Camdağı'nda geçirdiği, ona üç gün gibi gelen süre aslında üç yıldı.Kendini iyice tanıtınca ailesi sevince boğuldu; ona sarıldılar. Oğlan da o kadar heyecanlandı ki, kızın söylediklerini hiç düşünmeden ana babasını her iki yanağından öptü.Ancak onların sağ yanağından öper öpmez prenses aklından silindi gitti. Sonra ceplerini boşaltarak kıymetli taşları masanın üstüne yaydı. Ailesi bu kadar zenginlikle ne yapacağını şaşırdı. Babası bahçeleri, çayırları ve ormanları olan, kontlara yaraşan bir şato yaptırdı.İnşaat bitince annesi: "Sana bir kız buldum. Üç gün sonra düğün yaparız" dedi.Oğlan da ailesinin isteği doğrultusunda bu işe razı oldu.Zavallı prenses bütün gün şehir dışındaki arazide oğlanın dönmesini bekledi.Akşam olunca, "Herhalde onları sağ yanaklarından öptü, beni unuttu" diye düşündü.Çok üzüldü, ormanda ufacık bir evde yaşamaya ve babasının sarayına dönmemeye karar verdi.Her akşam şehre iniyor ve oğlanın evinin önünden geçiyordu; oğlan onu birkaç kez gördüyse de tanımadı. Derken sokaktaki adamların "Yarın düğün olacak" diye konuştuklarını duydu. "Onun kalbini kazanmaya bakmalıyım" diye düşündü.Düğün günü parmağındaki dilek yüzüğünü döndürerek, "Güneş gibi parlayan bir giysim olsun" dedi. Az sonra önüne öyle parlak bir elbise serildi ki, sanki güneş ışıklarından örülmüştü.Davetliler salonda toplanmışken o da aralarına daldı. Herkes onun giysisine bayıldı, özellikle de gelin! Güzel giysilere çok meraklı olduğu için: 'Bunu bana satar mısın?' diye sordu."Parayla satmam" dedi kız. "Ama damadın yatak odasının kapısı önünde bir gece geçirirsem karşılığında bu elbiseyi veririm."Gelinin aklı fikri elbisede olduğu için bu teklifi kabul etti, ama kocasının yatmadan önce içtiği şarabına uyku ilacı kattı; o da onu içince derin bir uykuya daldı.Her yer sessizliğe gömülünce prenses yatak odasının kapısını biraz aralayarak şöyle seslendi:
Davulcu, davulcu, dinle beni,Yoksa unuttun mu sevgilini?Beraber değil miydik Camdağı'nda?Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?Hani ya bana sadık kalacaktın?Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ama nafile! Davulcu uyanmadı. Ertesi gün prenses yarım kalan işi tamamladı. Yani akşam olduğunda dilek yüzüğünü parmağında döndürerek:"Aydan da parlak, gümüşten parlak bir elbise istiyorum!" dedi. Ve aydan parlak giysisiyle salona girdiğinde yine gelinin dikkatini çekti. Gelin yine bu elbise karşılığında prensesin o gece de damadın yatak odasının kapısı önünde kalmasına izin verdi.Ve gecenin sessizliğinde prenses yine seslendi:
Davulcu, davulcu, dinle beni.Yoksa unuttun mu sevgilini?Beraber değil miydik Camdağı'nda?Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?Hani ya bana sadık kalacaktın?Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ama yine uyku ilaçlı şarabı içen damadı uyandırmak mümkün olmadı. Prenses ertesi sabah üzgün bir şekilde ormandaki eve döndü.Ancak yabancı kızın yakınmalarını duyan saraydakiler durumu damada anlattılar ve kendisine, şarabına uyku ilacı katıldığı için hiçbir şey duyamamış olduğunu söylediler.Üçüncü akşam prenses dilek yüzüğünü çevirerek, "Yıldız gibi parlayan bir giysi isterim" dedi.Ve giysiyi şölen salonunda gösterince gelinin aklı başından gitti ve "Her ne pahasına olursa olsun bu elbise benim olmalı" dedi. Ve bu kez de genç kızın geceyi damadın yatak odasının kapısı önünde geçirmesine izin verdi.Ama o gece damat, yatmadan önce kendisine sunulan şarabı içmeyip yatağın altına döktü.Sarayda her yer sessizliğe gömülünce kendisine seslenen ince ve hoş sesi duyuverdi:
Davulcu, davulcu, dinle beni!Yoksa unuttun mu sevgilini?Beraber değil miydik Camdağı'nda?Ben atmadım mı ateşe cadıyı da?Hani ya bana sadık kalacaktın?Ah, davulcu, beni nasıl da yaktın!
Ve birden her şeyi hatırladı. "Ah, nasıl böyle bir nankörlük yaptım ben? Ama bütün kabahat, anne ve babamın sağ yanaklarına verdiğim öpücükte!" diyerek yatağından sıçradı; genç kızı anne ve babasının yanına götürerek: "Benim asıl eşim bu!" dedi. "Öbürüyle evlenirsem büyük bir haksızlık yapmış olacağım."Oğlanın başından geçenleri iyice dinleyen ailesi onun bu isteğine karşı çıkmadılar.Salondaki ışıklar tekrar yandı. Davulcular ve mızıkacılar geldi. Eş dost akraba, hepsi yeniden çağrıldı ve tüm görkemiyle gerçek bir düğün yapıldı.İlk geline de teselli olarak o güzel giysiler hediye edildi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir gün viran bir evin önünde bir adam karısıyla oturmuş biraz dinleniyordu. Derken dört yağız ata koşulmuş bir araba çıkageldi; içinden çok şık giyinmiş bir bey çıktı. Köylü ayağa kalktı; adama yaklaşarak ne istediğini ve kendisine nasıl hizmet edebileceğini sordu. Yabancı adam onunla tokalaşarak, "Bir köy yemeği yemekten başka bir şey istemiyorum" dedi. "Bana bir patates pişirin; her zaman yaptığınız gibi. Sofranıza oturup onu keyifle yemek istiyorum, o kadar!"Köylü gülümseyerek: "Siz bir kont, prens ya da dük olmalısınız; aristokratlar bazen böyle köy yemeği yemek ister. Emriniz başüstüne!" dedi.Karısı mutfağa dalarak patatesleri yıkayıp soymaya başladı. Köylü usulü patates köftesi yapmak niyetindeydi. O çalışırken kocası yeni gelene:"Benimle bahçeye gelin isterseniz, orada yapacağım bir şey var" dedi.Bahçede toprağa çukurlar açarak fidan dikmeye başladı.Yabancı, "Size işinizde yardım edecek hiç çocuğunuz yok mu?" diye sordu."Hayır" diye cevap verdi köylü. "Bir çocuğum vardı tabii, ama o bizden ayrılalı çok oldu. Söz dinlemez bir oğlandı; zekiydi, kurnazdı. Ama hiçbir şey öğrenmek istemedi; bizimle kavga etti, sonra çekip gitti. O zamandan beri kendisinden haber alamadım."Böyle diyen yaşlı adam bir fidan alarak çukura diktikten sonra yanına da bir kazık sapladı. Sonra kök kısmını toprakla örterek bastırdı. Sonra fidanın aşağı, orta ve üst kısımlarını bir saman sapıyla kazığa bağladı.Yabancı adam, "Ama söylesenize! Neden şu köşedeki kartlaşmış ve neredeyse yere değecek kadar eğilmiş fidanı da dikmiyorsunuz? Daha da büyüyüp güçlensin?" diye sordu.Yaşlı adam gülümseyerek, "Bayım, siz kendi kafanıza göre konuşuyorsunuz; bahçe işinden anlamadığınız belli oluyor. Oradaki fidan hem yaşlı, hem de kart. Onu artık kimse doğrultamaz. Ağaçları yaş iken doğrultmaksınız!" diye cevap verdi."Yani sizin oğlunuz gibi!" dedi yabancı. "Onu gençken eğitseydiniz evden kaçmazdı; artık o da sertleşmiş ve kartlaşmıştır.""Elbette!" dedi yaşlı adam. "O gideli çok oldu, değişmiş olmalı.""Şimdi karşınıza çıksa, onu tanır mıydınız?" diye sordu yabancı."Yüzünden zor tanırdım" diye cevap verdi köylü. "Ama onun omzunda fasulye tanesi büyüklüğünde bir ben vardır" deyince, genç adam gömleğini sıyırarak omzundaki beni gösterdi.Yaşlı adam, "Aman Tanrım! Sen gerçekten benim oğlumsun!" diye haykırdı.O anda oğluna karşı yüreği sevinçle doldu. "Ama nasıl olur, sen koskoca bir bey olmuşsun! Servet ve bolluk içinde yaşıyorsun! Bu hale nasıl geldin?" diye sordu."Ahh, babacığım" diye cevap verdi oğlan. "O genç fidan bir kazığa bağlanmamıştı, bu yüzden eğri büğrü büyüdü. Şimdiyse yaşlı sayılır, tekrar dimdik olması mümkün değil! Bu hale nasıl mı geldim? Ben bir hırsız oldum. Ama korkma, hırsızların üstadı sayılırım ben. Açamayacağım kilit ya da sürgü yoktur benim! Sıradan bir hırsız gibi çalıp soyduğumu sanma! Ben sadece zenginlerin parasını çalıyorum. Fakirlere hiç dokunmuyorum. Soymak yerine onlara para veriyorum. Zahmete girmeden, kafa çalıştırmadan ve beceri göstermeden çalabileceğim şeylere de dokunmuyorum.""Ahh, çocuğum, bu hiç hoşuma gitmedi. Hırsız hırsızdır; bak sana söyleyeyim, bu işin sonu yok" dedi babası. Sonra onu annesinin yanına götürdü.Kadın onun kendi oğlu olduğunu öğrenince sevincinden ağladı. Ama kocası ona, oğlunun hırsızların üstadı olduğunu söyleyince bu kez iki gözü iki çeşme ağladı. Yine de, "Hırsız da olsa o benim oğlum! Onu yine gördüm ya!" dedi.Sofraya oturdular ve genç adam uzun zamandır yemediği ana yemeği kötü olmasına rağmen yedi. Babası, "Bizim efendimiz, yani şu karşı şatoda oturan kont kim ve ne olduğunu duyarsa, seni vaftiz edildiğin gündeki gibi kucaklamaz; darağacında sallandırır" dedi."Merak etme, baba; bana bir şey yapmaz! Çünkü ben işimi bilirim! Bugün ona kendim gideceğim" dedi oğlan.Ve akşam olduğunda arabasına atlayarak şatoya gitti. Kont onu namuslu bir adam sayarak kapıda karşıladı. Ama oğlan kendini tanıtınca adamın yüzü sarardı; uzun bir süre susup bekledi.Sonunda şöyle dedi: "Sen benim vaftiz oğlumsun. Bu yüzde bir bakıma seni bağışlıyorum; sana hoşgörülü davranacağım. Madem ki hırsızların üstadı diye bir isim yaptın, o zaman sanatını bir denemek isterim. Sınavı geçemezsen seni celladın eline veririm; ölüm marşını da kargalar söyler.""Kont hazretleri" diye cevap verdi oğlan. "İyice düşünün ve bana üç şey söyleyin; ne kadar zor olursa olsun bunların altından kalkamazsam bana ne isterseniz onu yapın."Kont bir an için düşündü, sonra dedi ki: "Önce benim en sevdiğim atımı ahırdan çalacaksın; ondan sonra eşimle ben uyuduktan sonra altımızdaki yatak çarşafını çekip alacaksın. Ayrıca bize hiç fark ettirmeden eşimin parmağındaki yüzüğü de çekip çıkaracaksın. Üçüncü ve son olarak da kiliseden rahiple zangocu kaçıracaksın! Dikkat et, bunlar senin için ölüm kalım meselesi."Usta hırsız önce şehre indi. Orada yaşlı bir köylüden giysilerini satın alarak üstüne geçirdi. Sonra kahverengiye boyadığı suratına derin çizgiler çekti. Yani tanınmaz hale geldi. Daha sonra da bir fıçı Macar şarabı alarak içine uyku ilacı attı. Fıçıyı sırtına attığı bir küfeye yerleştirdi; sonra sallana sallana şatonun yolunu tuttu. Oraya vardığında karanlık basmıştı bile. Avluya geçerek bir taşın üstüne oturdu ve veremli biri gibi öksürmeye başladı; soğuktan donarcasına da ellerini ovuştura durdu. Ahırın önündeki askerler ateş yakmıştı; onlardan biri yaşlı kadını görünce, "Gel buraya, anacığım; gel de biraz ısın! Senin gece kalacak yerin yoktur; şurda kendine bir şeyler ayarla" diye seslendi. Yaşlı kadın yaklaşarak sırtındaki küfeyi indirmek için askerden yardım rica etti; sonra ateşin başına geçti."O fıçıda ne var kocakarı?" diye sordu biri."Kırmızı şarap. Parayla satıyorum ya da bana iyi laf edene bir bardak bedava veriyorum" diye cevap verdi kadın. "Ver bakalım bir bardak" dedi asker, "Eğer tadı iyiyse bir bardak daha isterim."Sonra bir bardak daha aldı. Diğerleri de aynı şeyi yaptı. İçlerinden biri ahırdaki askerlere seslenerek: "Heey, arkadaşlar, burda bir analık var, şarabı da kendisi kadar yaşlı! Gelin siz de tadın, midenizi ısıtır. Ateşten daha iyi" dedi.Yaşlı kadın fıçısını ahıra taşıdı. Askerlerden biri kontun sevgili atını eğerlemiş ve üstüne binmişti; öbürü dizgininden tutmuş, üçüncüsü de kuyruğundan yakalamıştı. Kadın kim ne kadar şarap istediyse verdi; derken fıçının dibi bulundu. Az sonra atın dizgini, onu tutan askerin elinden kayıverdi; sonra da kendisi yere düşüp horlamaya başladı. Öbürü kuyruğu elinden bıraktı, yere çökerek daha da yüksek sesle horlamaya koyuldu. Eğerin üstünde duran yere düşmemişti, ama başını atın boynuna kadar öne eğmişti ve demirci körüğü gibi soluyordu. Dışarıdaki askerler çoktan sızmıştı; hepsi yere uzanıp kalmıştı; sanki taş kesilmiştiler. Usta hırsız bu işi başardıktan sonra atın dizginini tutanın eline bir ip, kuyruğunu yakalayanınkine de saman sapı tutuşturdu; ama üçüncüsüne, yani atın üstünde oturana ne yapsaydı? Onu yere atmaya niyeti yoktu; çünkü adam uyanır ve bağırabilirdi. Aklına iyi bir fikir geldi: eğerin kayışını çözdü; bir halat bulup ilmikledi; bir ucunu duvara çakılı bir demir halkaya, öbür ucunu da eğere bağladı. Sonra uyumakta olan adamı eğerle birlikte halatla yukarı çekti, sonra da halatın ucunu bir direğe bağladı.Böylece at serbest kaldı; ama taş avluda nal sesleri duyulabilir, saraydakiler ayağa kalkabilirdi. Onun için atın nallarını da paçavrayla sararak hayvanı yavaşça oradan çıkardı, sonra üzerine binip gitti.Ertesi gün usta hırsız, çalmış olduğu atla şatonun kapısına dayandı. Kont yeni kalkmıştı; pencereden baktı.Oğlan, "Günaydın, kont hazretleri! İşte ahırdan çaldığım at! Bakın, askerleriniz orda nasıl yatmış, uyuyor. Ahıra gidip bakarsanız nöbetçileri de rahata kavuşmuş bulacaksınız" diye seslendi.Kont ister istemez güldü. "Bunu başardın, ama İkinciyi başaramayacaksın. Seni uyarıyorum! Yakalanıp da hırsız olarak karşıma çıkarsan sana hırsız muamelesi yaparım!"Kontes o akşam yatağa gidince yüzüğünü eliyle sıkı sıkı tuttu.Kont da, "Tüm kapılar kilitlendi ve sürgülendi. Ben uyanık kalıp hırsızı bekleyeceğim; pencereden girerse vururum onu" dedi.Ama usta hırsız zifiri karanlıkta darağacına gitti; asılmış suçlulardan birinin ipini keserek cesedi sırtında şatoya taşıdı. Sonra dışardan, yatak odasının bulunduğu pencereye bir merdiven yerleştirdi. Ölüyü sırtlayarak yukarı çıkmaya başladı. Oraya varınca onun başını pencereye yasladı. Yatağında nöbet tutmakta olan kont tıkırtıyı duyunca tabancasını ateşledi. Aynı anda usta hırsız ölüyü aşağı attı; kendisi de merdivenden sıçrayarak bir köşeye saklandı. Ay ışığında her yer o kadar aydınlıktı ki, usta hırsız kontun pencereden çıkarak nasıl merdivenle aşağı indiğini ve ölüyü mezarlığa taşıdığını iyice gördü. Kont orada bir çukur açtı, niyeti ölüyü oraya gömmekti. Usta hırsız, işte şimdi tam zamanı diye düşünerek gizlendiği yerden çıkıp merdivenle kontesin yatak odasına çıktı. Kontun sesini taklit ederek, "Hırsız öldü, karıcığım! Ama ne de olsa benim vaftiz oğlum o; aslında kötü biri değil, ama haylazın teki işte! Onu herkesin önünde rezil etmek istemiyorum, ailesine de acıyorum. Gün ağarmadan onu kendim gömeceğim; şu çarşafı ver de cesedi ona sarayım; bir köpek gibi gömülmesin" dedi.Kontes çarşafı ona verdi.Usta hırsız, "Biliyor musun" diye ekledi, "Biraz hoşgörülü olmak istiyorum; ver sen şu yüzüğü bana. Talihsiz oğlan hep hırsızlıkla yaşadı, bunu da yanında götürsün bari!"Karısı kontu kırmadı; istemeyerek de olsa, yüzüğünü parmağından çıkarıp ona verdi. Usta hırsız çarşafla yüzüğü aldığı gibi - kont bahçesindeki ölüyü gömmeden önce - sevinçle eve yollandı.Ertesi sabah usta hırsız, çarşafla yüzüğü konta uzattığı zaman adamın yüzünü görmeliydiniz!"Sen büyücü müsün? Ben seni mezara gömmüştüm, kim çıkardı seni oradan? Kim seni canlandırdı?" diye sordu."Siz beni değil, asılmış bir ölüyü gömdünüz" diye cevap verdi oğlan.Ve her şeyin nasıl olup bittiğini anlattı.Kont onun ne kadar kurnaz ve akıllı olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. "Ama daha her şey bitmedi" diye ekledi. "Üçüncüyü henüz çözmedin; çözemezsen yandın demektir."Usta hırsız gülümsedi ve hiç cevap vermedi. Gece olunca bir çuvalı sırtladı, koluna bir çıkın doladı, eline de bir lamba alarak doğru köy kilisesine gitti. Çuvalda bir sürü yengeç bulunuyordu, çıkınında da kısa kısa mumlar.Oğlan dua kürsüsüne geçerek yengeçlerden birini çıkarıp sırtına bir mum dikti; mumu yaktıktan sonra hayvanı yere koydu. Sonra diğer yengeçlere de aynı şeyi uygulayarak onları yürümeye bıraktı. Daha sonra başına siyah bir örtü geçirdi; tıpkı rahibin kukuletasına benzedi; çenesine de ağarmış bir sakal yapıştırdı. Tanınmaz hale gelince içinde yengeçlerin bulunduğu çuvalı sırtlayarak minbere çıktı.Kilisenin saati on ikiyi çaldığı anda yüksek sesle:"Dinleyin günahkârlar, dünyanın sonu geldi. Yeni bir günün başlamasına az kaldı. Dinleyin, dinleyin!" diye haykırdı: "Cennete gitmek isteyen şu çuvalın içine girsin! Ben cennetin kapısını açıp kapayan Azrail'im! Baksanıza, mezarlıkta ölenlerin kemikleri bir araya toplanıyor. Gelin, gelin, çuvala girin! Kıyamet kopmak üzere!"Bu haykırış tüm köyde duyuldu.Kilisede yatıp kalkan rahiple zangoç önce ne olduğunu anlamadı; ama kürsünün etrafında dolaşan ışıkları görünce doğaüstü bir şeyin gerçekleştiğini sanarak içeri daldılar. Bir süre vaazı dinlediler.Zangoç rahibi dürterek, "Acele etsek de, cennnete ilk giden biz olsak" dedi."Doğru" dedi rahip, "Ben de öyle düşündüm. Hadi, ne dersin?""Tamam! Önce siz buyurun rahip efendi, ben peşinizden gelirim" diye cevap verdi zangoç.Rahip öne geçerek minbere çıktı. Usta hırsız çuvalın ağzını açmıştı bile. Rahip hemen çuvala daldı; zangoç da arkasından.Usta hırsız ağzını iyice bağladıktan sonra çuvalı merdivenden aşağı sürüklemeye başladı. İki adamın başı basamaklara çarptıkça da "Şimdi dağlardan geçiyoruz" diye seslendi. Onları aynı şekilde köyden geçirdi; su birikintisinden geçerken de "Şimdi nemli bulutlara dalıyoruz" dedi. Şatonun basamaklarından çıkarken de "Şimdi cennetin merdivenine geldik" diye yorum yaptı. "Az sonra cennetin avlusunda olacağız!"Ve yukarıya vardıklarında çuvalı güvercin yuvasına bıraktı. Kuşlar uçuşurken de "Bakın, melekler nasıl seviniyor, kanat çırpıyor" diye seslendi. Sonra kapıyı açarak oradan uzaklaştı.Ertesi sabah kontun huzuruna çıktı ve ona üçüncü bilmeceyi de çözdüğünü, yani rahiple zangoçu kiliseden kaçırdığını bildirdi."Onları nereye bıraktın?" diye sordu kont."Yukarıda, güvercin yuvasında bir torbanın içindeler; cennette olduklarını sanıyorlar" dedi oğlan.Kont onun doğru söylediğine emin olmak için yukarıya kendi çıkıp baktı. Rahiple zangoçu çuvaldan çıkardıktan sonra oğlana dönerek:"Gerçekten usta hırsızmışsın! İddiayı kazandın! Bu kez postu kurtardın, ama ülkemi terk etmeye bak! Bir daha buralara gelirsen darağacını boylarsın" dedi.Usta hırsız ailesiyle vedalaşarak ülkeyi terk etti, bir daha da kendisinden haber alınamadı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kral kızı vardı. Sarayın çatı katındaki on iki pencereli odasında kalıyordu hep. Bu pencereden dışarı çıkıp baktığında da tüm ülkeyi görebiliyordu.İlk pencereden baktığında normal bir insandan daha keskin görüyordu. İkinci pencereden baktığında daha iyi, üçüncüden baktığında ondan da iyi görebiliyordu.Ve bu böyle gidiyordu; yani on ikinci pencereden baktığında yeryüzünde olan her şeyin yanı sıra, yeraltında olanları da görebiliyordu.Ama çok kibirliydi bu kız; kimsenin buyruğu altına girmek istemiyor, ülkeyi tek başına idare etmek istiyordu. Bu nedenle bir ilan verdi. Buna göre ancak ve ancak kendisinden saklanmayı başarabilen bir erkekle evlenecekti!Kim denediyse başaramadı ve başarısızlığı nedeniyle kellesi kesilerek bir kazığa çakıldı. Sarayın avlusunda kazığa geçirilmiş kafaların sayısı doksan yediyi bulmuştu.Uzun süre kimse damat adayı olarak ortaya çıkmaya cesaret edemedi. Kralın kızı keyifliydi. "Ömür boyu özgür kalacağım!" diye düşünüyordu.Derken üç erkek kardeş damat adayı olarak çıkageldi. Şanslarını deneyeceklerdi.En büyükleri bir kireç kuyusuna saklanırsa kimsenin kendisini bulamayacağını düşündü. Ama kralın kızı birinci pencereden bakar bakmaz onu gördü ve hemen çağırtarak başını kestirtti.Ortanca oğlan sarayın mahzenine gizlendi, ama genç kız onu da ilk pencereden bakar bakmaz buluverdi. Sonunda kellesi doksan dokuzuncu direğe geçirildi.En küçük oğlan düşünmek için kendisine bir gün verilmesini, iki kez yanılırsa da bağışlanmayı istedi. Üçüncü kez kızın gözüne yakalanırsa yaşamından vazgeçecekti! Çok yakışıklı ve cana yakın biri olduğu için, genç kız onun bu önerisini kabul etti. "Hadi öyle olsun, ama başaramayacaksın!" dedi.Ertesi gün oğlan nereye saklansam diye uzun uzun düşündü, ama bir çıkar yol bulamadı. O zaman silahını kavrayarak ava çıktı.Derken bir karga gördü. Tam nişan alıp ateş edecekken kuş, "Beni vurma. Günün birinde sana yardımım dokunur" dedi. Oğlan silahını indirerek yoluna devam etti.Derken bir göl kenarına geldi. Orada suyun yüzüne çıkmış olan koskoca bir balık gördü. Tam silahını doğrultmuşken balık, "Ateş etme. Bir gün sana yardımım dokunabilir" dedi. Oğlan onu vurmadı ve yoluna devam etti.Derken bir tilkiyle karşılaştı. Ateş etti, ama ıskaladı.Tilki, "Gel şu ayağımdaki dikeni çıkar bari" dedi.Oğlan tilkinin istediğini yaptı, ama yine de onu öldürüp derisini yüzmek istedi. Tilki, "Vazgeç bu işten. Sana bir gün yardımım dokunabilir" dedi. Oğlan onu da serbest bırakarak evinin yolunu tuttu.Ertesi sabah saklanması gerekiyordu. Uzun süre düşünse de nereye gizleneceğini bilemedi.Ormana giderek kargaya sordu: "Seni serbest bırakmıştım. Şimdi söyle bana, nereye saklanayım da kralın kızı beni bulamasın?"Karga başını öne eğerek uzun süre düşündü. Sonunda "Buldum!" diye gakladı. Yuvasından bir yumurta getirerek onu ikiye böldü. Oğlanı içine soktuktan sonra kabukları birleştirerek tam bir yumurta haline getirdi ve onun üzerine oturdu.Ertesi gün kralın kızı birinci pencereden baktığında onu göremedi. Diğer pencerelerden de bakıp oğlanı göremeyince korkuya kapıldı. Ama on birinciden bakınca onu gördü! Kargayı öldürttü, yumurtayı parçalattı. Böylece oğlan ortaya çıkıverdi."Bu kez yakalandın. Bir dahakine daha iyi saklan, yoksa işin biter!" dedi.Ertesi gün oğlan göle vardı ve balığa seslendi: "Senin hayatını bağışlamıştım. Şimdi söyle bana, nereye saklanayım da kralın kızı beni bulamasın?"Balık uzun uzun düşündü. Sonunda "Buldum!" diye haykırdı: "Seni karnımda saklayacağım!"Böyle diyerek onu yuttu ve suyun dibine daldı.Kralın kızı sırayla pencerelerden baktı. Oğlanı on birinci pencereden de göremeyince çok şaşırdı. Ama on ikinci pencereden baktığında onu gördü. Balığı yakalatıp öldürttü. Böylece oğlan ortaya çıktı. Tabii ne halde olduğunu anlamışsınızdır!Genç kız, "Seni iki kez bağışladım. Kellen yüzüncü kazığa dikilecek bu gidişle!" dedi.Son gün oğlan üzüntüyle tarlalara daldı ve orada tilkiyle karşılaştı. Ona, "Sen gizlenecek yerleri iyi bilirsin. Ben senin hayatını kurtarmıştım. Şimdi söyle bana, nereye saklanayım da kralın kızı beni bulamasın?" dedi."Bu zor iş" diye cevap verdi tilki, suratını ekşitti. Birden "Buldum!" diye bağırdı.Oğlanı alarak bir su kaynağına gitti. Suya girip çıktı ve bir hayvan satıcısına dönüştü. Oğlan da suya dalıp çıktı ve ufacık bir deniz tavşanı oluverdi. Satıcı şehre inerek bu ilginç hayvanı herkese gösterdi. Onu görmek için çok kişi toplandı. Sonunda kralın kızı da çıkageldi. Ufak hayvan hoşuna gitti ve onu satın aldı.Satıcı balığa daha önceden, "Kralın kızı pencereye yanaştığı anda sen onun arkada topladığı saçlarının arasına girip saklan!" dedi.Arama zamanı gelip çattı. Kralın kızı pencereye yaklaştı; birinciden başlayarak sırayla on bir pencereden de baktı, ancak oğlanı göremedi. On ikinci pencereden de bir şey göremeyince müthiş korktu ve kızdı; tüm pencereleri kırdı dağıttı. Öyle ki, yer yerinden oynadı.Tam o sırada saçlarının arasındaki deniz tavşanını fark etti. Onu tuttuğu gibi "Yıkıl karşımdan!" diyerek yere fırlattı.Balık hemen satıcının yanına gitti. Beraber su kaynağına giderek suya dalıp çıktılar ve asıl kimliklerine kavuştular.Oğlan tilkiye teşekkür ederek "Senin yanında kargayla balığın lafı mı olur! Kafan gerçekten çalışıyormuş" dedi.Ve doğruca saraya gitti. Kralın kızı onu bekliyordu, artık kaderine boyun eğmişti.Düğün yapıldı ve oğlan kral olarak tüm ülkeye hükmetti. Ama karısına üçüncü kez nerede saklandığını ve kendisine kimin yardım ettiğini asla anlatmadı. Karısı da kocasının bunu kendi kendine başardığını sanarak "Benden de baskın çıktı!" diye düşündü.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir gün horoz civcivlere, "Çabuk eve gelin, yemek masasında ekmek kırıntıları var. Evin hanımı kom- şuya gitti" dedi.
"Yoo, yoo, gelmeyiz" dediler. "Neden biliyor musun, o hep bize sataşıyor!"
Bunun üzerine horoz, "Nasılsa haberi olmayacak! Siz gelin! Zaten bize iyi bir şey verdiği yok ki" dedi.
Ama civcivler, "Hayır, hayır, olmaz; biz gelmiyoruz" diye cevap verdi.
Ancak horoz onları rahat bırakmadı. Sonunda hepsi masanın başına geçerek ekmek kırıntılarını çabuk çabuk gagaladılar.
Tam o sırada kadın çıkageldi. Eline geçirdiği uzun bir sopayla onları öyle bir kovaladı ki, canları burunlarından geldi sanki.
Daha sonra avluya çıkan civcivler horoza, "Cik, cik, cik, cik, haklı-idik, haklı-idik" diye kafa tuttular.
Bunun üzerine horoz güldü, "Do-do-doğru, do-do-doğru" dedi ve onları salıverdi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar çok kurnaz bir köylü kadın vardı. Onun yaptıkları hakkında çok şey anlatıldı. Ama en güzel öyküsü şeytanı nasıl faka bastırdığını anlatandı. Kadın tarlasında bütün gün çalıştıktan sonra eve dönmeye karar verdi. Ama akşam karanlığı basmıştı bile. Tarlanın ortasında bir yığın mangal kömürü görünce çok şaşırdı ve oraya yaklaştı. Ateşin üstünde siyaha bürünmüş küçük bir şeytan oturmaktaydı."Ne o, sen bir hazinenin üstünde mi oturuyorsun?" diye sordu kadın. "Aynen öyle! Bu hazinede ömründe görmediğin kadar altın ve gümüş var" diye cevap verdi şeytan."Bu hazine benim arazimde olduğuna göre benim sayılır" dedi kadın.Şeytan, "Öyle olsun, ama bana iki yıl boyunca elde ettiğin ürünün yarısını vereceksin. Yeterince param var" diye karşılık verdi.Köylü kadın bu teklifi kabul etti. "Ama paylaşırken haksızlık yapmayalım; toprağın üstündekiler senin olsun, altındakiler de benim" dedi.Bu, şeytanın da işine geldi. Ama kurnaz köylü o yıl pancar ekti.Hasat zamanı geldiğinde şeytan payına düşen ürünü almak istedi. Ama sararmış, buruşuk yapraklardan başka bir şey bulamadı. Köylü kadınsa büyük bir keyifle toprağın altındaki pancarları topladı."Bu kez karlı çıktın, ama gelecek sefer böyle olmayacak" dedi şeytan ve ekledi: "Gelecek sefer toprağın üstündekiler senin, altındakiler benim olacak!""Peki, öyle olsun!" diye cevap verdi köylü kadın. Ama ekim zamanı geldiğinde bu kez pancar değil, buğday ekti. Hasat zamanı geldiğinde de buğdayları kökünden keserek topladı. Şeytan ise toprağın altında ekin anızından başka bir şey bulamadı. Öfkeden köpürüp kendini kayalıklardan aşağı attı."Kurnazlık taslayanı böyle faka bastıracaksın işte!" diye söylenen kadın gidip hazineye el koydu.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kız vardı, küçük yaşta anne ve babasını kaybetmişti. Vaftiz annesi köyün çıkışındaki küçük bir evde oturuyor, geçimini iplik eğirmekle, örgü örmekle ve dikiş dikmekle sağlıyordu. Bu kadın küçük kızı yanına aldı, ona işini öğretti ve çok güzel bir eğitim verdi.
Kız on beş yaşına bastığında kadın hastalandı, kızı yanına çağırarak şöyle dedi: "Bak kızım, sonumun yaklaştığını hissediyorum, sana bu evi bırakıyorum. Seni rüzgârda yağmurdan koruyacak ve barındıracaktır; ayrıca sana bıraktığım kirmen, mekik ve iğneyle de ekmeğini kazanırsın."
Sonra ellerini kızın başına koyarak onu kutsadı. "Tanrıya olan inancını kaybetme! O zaman rahat edersin" diye ekledi.
Daha sonra da gözleri kapandı. Cenazesi kaldırıldığında kız tabutun ardından acı acı ağladı ve son duasını etti.
Ve kız bu küçük evde yalnız yaşamaya başladı. Çok çalışkandı; iplik eğirdi, örgü ördü ve dikiş dikti; tüm bunları yaparken de vaftiz annesini rahmetle anmaktan geri kalmadı. Sanki odadaki keten kendiliğinden çoğalıyordu. Bir havlu veya hah ya da gömlek ördü mü, hemen müşterisi çıkıyor ve parasını fazlasıyla ödüyordu. Böylece kız hiç sıkıntı çekmedi. O sıralarda ülkeyi yöneten kralın oğlu kendisine bir nişanlı aramak üzere bu yöreye geldi. Babasına kalırsa fakir bir kız seçmeyecekti, zenginini de zaten kendisi istemiyordu. Bunun üzerine oğlan şöyle karar verdi: "En fakir, ama aynı zamanda da en zengin kız benim nişanlım olacak!"
Kızın yaşadığı köye gelince, her yerde yaptığı gibi, en fakir ve en zengin kızları soruşturdu. Ona önce en zengin kızın ismini verdiler; en fakir kızın da köyün çıkışındaki küçük bir evde oturduğunu söylediler.
Zengin kız süslenip püslenerek kapı önüne çıktı ve kendisine atıyla yaklaşan prensin önünde eğildi.
Prens ona baktı ve hiçbir şey söylemeden atını sürüp oradan ayrıldı.
Fakir kızın evinin önüne geldiğinde kız kapıya çıkmamıştı, odasındaydı.
Prens atından inerek pencereden içeri baktı, odaya vuran güneş ışığında kızın harıl harıl iplik çekmekte olduğunu gördü. Bir süre onu seyretti.
Kız onu fark edince kızardı, gözlerini yere indirerek iplik çekmeyi sürdürdü. Bu kez iplik çok mu inceydi bilmem, ama prens yine çekip gitti.
Bunun üzerine kız pencereyi açtı ve "Odanın içi amma da sıcak" diye söylendi. Ve prensin arkasından baktı, ta ki şapkasının beyaz tüylerini artık göremeyinceye kadar.
Sonra yine işinin başına döndü ve çalışmasını sürdürdü. Derken vaftiz annesinin sık sık söylediği bir şarkı geldi hatırına:
Kirmen, kirmen, çık dışarıya,Nişanlımı getir buraya!
Sonra ne mi oldu? Kirmen o anda elinden fırlayıverdi, kapıdan dışarı çıktı. Kız hayretler içinde kalarak onun arkasından baktı. Kirmen neşeli danslar yaparak etrafa saçtığı altın ipliklerini peşi sıra sürüklüyordu. Derken gözden kayboldu.
Kirmeni kalmayan kız bu kez mekiği eline alarak iplik çekmeye ve dokumaya devam etti.
Kirmene gelince, ipliği bitene kadar oynadı durdu. Sonunda prensin yanına varabildi.
"Bu da nesi? Bana yol mu gösterecek yoksa?" diye söylenen prens atını döndürerek kirmenin peşine takıldı.
Kız hâlâ tezgâhının başında çalışmaktaydı ve şarkı söylüyordu.
Mekik, mekik, ipliği ince çek,Nişanlım geliyor mu gerçek?
Birden mekik elinden fırladı ve kapıdan dışarı çıktı.
Bu kez kız kapı eşiğinde öyle güzel bir hah dokumaya başladı ki, dünyada bir eşi daha yoktu!
Her iki yanında güller ve zambaklar açmıştı; yerde yeşil filizler sivrilmişti; aralarında da tavşanlar, yavrularıyla oyun oynuyordu. Geyiklerle ceylanlar arada sırada başlarını çıkarıp onlara bakıyordu. Ağaç dallarına tüneyen kuşlar öyle çeşitli şarkılar söylüyorlardı ki!
Bu arada mekik oraya buraya sıçrayıp durmaktaydı ve sanki her şey kendi kendine büyüyordu.
Mekik yine elinden fırladığında kız dikiş dikmeye başladı. İğneyi eline alarak şöyle bir şarkı tutturdu:
İğne, iğne, ince uzunsun,Artık nişanlımı bana sun!
Ve iğne elinden fırlayarak odanın içinde şimşek gibi oraya buraya sıçramaya başladı.
Sanki görünmeyen ruhlar tüm işleri üstlenmişti. Çok geçmeden masa ve raflara yeşil örtüler serildi, koltuklara kadife kılıf yapıldı, pencerelere ipek perdeler asıldı. İğne son dikişini atarken kız pencereden bakınca, altın iplikleri peşinden sürükleyen kirmeni, daha doğrusu beyaz tüylü şapkasıyla prensi görüverdi.
Oğlan atından indi, kapı önündeki halıya basarak içeri girdi. Karşısında eski püskü giysisiyle genç kız durmaktaydı; ama gül bahçesindeki güller kadar tazeydi, pespembeydi.
Prens ona yaklaşarak, "En fakir, ama aynı zamanda en zengin kız sensin! Benimle gel, nişanlanalım" dedi.
Kız sustu, ama ona elini uzattı. O da bir öpücük kondurduktan sonra genç kızı dışarı çıkardı, kendi atına bindirdi, sonra sarayına götürdü.
Görkemli bir düğün yapıldı.
Kız kirmeni, mekiği ve iğneyi hazine dairesinde başköşeye yerleştirerek onurlandırdı!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bu öykü yalan gibi gelecek çocuklar, ama gerçekte yaşandı; çünkü bunu bana büyükbabam anlattı ve her seferinde de "Herhalde gerçek olmalı, yoksa bu kadar çok anlatılmazdı" demişti.Öykü şöyle: Mevsim sonbahardı, günlerden pazardı; kara buğday yeşermişti; güneş tepeye yükselmişti; sabah rüzgârı sıcaklığıyla ekinleri yalıyordu. Bülbüller havada ötüyordu. Köylüler pazar giysileriyle kiliseye gitmekteydi. Kısacası herkes hayatından memnundu; kirpi de öyle!Ama kirpi kapısının önüne çıktı; kollarını kavuşturarak bir şarkı tutturdu.İyi kötü, yani bir kirpi pazar sabahı nasıl şarkı söylerse o da öyle söylüyordu.Melodileri kendi kendine mırıldanırken birden aklına geldi. Karısı çocukları yıkayıp giydirirken tarlaya gidip pancarların durumuna bakabilirdi.Pancar tarlası hemen evinin yakınındaydı; eşiyle birlikte onları kendi malıymış gibi yetiştirip yiyordu.Kirpi evin kapısını kapadıktan sonra tarlaya yollandı. Evden fazla uzaklaşmamıştı; tarladan pancar toplamaya başlamışken çalılıklar arkasında tavşanla karşılaştı.O da aynı amaçla yola çıkmıştı, ancak onun gözü lahanalardaydı.Kirpi tavşanı dostça selamladı.Tavşan kendini herkesten üstün gören ve çabuk parlayan biri olduğu için kirpinin selamını almadı bile. Sonra onu aşağılamasına alaylı alaylı:"Sabahın bu saatinde ne arıyorsun sen buralarda?" diye sordu."Dolaşıyordum" diye cevap verdi kirpi."Dolaşmak mı?" diye güldü tavşan, "Sen bacaklarını başka şey için kullansan daha iyi."Bu cevap kirpiyi çok kızdırdı; her şakayı kaldırırdı, ama bacaklarıyla alay edilmesinden hiç hoşlanmazdı; çünkü doğuştan paytaktı."Yani sen bacaklarınla daha mı iyi iş görürsün?" diye meydan okudu tavşana. "Sanırım" dedi tavşan."Acaba? Bunu bir denemek lazım. İstersen koşarak yarışalım; ben seni geçerim" diye iddia etti."Güldürme adamı, bu bacaklarınla mı?" dedi tavşan ve ekledi: "Pekâlâ, madem ki bu işe heveslendin! Nesine?""Bir altın lirayla bir şişe konyağına" dedi kirpi."Kabul" dedi tavşan. "Elini çırp, hemen koşmaya başlayalım.""Hayır, o kadar acele etme! Karnım çok aç, daha kahvaltı etmedim; eve gidip bir şeyler atıştırayım. Yarım saate kadar dönerim" diyen kirpi eve gitti.Tavşan keyiflenmiştiEve giderken kirpi, "Tavşan uzun bacaklarına güveniyor, ama ben onu geçerim. Kendisi sözüm ona saygın biri, ama aslında aptalın teki. Parayı ödesin de aklı başına gelsin" diye aklından geçirdi.Eve vardığında karısına, "Hanım, çabuk giyin; benimle tarlaya geleceksin" dedi."Ne oldu ki?" diye sordu karısı."Koşuda onu geçeceğime dair tavşanla bir altınına ve bir şişe konyağına iddiaya girdim. Sen de orada ol.""Aman Tanrım! Deme be adam! Sen aptal mısın? Aklını mı kaçırdın?" diye haykırdı karısı. "Tavşanla nasıl böyle yarışmaya kalkarsın?""Kapa çeneni, hanım" dedi kirpi. "Bu benim bileceğim iş. Elinin hamuruyla erkek işine karışma sen! Hadi, giyin de benimle gel."Dişi kirpi ne yapsın ki! İster istemez emredileni yerine getirdi.Yola çıktıklarında kirpi karısına şöyle dedi:"Dinle bak, ne diyeceğim. Şu uzun tarlayı görüyor musun, orada koşacağız. Tavşan bir hendekte koşacak, ben de öbüründe. Yukarıdan, bayır aşağı başlayacağız koşmaya. Senin yapacağın iş şu: burada saklanacaksın ve tavşan senin hizana geldiğinde ona 'Ben buradayım!' diye bağıracaksın."Böylece tarlaya gittiler; kirpi karısına saklanacağı yeri gösterdikten sonra tarlanın öbür ucuna doğru yürüdü. Yukarı vardığında tavşan oradaydı."Başlayalım mı?" diye sordu tavşan."Olur" diye karşılık verdi kirpi ve "Hadi bakalım!" diyerek hendekteki yerini aldı.Tavşan saydı: "Bir, iki, üç" ve sayar saymaz ok gibi fırlayarak bayır aşağı koştu. Kirpi ise sadece üç adım attıktan sonra hendeğe saklandı; oturup kaldı. Tavşan aşağıya vardığında kirpinin karısı "Ben buradayım" diye bağırdı.Tavşan duraladı ve biraz şaşırdı. Kendisine seslenenin, iddiaya tutuştuğu kirpi olduğunu sandı; çünkü kirpinin karısı da tıpkı kocasına benziyordu.Tavşan, "Bu sayılmaz" dedi. "Bir daha yarışalım; aksi yönde."Ve yine fırtına gibi, bu kez yokuş yukarı koşmaya başladı; kulakları havada uçuşuyordu. Kirpinin karısıysa olduğu yerde kaldı. Tavşan yukarıya vardığında bu kez erkek kirpi onun karşısına geçerek, "Ben geldim bile!" dedi.Tavşan öfkeden küplere bindi."Bir daha koşalım; aksi yönde" diye haykırdı."Öyle olsun" diye cevap verdi kirpi, "İstediğin kadar koşalım."Böylece tavşan yetmiş üç kere koştu. Her aşağı ya da yukarı gelişinde erkek ya da dişi kirpi "Ben buradayım" diye sesleniyordu.Tavşan yetmiş dördüncü turu tamamlayamadı. Tarlanın ortasında yere düşüp kaldı ve kan kusarak öldü.Kirpi hak ettiği altın parayla bir şişe konyağı alarak hendekte saklanmış olan karısına seslendi. İkisi de keyifle eve yolandı.O günden sonra hiç bir tavşan, hızlı kirpiyle yarışmaya kalkışmadı.Bu öyküden çıkarılacak ders: Kimse kendini başkasından daha üstün görerek onunla alay etmeye kalkmasın; karşısındaki bir kirpi bile olsa! Bu bir! İkincisi: Kim evlenecekse dengine göre birini bulsun. Yani kirpi kirpiye yakışır!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir kız vardı; gençti, güzeldi, ama annesi çoktan ölmüştü. Üvey annesinin eline kalmıştı ve kadın ona çok zalim davranmaktaydı. Verdiği iş ne kadar ağır da olsa kızcağız hiç yorulmadan tüm gücüyle çalışıyor ve bunun altından kalkabiliyordu.
Ancak kötü kadının buna aldırış ettiği yoktu. Kızın yaptığı hiçbir işi beğenmiyordu ve hep az buluyordu. Kız ne kadar çalıştıysa kadın ona bir o kadar fazla iş veriyordu.
İşte bu kötü kadın kıza hayatı zehir etmeye karar verdi. Bir gün ona şöyle dedi: "Al sana altı kilo kuştüyü! Bunları birer birer temizleyeceksin; akşama kadar bitiremezsen bir araba dayak yersin, ona göre! Bütün gün tembel tembel oturacağını mı sandın yoksa!"
Zavallı kız işe başladı, ama aynı zamanda iki gözü iki çeşme ağlıyordu; çünkü bu işi bir günde bitirmesine imkân yoktu. Bir ufak yığın tüyü temizledim derken dinlenmek için bir nefes alsa ya da gözyaşlarını silmek için elini kaldırsa, hepsi dağılıveriyordu. Bu kez hepsini tek tek ayırıp işe yeniden başlıyordu.
Bir keresinde dirseklerini masaya dayayarak yüzünü iki eli arasına aldı ve "Kimse acımayacak mı bana bu dünyada?" diye sızlandı.
Aynı anda tatlı ve ince bir ses duyuldu: "Merak etme, çocuğum; ben sana yardıma geldim."
Kız baktı, yanında bir kocakarı durmaktaydı. Kadın onun elini dostça tutarak, "Bana güvenebilirsin; derdin ne?" diye sordu.
Kadın dostça konuşunca kız dertli yaşamından bahsetti. Kendisine iş üstüne iş yüklediklerini ve bunların altından kalkamayacağını anlattı.
"Şu tüyleri akşama kadar temizleyemezsem üvey annem beni dövmekle tehdit etti; biliyorum, sözünü tutar o" diyen kız gözyaşlarını tutamadı, ama iyi kalpli yaşlı kadın, "Merak etme, çocuğum, dinlen biraz. Ben senin işini yaparım" dedi.
Kız yatağına yattı ve hemen uyudu.
Kocakarı masa başına geçti, tüylerin arasına bir daldı ki! Sıska elleriyle dokunur dokunmaz tüyler teleklerine varıncaya kadar ayrılmaya başladı. Çok geçmeden altı kiloluk tüy temizleniverdi.
Kız uyandığında bütün tüyler kar beyazlığında bir yığın oluşturmuştu; hepsi odanın belirli yerlerine özenle yerleştirilmişti; kocakarı meydanda yoktu.
Kız Tanrı'ya şükretti ve akşama kadar sessizce oturdu.
Akşam olup da üvey anne odaya girince ve tüm işlerin yapılmış olduğunu görünce çok şaşırdı.
"Gördün mü, tembel kız? Çalışınca oluyormuş demek! Daha başka şeyler yapamaz miydin sanki? Orada ellerini kavuşturmuş, oturuyorsun" diye çattı. Odadan çıkarken de, "Bunun yediğini burnundan getirmeliyim" diye mırıldandı.
Ertesi sabah kızı çağırarak şöyle dedi: "Al bakalım şu kaşığı, bununla havuzun suyunu boşaltacaksın. Akşama kadar bitiremezsen başına neler geleceğini biliyorsun!"
Kız aldı, ama kaşık delikliydi. Zaten delikli olmasa da bununla bir havuzun suyunu boşaltmak imkânsızdı. Hemen işe koyuldu, gözyaşlarının aktığı havuzun başına diz çöktü ve suyunu boşaltmaya başladı.
Onun bu sıkıntısını fark eden iyi kalpli kocakarı yine ortaya çıktı. "Üzülme kızım, sen git şu çalılığın arkasına yat, uyu; ben senin işini yaparım" dedi. Ve yalnız kaldığı zaman elini havuzun üzerine hafifçe değdirdi. Aynı anda havuzun suyu bir duman gibi havaya yükselerek göklere kavuştu. Havuz gitgide boşaldı.
Güneş batarken kız uyanıp da havuzun tamamen boşaldığını ve dibindeki çamur içinde balıkların çırpındığını gördü. Daha sonra üvey annesine bunu göstererek işini bitirdiğini söyledi.
"Daha önce bitirmeliydin" diyen kadının suratı öfkeden bembeyaz kesildi, ama başka bir şey düşünmeye başladı.
Üçüncü sabah kıza şöyle dedi: "Şu karşıki ovada bana bir saray yap! Akşama kadar bitmiş olsun!"
Kız dehşet içinde kaldı. "Bu kadar büyük bir yapıyı nasıl bitiririm?" dedi.
"İtiraz istemem! Delikli kaşıkla havuzun suyunu boşalttığına göre bunu haydi haydi yaparsın! Bugün oraya taşınmak istiyorum. Mutfakta ya da kilerde en ufak bir şey eksik olursa, başına ne geleceğini biliyorsun" diye haykıran üvey anne, daha sonra onu başından savdı.
Kız ovaya vardı. Orada koca koca taşlar üst üste yığılmıştı. Tüm gücünü sarf ettiği halde en küçük taşı bile yerinden oynatamadı. Oturup ağlamaya başladı. Kocakarı gelse diye içinden geçirdi.
Çok geçmedi, iyi kalpli kocakarı gelerek onu teselli etti. "Gölgeye çekil, yat ve uyu. Ben sana güzel bir saray yapayım, hoşuna giderse orada sen oturursun" dedi.
Kız gider gitmez kocakarı taşlardan birine elini değdiriverdi. Birden koskoca duvarlar kendiliğinden dikildi; sayısız görünmez el kısa zaman içinde bir saray oluşturmaya başladı.
Zemin sarsıldı, sütunlar yan yana havaya doğru yükseldi. Çatıda kiremitler dizildi; öğlen olduğunda yapıtın en tepesinde, rüzgârın etkisiyle bir fırıldak dönüyordu.
Sarayın iç düzenlemesi akşama kadar tamamlandı. Kocakarı tüm bunları nasıl yaptı bilmem, ama odaların duvarları ipek ve kadife kumaşlarla kaplıydı; her yerde goblen sandalyeler, mermer masaların etrafında zengin işlemeli koltuklar vardı; her tarafta altın şamdanlardan çıkan ışık döşemeye yansıyordu; altın kafesler içinde yeşil papağanlar ve adı bilinmeyen ötücü kuşlar yer almıştı; sanki buraya bir kral taşınacaktı!
Kız uyandığında güneş batmaktaydı; ama binlerce ışık, gözlerini kamaştırdı. Hızlı adımlarla saraya gitti ve açık kapıdan içeri girdi. Merdivenler kırmızı yolluklarla kaplıydı; altın korkuluklara yemyeşil ağaççıklar dizilmişti. Görkemli odaları görünce kızcağız sanki taş kesildi. Kim bilir daha ne kadar zaman böyle bakakalacaktı, ama birden aklına üvey annesi geldi. "Ah" diye söylendi kendi kendine, "İnşallah hoşuna gider de bana artık eziyet etmez!"
Ve kız üvey annesinin yanına vararak ona sarayın tamamlandığını söyledi.
Kadın, "Az sonra gidip bakarım" dedi. Saraya girdiğinde eliyle gözlerini kapamak zorunda kaldı, çünkü bu görkem gözlerini kamaştırmıştı.
Kız dönerek, "Gördün mü, ne kadar kolaymış bunu yapmak! Aslında sana daha zor bir iş vermeliydim" dedi.
Tüm odaları gezdi, bir eksiklik var mı diye bakmadığı köşe kalmadı, ama hiçbir kusur bulamadı.
"Şimdi yukarı çıkalım" derken kıza pis pis baktı. "Mutfak ve kilere iyice bakmak lazım. Bir şey eksikse cezalandırılacaksın, ona göre!"
Ancak ocak yanıyor, tencerelerde yemek kaynıyordu; maşalar, kepçeler asılıydı; duvarlardaki raflara dizili mutfak eşyası hep pirinçtendi. Eksik hiçbir şey yoktu; kömür tenekesi ile su kovası bile vardı.
"Kilerin kapısı nerede? Şarap fıçıları ağzına kadar dolu değilse yandın" diye bağırdı kadın. Ve kapaklı kapıyı kendisi yukarı kaldırdı. Aşağı inmek üzere iki adım atmıştı ki, duvara dayalı ağır kapak düşerek kapanıverdi.
Kız bir haykırış işitti; üvey annesine yardım etmek için hemen kapağı kaldırdı, ama kadın yere düşüp ölmüştü.
Böylece görkemli saray kıza kaldı. İlk zamanlarda bu şansını neye yoracağını bilemedi. Artık dolaplarında en güzel giysiler asılıydı; sandıkları altın ve gümüş takımlarla ya da inci boncukla doluydu. Yani her isteği yerine getiriliyordu.
Bu arada güzelliği de dillere destan oldu. Evlenmek için pek çok kişi ona talip olduysa da kız hiçbirini beğenmedi. Sonunda saraya bir prens çıkageldi; kız ona gönlünü kaptırdı; nişanlandılar.
Sarayın bahçesinde bir ıhlamur ağacı vardı. Bir gün onun altında samimi konuşurlarken oğlan, "Ben eve dönüp babamdan evlenme izni alayım; senden bir ricam var. Şu ağacın altında beni bekle, bir iki saate kadar dönerim" dedi.
Kız onu sol yanağından öperek, "Bana sadık kal, kimseye bu yanağını öptürme. Sen dönünceye kadar burada oturup bekleyeceğim" dedi.
Ve kız güneş batıncaya kadar ağacın altında oturdu, ama oğlan bir daha dönmedi. Kız üç gün boyunca sabahtan akşama kadar onu bekledi, ama nafile!
Oğlan dördüncü gün de gelmeyince kız, "Herhalde başına bir şey geldi; gidip onu arayayım. Bulmadan da geri dönmem" diye söylendi.
En güzel giysilerinden üçünü yanına aldı: bir tanesi parlak yıldızlarla bezenmişti; İkincisi gümüş ayla, üçüncüsü de altın güneşle! Bir mendile de bir avuç kıymetli taş doldurarak yola çıktı.
Gittiği her yerde nişanlısını sordu, ama kimse onu görmemişti ve kimse onu tanımıyordu.
Az gitti, uz gitti, bütün dünyayı dolaştı, ama onu bulamadı. En sonunda bir çiftçinin yanına çoban olarak girdi. Giysileriyle kıymetli taşlarım bir taşın altındaki toprağa gömdü.
Böylece günlerini hayvan gütmekle geçirdi. Üzgündü, nişanlısını çok özlemişti. Çok alıştığı ve sevdiği bir danası vardı, onu kendi eliyle beslerken hep şöyle diyordu:
Danacığım, yemini kurutma,Sakın ola çobanını unutma;Ağaç altında bekleyenNişanlısını unutan prens gibi
Dana de öne doğru eğiliyor ve kendisini okşatıyordu.
Birkaç yıl böyle yalnız ve üzgün yaşadıktan sonra yörede bir dedikodu çalkalandı. Kralın kızı evlenecekti!
Şehre giden yol kızın bulunduğu köyden geçiyordu. Kız bir gün sürüsünü güderken nişanlısının yoluna çıktı. Oğlan ata binmişti; kibirliydi; kıza bakmadı bile. Ama kız sevgilisini tanıdı; kalbine bir bıçak saplanır gibi oldu.
"Yazık, bana sadık kalır sanmıştım! Ama beni unutmuş anlaşılan" diye mırıldandı. Ertesi gün kız aynı yola çıktı ve oğlan yaklaşırken danaya şunları söyledi:
Danacığım, yemini kurutmaSakın ola çobanını unutmaAğaç altında bekleyenNişanlısını unutan prens gibi.
Oğlan bu sesi duyunca baktı, atını durdurdu. Çoban kızının yüzüne baktı. Sonra bir şeyi hatırlamak istercesine elini gözlerinin önüne getirdi, ama sonra hızla atını sürdü, az sonra gözden kayboldu.
Derken sarayda üç gün boyunca bir şenlik düzenlendi ve bu şenliğe herkes davet edildi.
Son kez şansımı deneyeceğim diye düşünen kız akşam olunca taşın altına sakladığı servetini aldı. Altın güneşli elbisesini kıymetli taşlarla süsledi. Yemeniyle sardığı başını açtı, saçları bukleler halinde aşağı salıverdi. Bu şekilde şehre indi. Karanlıkta kimse onu fark etmedi.
Ama aydınlık salona girince bütün gözler hayranlıkla ona dikildi, kimse onun kim olduğunu çıkaramadı.
Prens onu karşıladıysa da tanımadı; ama güzelliğinden o kadar etkilenmişti ki, öbür nişanlısını düşünmedi bile.
Eğlence sona erdiğinde kız o kalabalık arasından sıvışıp gitti ve gün doğarken tekrar köye vardı, çoban elbisesini giydi.
ikinci akşam gümüş aylı elbisesini giydi; saçlarının arasına kıymetli taşlarla bezenmiş yarım ay şeklinde bir toka iliştirdi.
Şölenin yapıldığı salona girince yine bütün gözler ona dikildi. Prens hemen onu karşıladı; gönlünü öylesine kaptırmıştı ki, bütün gece sadece onunla dans etti, başka kıza bakmadı. Kız oradan ayrılmadan üçüncü akşam da geleceğine dair ona söz vermek zorunda kaldı.
Ve üçüncü akşam yıldızlı elbisesini giydi; her adım atışında pırıl pırıl yanıp sönüyordu; saç tokası ve bel kayışı hep kıymetli taşlarla donanmıştı.
Prens onu hanidir bekliyordu; yanına iyice yaklaşarak, "Söylesene bana, kimsin sen?" dedi. "Sanki seni daha önceden tanıyormuşum gibi geliyor bana."
"Benim yanımdan ayrılırken ne yaptığımı hatırlamıyor musun?" diye cevap veren kız onu sol yanağından öptü. Aynı anda oğlanın gözü açıldı ve gerçek nişanlısını tanıdı.
"Gel, burada daha fazla kalmanın bir anlamı yok artık" diyerek onu elinden tuttu ve arabasına bindirdi.
Atlar rüzgâr gibi saraya uçtu. Ta uzaktan mucize sarayın aydınlanmış pencereleri gözüktü.
Ihlamur ağacının önünden geçerlerken yüzlerce ateş böceği yanıp sönerek havada uçuşarak yapraklara dokununca etrafa nefis bir koku yayıldı.
Sarayın merdivenlerine çiçekler döşendi, kuş sesleri salonda çınladı.
Herkes avluda toplandı ve prensle gerçek nişanlısının nikâhını kıyacak rahibi beklemeye başladılar.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar fakir bir çoban vardı. Anası babası ölmüştü; devlet onu doyurup yetiştirmesi için zengin bir çiftçinin yanına verdi. Ama adam da karısı da kötü kalpliydi. Onca zenginliğe karşın ikisi de çok cimriydi; başkalarına ekmeklerinden bir lokma bile vermiyorlardı.Zavallı oğlan ne yapsa onlara yaranamıyor ve yemek yerine dayak yiyordu.Bir gün bir tavuğu civcivleriyle beraber gütmesi istendi. Ama tavuk civcivleriyle birlikte çiti aşarak dışarı çıktı. Derken bir atmaca onu yakalayıp uçup gitti. Oğlan avazı çıktığı kadar "Hırsız, hırsız, hırsız var!" diye bağırdı, ama ne fayda! Atmaca tavuğu geri getirmedi.Çiftçi şamatayı duyunca koşarak gelip baktı, tavuğu meydanda yoktu! Öfkesinden oğlana öyle bir dayak attı ki, zavallıcık birkaç gün kıpırdayamaz oldu. Artık civcivleri anaları olmadan gütmek zorunda kaldı ve çok zorlandı. Çünkü civcivlerin biri bir yana, biri öbür yana gidiyordu. Hepsini bir ipe bağlamanın akıllıca bir iş olacağını düşündü; böylece atmaca onları çalamayacaktı. Ama yanılmıştı.Bir gün dolaşmaktan ve açlıktan o kadar yorgun düştü ki, uyuyakaldı. Bu arada yırtıcı kuş gelip civcivlerden birini ve böylece ona bağlı olan diğerlerini alarak bir ağaca kondu ve onları birer birer yedi.Çiftçi eve dönüp de bu felaketi görünce kızgınlıktan küplere bindi. Oğlana öyle bir dayak attı ki, çocukcağız günlerce yataktan kalkamadı.Tekrar ayaklandığında çiftçi ona, "Senin kafan hiç çalışmıyor, seni artık bakıcı olarak kullanamam, hiç değilse ulaklık yap!" dedi. Sonra onu bir sepet üzüm götürmek üzere yargıca yolladı ve yanına da bir mektup verdi.Yarı yoldayken oğlanın karnı acıktı ve de öylesine susadı ki, iki tane üzüm yedi. Daha sonra sepeti yargıca verdi, ama yargıç mektubu okuyup üzümleri saydıktan sonra oğlana, "İki tane üzüm eksik" dedi.Oğlan yoldayken çok acıkıp susadığını, bu yüzden iki tane üzüm yediğini itiraf etti. Yargıç çiftçiye mektup yazarak yine bir o kadar üzüm göndermesini istedi. Bu üzümleri de yine bir mektupla beraber oğlan götürecekti.Yoldayken o kadar acıktı ve susadı ki, yine iki tane üzüm yedi. Ama daha önce kendisini ele vermesin diye mektubu sepetten çıkardı, bir taşın altına koyup sakladı!Yargıç yine eksik olan iki üzüm nedeniyle oğlanı sorguya çekti."Ama bunu nasıl anladınız?" diye sordu oğlan. "Mektup bunu bilemezdi ki, çünkü onu bir taşın altına saklamıştım."Yargıç onun bu saflığı karşısında güldü. Üzüm gönderen adama yazdığı mektupta, oğlana daha iyi bakmasını, onun yiyeceği ve içeceğinden kısmamasını ve ona neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretmesi konusunda onu uyardığını söyledi.Kötü kalpli adam, "Ben sana aradaki farkı göstereceğim! Ne kadar yersen o kadar çalışacaksın ve yanlış bir şey yaparsan da dayağı hak edeceksin" dedi.Ve ertesi gün oğlana ağır bir iş verdi. Atlara yem olarak iki balya samanı ufak ufak kesecekti. "Bunları beş saat içinde hazırla. Ben döndüğümde hazır olmazsa öyle bir dayak yersin ki, bacakların tutmaz olur!" dedi.Çiftçi karısı, kâhyası ve hizmetçisiyle birlikte pazara indi ve oğlana yiyecek olarak bir dilim ekmekten başka bir şey bırakmadı.Oğlan hasır iskemlesine oturarak var gücüyle çalışmaya başladı. Terleyince ceketini çıkararak samanların üstüne attı. İşini zamanında bitirememek korkusuyla hiç durmadan saman kesti. Bu arada farkında olmadan kendi ceketini de kesti. Artık olan olmuştu, yapılacak bir şey yoktu."Yandım!" diye söylendi. "O kötü herif gelecek, ne yaptığımı görünce beni öldüresiye dövecek! Ben kendi kendimi öldüreyim daha iyi!"Bir seferinde çiftçinin karısının, "Yatağın altında bir kâse dolusu zehir var" dediğini işitmişti. Ama kadın bunu yiyeceklerin tadına gizli gizli bakanlar için mahsus söylemişti; aslında o kâsede bal vardı.Oğlan yatağın altına girerek kâseyi aldı ve balın tamamını yedi."Ölümün acı bir şey olduğunu söyleyip dururlar, ama bu tatlıymış; hoşuma gitti! Boşuna değil, evin hanımı ikide bir ölsem daha iyi diye söyleniyor!" diye mırıldandı.Sonra iskemlesine oturarak kendini ölmeye hazırladı. Ama vücudu zayıf düşeceği yerde daha da güçlendi."Bu herhalde zehir değil. Ama bizim patron bir seferinde elbise dolabında bir şişe sinek zehiri olduğunu söylemişti. Beni öldürecek asıl zehir o olmalı" diye söylendi.Ama şişedeki zehir değil Macar şarabıydı. Şişeyi alarak içindekini bir dikişte içiverdi. "Bu ölüm de tatlıymış!" dedi. Ama şarap başına vurup da etkisini gösterince, artık sonunun geldiğine inandı."Öleceğimi hissediyorum! Hemen gidip kilisenin mezarlığında kendime bir yer seçeyim!" dedi. Sallana sallana kilisenin mezarlığına gitti ve kendine yeni açılmış bir mezar buldu. Bu arada iyice kafayı buldu. Yakında bir handa düğün şenliği vardı ve müzik sesi geliyordu. Önce kendini cennette sandı, sonra da bilincini kaybetti.Zavallı oğlan bir daha uyanmadı. Sıcak şarabın sebep olduğu yüksek ateş ve gecenin buz gibi soğuğu onun ölümüne neden olmuştu. Kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüştü.Çiftçi oğlanın ölümünü haber alınca, kendisine dava açılmasından korktu; o kadar korktu ki, birden bayılarak yere düştü. Karısı ona yardım etmek için elindeki kızgın yağ tavasıyla yanına gitti. Ama tava alev aldı, alevler önce tavana sonra bütün eve sıçradı. Birkaç saat içinde ev yanarak kül oldu.Karı koca ömürlerinin geri kalanını vicdan azabı, fakirlik ve sefalet içinde geçirdi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Tüccarın birinin panayırda işleri iyi gitti; tüm mallarını satarak kemerini altın ve gümüşle doldurdu. Karanlık basmadan önce köyüne dönmek istedi. Pelerinine bürünerek atına atladığı gibi evin yolunu tuttu. Öğlene doğru bir şehirde mola verdi. Tekrar yola çıkarken atını ona getiren seyis: "Bayım, atın arka ayağındaki nalın bir çivisi eksik" dedi. "Olsun" diye cevap verdi adam. "Altı saatlik yolum var; o zamana kadar nal düşmez. Acelem var." Akşam üzeri tekrar mola verdiğinde, atını yemle beslerken seyis yanına geldi: "Bayım, atınızın sol arka ayağındaki nalın bir çivisi düşmüş; onu nalbanta götüreyim mi?" diye sordu. "Düşsün! Birkaç saat daha dayanır bu at. Acelem var!" diye cevap verdi adam. Ve yoluna devam etti, ama bu uzun sürmedi. At topallamaya başladı; çok geçmeden de tökezleyerek bacağını kırdı. Adam onu orada bırakmak zorunda kaldı ve pelerinini sırtlayarak eve kadar yayan yürüdü. "Hep bunlar bir çivi yüzünden" diye söylendi. Acele işe şeytan karışır derler ya!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Hep hava atan, ama borcunu hiç ödemeyen bir terzinin aklına esti. Ormana gidip etrafa bir göz atacaktı. Terzihanesini terk etti, gidebildiği kadar gitti.
Hep yollarda dolaştı durduPatika ve köprüler onu yorduBütün gün oraya buraya gittiSonunda gücü ve hevesi bitti.
Derken ufukta sarp bir dağ gördü; onun arkasında da balta girmemiş karanlık bir ormanın içinden ta göğe kadar yükselen bir kule gördü:"Vay canına!" diye söylendi: "Bu da nesi?" Çok merak ettiği için oraya doğru yürüdü. Yaklaştığında gözlerine inanamadı, dili tutuldu; Çünkü bu kulenin bacakları vardı, bir sıçrayışta sarp dağı aşan bu şey kule falan değil, koskoca bir devdi."Sen ne arıyorsun burada ufaklık?" diye gür bir ses ortalığı çınlattı.Terzi kekeledi:"Ormanda ekmeğimi kazanabilir miyim diye etrafa bakınıyordum.""İstersen benim yanımda çalış" dedi dev."Gerekirse neden çalışmayayım ki? Ne ücret alacağım?""Ne ücret mi alacaksın? Söyleyeyim. Yılda üç yüz altmış beş gün alacaksın, artık yılda da Şubat 29 çektiği için bir gün daha fazla. T amam mı?""Öyle olsun" dedi terzi ve şöyle düşündü: "Onun suyuna gitmem lazım. En kısa zamanda buradan kurtulmalıyım."Bunun üzerine dev, "Git bana bir testi su getir bastıbacak!" dedi."İstersen kuyuyu alıp getireyim, kaynağıyla beraber?" dedi palavracı."Nee? Kaynağıyla beraber kuyuyu mu?" diye homurdandı dev, hem hantal hem de aptal olduğu için sakalını kaşıdı. Yavaş yavaş terziden ürkmeye başladı. "Bu herif elma soymaktan çok daha fazla şey yapar, büyücü herhalde? Gözünü dört aç arkadaşım, bu sana göre bir hizmetçi değil!" diye aklından geçirdi.Terzi suyu getirdiğinde dev bu kez ona ormana gidip biraz odun toplamasını emretti."İstersen bir vuruşta tüm ormanı getireyim,
Oradaki tüm ağaçlarıYaş ya da kuru demedenDallı budaklı da olsaHepsini getiririm nasılsa!"
diye soran terzi ormana odun kesmeye gitti. "Ne? Tüm ormanı mı kesecek?
Yaş ya da kuru demedenTüm ağaçlan mı devirecek?Yemek bile yemeden!
Kuyuyu da kaynağıyla birlikte getirecek ha!" diye homurdandı dev ve daha fazla korkmaya başladı. "Herifin elinden elma soymaktan çok daha fazla şeyler geliyor; büyücü herhalde. Gözünü dört aç, arkadaşım. Bu, sana göre bir hizmetçi değil."Terzi odunu getirdikten sonra dev ona akşam yemeği için üç tane yabandomuzu vurmasını emretti."İstersen bir atışta bin domuz vurup hepsini buraya getireyim?" diye sordu palavracı terzi."Ne?" diye haykırdı ürkek dev; çok korkmuştu. "Bugünlük bu kadarı yeter, hadi git uyu."Dev o kadar korkmuştu ki, bütün gece gözüne uyku girmedi. En kısa zamanda bu büyücü hizmetçiden nasıl kurtulacağını düşündü durdu. Sabreden derviş muradına ermiş derler ya!Ertesi sabah dev ile terzi bir bataklığa gittiler; bu bataklığın etrafında bir sürü söğüt ağacı vardı.Dev, "Dinle terzi, şu söğüt ağacının dallarından birine çık otur; sonra onu eğebilecek misin bakalım, çok merak ediyorum" dedi."Pöh!" diyen terzi ağaca tırmanıp dallardan birinin üzerine oturduktan sonra soluğunu tutarak tüm ağırlığını verince dal aşağıya eğildi. Ama terzi soluklanmak isteyince ve de ütüyü cebine koymayı unuttuğu için, eğik dal onu havaya öyle bir fırlattı ki, bir daha kimse onu göremedi.Eğer aşağı düşmezse hâlâ gökte bir yerlerde olmalı.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir terziyle bir kuyumcu birlikte yola çıktılar. Bir akşam güneş batarken uzaktan bir müzik duyuldu. Bu ses gitgide yükseldi; öyle sıra dışı ve hoştu ki, tüm yorgunluklarını unutarak adımlarını hızlandırdılar.
Bir tepeye vardıklarında ay doğmuş ve yükselmişti; bu tepede el ele vererek bir çember oluşturan kadınlı erkekli cüceler coşkuyla oynayıp şarkı söylemekteydi. En tatlı şarkıları söylüyorlardı. İki ahbabın kulağına gelen müzik buradan kaynaklanıyordu.
Dans edenlerin ortasında, onlardan biraz daha iri, renkli bir ceket giymiş, ağarmış sakalı göğsüne kadar inen yaşlı bir erkek oturmuştu.
İki ahbap hayranlıkla onların dansını izlediler.
Yaşlı adam onlara gelmelerini söyledi, cüceler onlara yol açtı.
Kuyumcu kamburdu ve tüm kamburlar gibi o da biraz atılgandı; öne doğru yürüdü.
Terzi önce biraz çekindi ve geride kaldı; ama herkesin çok neşeli olduğunu görünce cesareti ele alarak o da arkadaşının yanma geldi. Sonra dans eden çember gitgide daraldı.
Derken yaşlı adam ayağa kalkarak belindeki kemerden geniş uçlu bir bıçak çıkardıktan sonra onu boydan boya biledi ve yabancılara doğru döndü. İki ahbap korktu, ama daha düşünmeyebile vakit bulamadan yaşlı adam kuyumcunun saçını ve sakalını çarçabuk kesiverdi. Aynı şey terzinin de başına geldi. Ama sonra korkuları geçti. Yaşlı adam her ikisinin de omuzlarını dostça sıvazladı. Bu, her ikisini de kıllarını bile kıpırdatmadan bu işe razı oldukları için tebrik ettiği anlamına geliyordu. Sonra yan tarafta yığılı kömürleri parmağıyla işaret ederek bunları ceplerine doldurmalarını istedi.
İki ahbap bu kömürlerin ne işe yarayacağını bilemeseler de ceplerini doldurduktan sonra kendilerine yatacak bir yer aradılar.
Vadiye geldiklerinde civardaki kilisenin saati on ikiyi çaldı. O anda müzik sustu ve her şey ortadan yok oldu. Ay hâlâ tepeyi aydınlatmaktaydı.
İki ahbap kendilerine bir barınak bulup saman yataklara elbiseleriyle yattılar. O kadar yorulmuşlardı ki, ceplerindeki kömürleri unutuverdiler.
Bacaklarına bir şeyler battığı için vaktinden önce uyandılar. Ceplerine baktıklarında gözlerine inanamadılar; cepleri kömür değil, altın doluydu! Saçlarıyla sakalları da eskisi gibi gürdü!
Artık zengindiler. Kuyumcu mesleğinden kaynaklanan alışkanlıkla ceplerini tıka basa kömürle doldurmuştu, yani terziye oranla bir misli zengindi!
İnsan aç gözlü oldu mudaha fazlasını ister hep! Nitekim kuyumcu terziye şöyle bir teklifte bulundu: Bir gün daha oyalandıktan sonra akşam olunca, buradan çıkıp cücelerin yanma vararak yaşlı adamdan daha fazla mücevher istemek!
Terzi bu işe yanaşmadı. "Bende yeterince altın var, bununla yetineceğim ve ben memnunun. Önce mesleğimde ustalaşacağım, sonra aklı başında bir hatun da bulursam bundan iyisi can sağlığı" dedi. Yine de arkadaşının hatırını kırmamak için bir gün daha kaldı.
Akşam olunca kuyumcu iyice doldurmak üzere yanına bir iki torba alarak tepeye doğru yollandı. Aynen geçen geceki gibi orada cücelerle karşılaştı; dans edildi, yenildi içildi. Yaşlı adam yine onun saçını tamamen kestikten sonra kömür almasını işaret etti.
Adam hiç çekinmedi; ceplerini alabildiğine doldurdu ve sevinçle geri döndü. Yatağa yattıktan sonra ceketini üstüne çekti.
"Ne kadar batsa da sabaha kadar bu ceremeyi çekerim ben" diye söylendi. Ertesi sabah çok, ama çok zengin olacağım hayal ederek uyudu.
Gözlerini açar açmaz hemen kalktı ve ceplerine baktı. Ama kömürden başka bir şey çıkmadığını görünce çok şaşırdı. Ne kadar el attıysa da hep kömür çıktı.
"Neyse ki, dün gece kazandığım altınım hâlâ duruyor" diye düşündü, ama sonra o altınların da kömüre dönüşmüş olduğunu görünce dehşet içinde kaldı. Kömüre bulaşmış eliyle alnına vurduğunda başının kel olduğunu fark etti; ne saçı kalmıştı ne de sakalı!
Ama talihsizliği bunla kalmadı. Sırtındaki kamburu göğsündekinin iki katma çıkmıştı! Doymazlığının ve arsızlığının cezasını çekmişti. Bunun üzerine yüksek sesle ağlamaya başladı.
Onun ağlamasına uyanan iyi kalpli terzi elinden geldiğince arkadaşını teselli etti. "Ne de olsa sen benim yol arkadaşımsın; benimle kal! Bu servet ikimize de yeter" dedi.
Ve sözünü tuttu; ama zavallı kuyumcu her iki kamburunu da taşımak zorunda kaldı ve dazlak kafasını örtmek için de hep bere giydi.Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.
Sunday Aug 18, 2024
Sunday Aug 18, 2024
Bir zamanlar bir değirmenci vardı, karısıyla birlikte rahat bir hayat sürmekteydi. Paraları ve malları vardı; yıldan yıla daha da zenginleştiler. Ama birden başlarına bir uğursuzluk çöktü: gitgide varlıkları azaldı. Öyle ki değirmencinin eline mal olarak sadece değirmen kaldı.
Adamcağız çok üzüntülüydü; işi bittikten sonra bir türlü huzura kavuşamıyor, can sıkıntısından yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu.
Bir sabah gün ağarırken kalkıp dışarı çıktı; biraz hava alarak rahatlamak istiyordu. Değirmene doğru yürüdü, güneş ilk ışıklarını saçarken bente yaklaştı; derken suda bir hışırtı duydu. Dönüp bakınca orada, suların içinden yavaş yavaş yükselen güzel bir kadın gördü. Omuzlarının üzerine düşen, elleriyle tuttuğu uzun ve siyah saçları bembeyaz vücudunu örtmekteydi. Adam onun bir su perisi olduğunu fark etti. Önce korktu; gitse miydi, kalsa mıydı, bilemedi. Ama peri, tatlı bir sesle ona adını ve niye bu kadar üzgün olduğunu sodu. Değirmenci önce suskun kaldı, ama sonra onun dostça konuşmasından cesaret alarak, bir zamanlar nasıl zenginlik ve ferah içinde yaşadığını, şimdiyse nasıl fakir düştüğünü, buna nasıl bir çare bulacağını da bilemediğini anlattı. "Merak etme" diye söze başladı peri. "Ben seni eskisinden daha fazla zengin ve mutlu kılarım. Yalnız bana söz ver. Buna karşılık evinde ilk doğacak olan canlıyı bana vereceksin."
Değirmenci "Evimde doğsa doğsa ya köpek doğurur ya da kedi" diye düşünerek perinin teklifini kabul etti.
Peri yine suya daldı. Adam da rahatlamış olarak cesaretle değirmenine döndü. Tam eve varmıştı ki, hizmetçi kız ona doğru koşarak sevinmesi gerektiğini haykırdı: çünkü karısı bir erkek çocuğu doğurmuştu!
Değirmenciyi sanki yıldırım çarptı; o kötü perinin bunu bile bile bir oyun oynadığını anladı. Başı öne eğik olarak karısının yatağına yaklaştı.
Karısı, "Yeni doğan güzel çocuğumuza niye sevinmiyorsun ki?" diye sordu.
Değirmenci ona başından geçeni ve su perisine vermiş olduğu sözü anlattı.
"Çocuğumu kaybedecek olduktan sonra zenginlik ve refahı ne yapayım ben! Ama ne yapsam ki?" diye yakındı.
Kendisini tebrike gelen akrabaları da buna bir çare bulamadı.
Derken değirmencinin şansı dönüverdi. Ne iş yaptıysa başardı; bir gecede tüm kasaları ve sandıkları para doluverdi.
Ama adam bir türlü sevinemiyordu. Su perisine vermiş olduğu söz yüreğini kemiriyordu.
Ne zaman bentten geçse karşısına çıkarak sözünü hatırlatmasından korkuyordu. Oğlanı asla suya yaklaştırmıyordu.
Derken çocuk büyüdü, delikanlı oldu ve bir avcının yanında eğitim aldı. Daha sonra usta bir avcı olup derebeyinin hizmetine geçti.
O köyde güzel ve namuslu bir kız vardı; delikanlı ondan çok hoşlandı.
Efendisi bunu fark edince ona ufak bir ev verdi. İki genç evlenerek sakin ve mutlu bir hayat sürmeye başladı; birbirlerini çok seviyorlardı.
Bir gün oğlan bir ceylanın peşine düştü. Hayvan ormandan çıkıp da tarlalara doğru seyredince o da arkasından gitti ve sonunda onu bir kurşunla öldürdü.
Bu arada bente yakınlaştığını fark etmedi.
Hayvanı kestikten sonra kanlı ellerini yıkamak için su kenarına geldi. Ellerini tam suya sokmuştu ki, su perisi ortaya çıkıverdi ve gülerek ıslak kollarıyla onu hemen suyun dibine çekiverdi. Dalgalar delikanlının üzerini örttü.
Avcının karısı akşam olup da kocası eve dönmeyince korktu.
Onu aramak üzere evden dışarı çıktı; kocası sık sık su perisinden bahsettiği için kadın onun başına ne geldiğini tahmin edebildi. Hemen bente koştu; su kenarında avcı çantasını bulunca artık şüphesi kalmadı.
Ah vah ederek, çaresizlik içinde sevgilisine ne kadar seslendiyse de bir yanıt alamadı. Bu kez suyun öte tarafına geçerek seslendi, ama nafile! Su perisine bağırarak lanet yağdırdı; yine cevap alamadı. Suyun yüzeyi durgundu, sadece yarımay suya yansımıştı.
Zavallı kadın oradan ayrılmadı. Günlerce çabuk adımlarla suyun etrafında dönendi durdu. Bazen sessiz kaldı, bazen çığlık attı, bazen de usul usul sızlandı. Sonunda gücü tükendi; yere düşüp kaldı ve derin bir uykuya daldı.
Derken şu rüyayı gördü: İki kayalık dağın arasından korka korka yürümekteydi; ağaçların filizleri ve çalılar ayaklarına dolanıp batıyordu. Yağmur yüzünü kamçılıyor, rüzgâr uzun saçlarını savuruyordu. Tepeye vardığında bambaşka bir manzarayla karşılaşıverdi. Gökyüzü masmaviydi; hava ılıktı. Yokuş aşağı yürümeye başlayınca renk renk çiçeklerin doldurduğu yemyeşil çimenlikte karşısına tertemiz bir kulübe çıktı. Oraya varıp da kapısını açtığında kendisine dostça el sallayan yaşlı bir kadın gördü.
Tam o sırada uyandı. Sabah olmak üzereydi.
Zavallı kadın, rüyada gördüklerini gerçekte yaşamaya karar verdi. Bunun için o dağı bularak zar zor yukarı tırmandı; hepsi rüyasında gördüğü gibiydi.
Yaşlı kadın onu candan karşıladı ve bir sandalye göstererek oturmasını söyledi.
"Beni ziyarete geldiğine göre, başından bir uğursuzluk geçmiş olmalı" dedi.
Genç kadın gözyaşları içinde, olan bitenleri anlattı.
"Merak etme" dedi yaşlı kadın, "Sana yardım edeceğim. Al şu altın tarağı, dolunay gökte yükselinceye kadar bekle. Sonra bente giderek su başında otur; uzun ve siyah saçlarını bu tarakla tara! Sonra onları suya sarkıt. Bu iş bitince tarağı suyun üzerine bırak ve bekle bakalım, ne olacak?"
Kadın geri döndü, ama dolunay yükselinceye kadar uzun zaman geçti.
Derken ay gökte yükseldi; kadın su başına vardı; yere oturarak uzun ve siyah saçlarını taramaya başladı. Bu iş bitince onları suya sarkıttı ve tarağı da suyun üzerine bıraktı.
Aradan çok geçmedi; suda bir hışırtı oldu, bir dalga yükseldi. Bu dalga kıyıya vurarak oradaki tarağı aldı, tarak dibe batmaya başladı. Bu sırada suyun yüzeyi yarılarak avcının başı yükseliverdi.
Bu baş konuşmadı, sadece karısına üzüntüyle baktı. Aynı anda büyük bir hışırtıyla ikinci dalga gelerek adamın başını örttü.
Sonra hepsi kayboldu ve su eski haline döndü. Ayın yüzü hâlâ suyun yüzeyine aksetmekteydi.
Kadın çaresizce eve döndü. Rüyasında yine yaşlı kadının kulübesini gördü. Ertesi gün yine aynı yoldan giderek ona derdini anlattı.
Kadın bu kez altın bir flüt vererek şöyle dedi: "Dolunay gökte yükselince şu flütü al, su başına otur ve güzel bir şarkı çal. Ondan sonra flütü kumun üzerine koy; göreceksin bak neler olacak!"
Kadın onun dediğini yaptı. Tam flütü kumun üzerine bırakırken suyun derinliğinden bir hışırtı duyuldu; bir dalga yükseldi ve bu dalga flütü alıp gitti. Az sonra su yarıldı ve bu kez avcının yalnız başı değil, vücudunun yarısı da meydana çıktı. Kollarını karısına doğru uzattı, ama ikinci bir dalga gelerek onu, önce üzerini örttükten sonra aşağıya, suyun dibine çekiverdi.
Zavallı kadın, "Ahh, bunun ne yararı var ki! Sevgilimi bir an görüyor, sonra kaybediyorum" diye sızlandı.
Yeniden üzüntüye boğuldu. Ama rüyasında üçüncü kez yaşlı kadının kulübesini gördü. Tekrar yola çıktı.
Bilge kadın, bu kez altından bir çıkrık vererek onu avuttu: "Daha her şey bitmedi. Bekle! Dolunayı görünce al şu çıkrığı, su başına otur ve iplik çekmeye başla. İşin bitince çıkrığı su kenarına koy, bekle bakalım ne olacak" dedi.
Kadın tüm söylenenleri yaptı. Dolunay gözükür gözükmez altın çıkrığı su başına taşıdı ve yünü bitinceye kadar orada iplik çekti. Sonra çıkrığı suya yaklaştırdığında eskilerinden çok daha büyük bir dalga gelerek çıkrığı aldığı gibi geri gitti. Az sonra da avcının başıyla tüm vücudu sudan havaya fışkırıverdi! Adam hemen karaya sıçrayarak karısının elinden tuttu; ikisi birlikte kaçtılar. Ama henüz uzaklaşmadan su öylesine fokurdayarak taştı ki, ikinci bir dalga önüne gelen her şeyi yıkarak peşlerine takıldı. Ölüm çok yaklaşmıştı! Kadın o kadar korktu ki, kocasından yardım istedi. Aynı anda ikisi de değişiverdi. Kadın kaplumbağa oldu, adam da kurbağa! Dev dalga onları öldürmedi, ama birbirlerinden ta uzaklara attı.
Su tekrar sakinleştikten ve ayakları kuru toprağa bastıktan sonra her iki hayvan yine insana dönüşüverdi.Ama biri, ötekinin nerede olduğunu bilemedi. Kendilerini yabancı insanlar arasında ve tanımadıkları bir ülkede buldular. Aralarında koca koca dağlar ve derin vadiler vardı. Hayatta kalabilmek için ikisi de koyun güttü.
Yıllarca bu hayvanları hep kırlarda ve ormanlarda güdüp durdular. İkisi de üzgündü; ikisi de memleket özlemi çekiyordu.
Derken ilkbahar geldi çattı; ikisi de sürülerini gütmeyi sürdürdü.
Ama birden karşılaşıverdiler.
Adam uzaktan gelen bir koyun sürüsü görünce kendi sürüsünü o tarafa güttü. Bir vadide karşılaştılar. Ama birbirlerini tanımadılar.
Yine de en azından yalnız kalmayacakları için sevindiler.
O günden sonra her gün sürüleri birlikte güttüler. Çok konuşmadılar, ama birbirlerini avuttular işte!
Bir akşam dolunay gökte yükseldiğinde, koyunlar dinlenip uyurken erkek cebinden flütünü çıkararak güzel, ama hüzünlü bir şarkı çaldı. Şarkı bittiğinde kadının acı acı ağladığını fark etti.
"Niye ağlıyorsun?" diye sordu.
Kadın, "Ahh, ben bu şarkıyı son kez dinlediğimde yine dolunay vardı, o sırada sevgilimin başı sudan çıkmıştı" deyince adam ona iyice baktı ve gözleri yaşardı.
Sevgili karısını tanımıştı. Karısı da ona baktı, o da ay ışığında kocasını tanıyıverdi. Kucaklaşıp öpüştüler.
Ne denli mutlu olduklarını artık kimse sormasın!Bu bölüm size Podbean.com tarafından sunulmaktadır.